İslâm'da Sosyal Politikalar (Sosyal İslâm’ın Temel Esasları ve Tarihî Süreç İçindeki Gelişimi

 
 

 

Prof. Dr. Ali SEYYAR

GİRİŞ

Şimdiye kadar sosyal siyaset konularına yönelik araştırmalar, genellikle batı kaynaklı ve beşerî ideolojiler çerçevesinde yapılmış olduğundan, İslâm’ın toplumsal sorunlarla ilgili görüşleri üzerinde ciddî çalışmalar yapılamamıştır. Sosyal konuların her gün biraz daha artan cazibesi sebebiyle, sosyal sorunların çözümünde dinin de önemli bir yere sahip olabileceği gerçeği de artık anlaşılır olmuştur. İslâm’da sosyal politikalar veya kısaca “Sosyal İslâm” dediğimiz zaman bu ifademiz ilk başta bazılarına garip ve yabancı gelebilir. Ancak itikat ve ahiret gibi imanî ve gaybî inanç boyutlu temel esasların dışında İslâm’ın kendine ait bir dünya görüşüne ve dolayısıyla bir sosyal sisteme de sahip olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. İslâm’ın temel kitabı olan Kuran-ı Kerim ve onun pratik yansıması olan Sünnet’ten yola çıkarak, İslam’ın sosyal politikalarını belirlemek ve diğer seküler sosyal politika uygulamalarıyla kıyaslamak ve İslâmî esaslara uygun yeni alternatif stratejiler sunmak mümkündür. Çağımızın küresel ve yerel sosyal sorunlarının çözümünde “Sosyal İslâm”ın temel esaslarının araştırılmasının hem sosyal bilimlerin gelişimi, hem de insanlık âleminin refahı ve mutluluğu için faydalı olacağını düşünmekteyim. Sosyal sorunlara bilimsel anlamda alternatif sosyal düşünceler ve çareler üretmek maksadıyla, İslâm’a uygun sosyal politikalara yani Sosyal İslâm’a da bundan dolayı ihtiyaç vardır. Bu kısa makalede hemen bütün sosyal alanlara ve gruplara yönelik çözüm odaklı politikalar üreten İslâmî sosyal siyasetin bütün detaylarını ele almamız elbette mümkün değildir. Ancak temel esaslar ve özellikle asrı-saadette yaşayan vatandaşların sosyal koruma kapsamına alınmaları ile ilgili uygulamalar ekseninde “Sosyal İslâm”ın genel çerçevesi belirlenecektir.

1. Bir Bilim Dalı Olarak Sosyal İslâm

Sosyal İslâm, geniş anlamıyla İslâm dininin sosyal hayata ve sosyal meselelere yönelik dünya görüşüdür. Dar anlamda Sosyal İslâm, toplumun veya bazı sosyal grupların reel sorunlarının karşısında İslâm’ın oluşturduğu sosyal siyaset teorileri ve uygulamalarıdır. Bir başka ifadeyle Sosyal İslâm, İslâm dininin, sosyal siyaset (sosyal güvenlik, sosyal hizmetler) ile ilgili olarak tavsiye ettiği teorik ve pratik hükümlerin bütünüdür.

Diğer beşerî sosyal siyaset uygulamalarından ve sosyal güvenlik sistemlerinden farklı olarak Sosyal İslâm, sosyal siyasetin uygulanmasında, devletin ve yöneticilerin yanında toplumu oluşturan hemen bütün sosyal kesimleri ve grupları sorumlu tutmaktadır. Hem muhtaç duruma düşen insanları, hem de zengin insanları kapsamına almaktadır. Özelikle, zengin sayılan insanlara da önemli sosyal sorumluluklar yüklemektedir. İslâmî sistemin bir parçası olan Sosyal İslâm, sosyal meselelere ve bunların çözümüne yönelik sosyal politikalara Kuran ve Sünnet açısından bakarak, sosyal siyasetin metafizik, ilahî, fıtrî ve manevî köklerin derinliklerine de inebilmektedir.

Bu bağlamda Sosyal İslâm, toplumun bütün üyelerine hem dünya (maddî), hem de ahiret (manevî) mutluluğun kaynaklarını ve fırsatlarını sunmaktır. Bu bağlamda dünyevî huzur açısından toplumsal barışı ve tekâmülü, bireysel huzur açısından ise maneviyatın gelişimine yönelik gerekli tedbirleri almaktadır.

2. Sosyal İslâm Modelinin İlkesel Çerçevesi

Her bir model, belirli temel kaynaklara veya değerlere müracaat ederek, önemli bulduğu kendine has bazı ilkeler oluşturmaktadır. Sosyal İslâm’ın modeli, toplumun dinî, fıtrî ve manevî değerlerine uygun bir zeminde ortaya çıkmaktadır. Manevî ve fıtrî insan modelinden esinlenerek oluşturulan Sosyal İslâm modelimizin sosyal hayata yönelik temel kıymet hükümlerinin referans kaynağı ağırlıklı olarak İslâm dininin dünya görüşüdür. İslâm’ın dünyevî ve uhrevî ölçü ve düşüncelerine yönelik teorik temel kaidelerini, ilm- tefsir,[1] ilm-i kelam[2], akaid ilmi[3] ve usûl-i fıkıh ilmi[4] kitaplarında, uygulamaya dönük (amelî) olanları ise fıkıh[5] hadis (sünnet)[6], ahlâk ve âdâb[7] eserlerinde bulmak mümkündür.

Sosyal İslâm modelinin hedef kitlesi, hiçbir ayrımcılık yapmaksızın doğrudan doğruya bir ülkede yaşayan (korunmaya muhtaç) bütün insanlardır. Model, Kuran ve Sünnete dayandığı için, insanı bir bütün olarak ele almaktadır. İnsanın maddî (dünyevî) ve manevî (uhrevî) kaynaklarına ve bu doğrultudaki ihtiyaçlarını dikkate alarak, sosyal politikalarını geliştirmektedir.

Model, mutluluğun sadece maddî refahtan ibaret olmadığını, insanın akıl, ruh, kalp gibi diğer manevî duygularının da bireysel ve toplumsal huzurun temininde önemli bir hissesi olduğunu vurgulamakta ve sosyal sorumluluk bilincinin yanında manevî duygulara ve kaynaklara da hitap etmektedir. Bir başka ifadeye model, insanın bütün duygularının feyiz almasını ve içtenlikle mutlu olmasını hedeflemektedir. Modelin manevî gerçekleri tanıtmasındaki üslup, bütünüyle fıtrîdir. İnsanlara dünyada yeis yerine ümit vermeyi, korkutmak ve dışlamak yerine müjdelemeyi ve kaynaştırmayı esas alan model, özellikle gayri maddî sosyal politikalar (sosyal hizmetler) alanında diğer modellerden farklı olarak maneviyata ve ahirete de bir anlam yüklemektedir. 

Tablo 1: Sosyal İslâm Modelinin Hedef Odaklı Temel Esasları ve Kişi (Toplum) Üzerindeki Etkileri

Temel Esaslar

Kişi (Toplum) Üzerindeki Etkileri

Vahyîlik

(Hakkaniyet veya İlâhilik)

Rabbini tanıma ve hakikati öğrenme fırsatı sağlar. Allah rızasını kazanma idealini doğurur. Kişinin ümit var olmasını temin eder.

Gaybîlik

Metafizik boyutları, manevî âlemleri ve varlıkları tanıma fırsatı sağlar. Ahiret inancı ile imtihan dünyasının hikmetlerini idrak eder.

Fıtrîlik

 

Kendinle (ruhuyla) barışık olmayı sağlar, kişiye manevî huzur telkin eder. Evrensel insanî değerlerin korunmasına ve geliştirilmesine katkı sağlar.

Kaderîlik

Özellikle sosyal risklerin tahakkukunda kişilere tevekkül, teslimiyet, sabır ve şükür duygularını öğretir.

Dünyevîlik ve Uhrevîlik

(Maddî ve Manevî Refah)

Dünya ve ahiret saadetini temin eder. (Saâdet-i Dâreyn).

Toplumsal Sorumluluk

Sevgi, saygı ve samimî kardeşliğe dayanan sosyal dayanışma ve paylaşma toplumu meydana gelir ve dolayısıyla toplumsal ölçekte sosyal ve manevî sermaye oluşur. Kişisel ve toplumsal bazda sosyal ve manevî tekâmül gerçekleşir.

 

Özellikle İslâmî sosyal hizmetler modelinde beşerî riskler (musibetler), objektif dünyevî kriterlere göre ele alındığı gibi, "mânâ-yı harfî" penceresiyle, yani mânâsı kendinde olmayan, ancak başkasının mânâsını ve başka manevî gerçekleri gösteren bir hakikat olarak da yansıtılmaktadır. İnsanın "mânâ-yı harfî"ye yönelmesi; eşyanın ve sosyal hadiselerin mahiyetini değiştiren önemli bir zihnî ve kalbî gelişme olduğu için, bu bakışla hastalık, kaza ve muhtaçlık gibi sosyal risklerin maddî ve manevî yükü de azaltılabilmektedir.

Bu bakımdan modelde, her bir sosyal risk türü aynı zamanda manevî ve uhrevî kazançlar içeren bir fırsat olarak takdim edilmektedir. Böylece (kaçınılmaz bazı) sosyal risklere rağmen kişi yine de iç huzurunu temin edebilmektedir. Bu bağlamda kişiye, Marifetullah’a ulaşmanın en kısa yolunun acziyet hissi, iman, tefekkür, sabır, tevekkül ve teslimiyet bütünlüğünü kurmak olduğu anlatılmaktadır.

İslâm’ın sosyal modeline yönelik olarak anlatılan bütün bu özellikler, altı madde hâlinde toparlanmıştır. Bu doğrultuda modelin altı temel esasın başında nokta-i istinat özelliği taşıması hasebiyle “Vahyîlik” (Hakkaniyet veya İlâhilik) ilkesi gelmektedir. Modelin diğer temel düsturları ise şunlardır: “Gaybîlik”, “Fıtrîlik”, “Kaderîlik”, “Dünyevîlik ve Uhrevîlik” ve haricî sosyal bir faktör olarak “Toplumsal Sorumluluk” (Bkz. Tablo 1).

2.1. Sosyal İslâm’ın Evrensel İnsan Hakları İle İlgili Temel Esasları

İslâm’da, insanın beş alanda (Masâlih-i Hamse) mutlak biçimde güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. Buna göre dinen korunması gereken zorunlu maslahatlar şunlardır:

1.) Can güvenliği: Her ferde yaşama hakkı ve her bir çocuğun dünyaya gelme hakkı; Ötenazi ve Kürtaj Yasağı.

2.) Akıl Güvenliği: Fikir ve düşünce hürriyeti ve/fakat sağlıklı düşünmeyi engelleyen bütün uyuşturucu maddelerin yasaklanması.

3.) Din Güvenliği: Herkes için ibadet ve dini-inancını yaşama özgürlüğü.

4.) Nesil (Irz) Güvenliği: Evlenme hakkı ve-fakat cinsel şiddet ve iftiranın her çeşidine karşı mücadele.

5.) Mal Güvenliği: Maddî güvenlik, yani refah içinde yaşama hakkı, bununla ilgili olarak iktisadî ve ticarî hürriyet, mesken dokunulmazlığı ve sosyal güvenlik.

2.2. Sosyal İslâm’ın Sosyal Riskler İle İlgili Temel Esasları

Sosyal İslâm modelinde sosyal risk algısı, diğer sosyal modellerden özellikle refah kriterleri açısından farklıdır. Sosyal İslâm’a göre, Yaratan’a karşı kulluk görevini ifa etmeyi unutturan fakirlik ve sefalet, sosyal barış ve adalet açısından ne kadar tehlikeli ise, azdıran ve sosyal mesuliyeti ve duyarlılığı körelten zenginlik de o derece bir sosyal risktir. İslâm, her iki durumun da hem bir sosyal, hem de manevî bir risk olabileceğini dile getirmektedir. Çünkü her iki durumda da insana yaratılış gayesini (fıtratı) unutturmaya müsait bir psiko-sosyal ortam mevcuttur. Bu iki taraflı tehlikeyi ortadan kaldırabilmek için, hem fakirlerin sefaletten kurtulmaları ve genel olarak sosyal güvenlik kapsamına alınmaları, hem de zenginlerin malından ve servetinden belirli bir oranın sosyal adaletin tesisi için sarf edilmesi gerekmektedir.[8]

Maddî yoksulluğun, kişiyi küfre götürebileceğini ve fitnelere (toplumsal çalkantılara) sebebiyet verebileceğini bizzat Hz. Peygamber dillendirmiştir. Nitekim bir seferinde Hz. Peygamber, “Allah’ım, fakirlikten ve küfürden Sana sığınırım.” diye dua edince, bir adam; “İkisini birbirine denk mi kabul ediyorsun?” mealinde bir soru yöneltti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “evet” cevabını verdi.[9] Dualarında ise Hz. Peygamber, muhtemelen maddî ve manevî olumsuz yönlerini ve sonuçlarını düşünerek, fakirlikten Allah’a sığınmıştır Hz. Peygamber’in şu duaları ve tavsiyeleri, bu çerçevede değerlendirebilir: “Fakirlik fitnesinin şerrinden Allah’a sığınırım.”[10] “Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten ve zulüm (kötülük) etmekten, zulme (kötülüğe) uğramaktan Allah’a sığının.”[11]“Allah’ım, bize verdiklerini artır, eksiltme. Bize ikramda bulun, bizi zelil kılma. Bize ver, bizi mahrum etme.”[12]

3. Sosyal İslâm’ın Toplumsal Hedefleri

Sosyal İslâm’ın maddî güvenlik ile ilgili gayeleri, toplumları, yerine göre hem fakirliğin, hem de zenginliğin meydana getirebileceği sosyal ve manevî tehlikelerinden kurtarmak, zenginlere sosyal sorumluluk duygusunu aşılayarak toplumda kardeşlik, sosyal dayanışma ve kaynaşma bilincini hâkim kılmak, neticede sosyal tekâmülü sağlamak ve bununla birlikte insanların, Allah'a kulluk görevini yerine getirmelerini sağlayacak sosyal düzeni oluşturmaktır.

3.1. Sosyal Sorumluluk Şuurunu Pekiştiren Refahın Yaygınlaştırılması

Sosyal İslâm, toplumsal refahı ön planda tutmaktadır. Yani fakirliği ortadan kaldırmayı amaçlayan her vatandaşa refah fırsatı tanıyan bir sistem oluşturmak istemektedir. Sosyal İslâm modelinde bireysel zenginlik aslında tasvip ve teşvik edilmektedir. Ancak zengine maddî güç nispetinde zorunluluk ve gönüllülük esasları çerçevesinde sosyal sorumluluk görevi de verilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, “Servet bir Müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun[13] diyerek, sosyal sorumluluk şuuruna sahip olan zengini açıkça övmektedir.

Başka hadislerde ise yine zenginlik ile sosyal ve manevî sorumluluk ilişkisine vurgu yapılmaktadır: “Takva sahibi bir insan için zenginliğin hiçbir mahzuru yoktur.[14]Ancak iki kişi gıpta edilmeye değer: Birisi, Allah’ın kendisine Kuran ihsan ettiği ve gece-gündüz onunla meşgul olan (onu okuyan, onunla amel eden) kimsedir. Diğeri de Allah’ın verdiği malı gece-gündüz (fakirlere) infak eden kimsedir”.[15]  “...Vârisleri zengin bırakman, onları muhtaç ve insanlara el açar bırakmandan iyidir”.[16]

3.2. Zekât Uygulamalarına Dayalı Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Adaletin Tesisi

Zenginliğin sadece bazı kişilerin elinde toplanmasına fırsat veren ve kamusal sosyal transferleri arka plana atan piyasa odaklı liberal ekonomik model, sosyal adaleti tahrip etmesi açısından Sosyal İslâm ilkelerine göre sakıncalıdır. Servetin ve ekonomik gücün insanlar üzerinde sömürü aracı olarak kullanılması, Kuran-ı Kerim tasvip etmemektedir. Ayet, bu konuda ihtarda bulunmaktadır: “Tâ ki mal, sizden zenginler arasında dönen bir servet olmasın” (Haşr, 59/7). Müslümanların oluşturduğu devlet, zekât gelirlerinin bütününü kamusal sosyal transferlere dönüştürerek, yani ilk başta yoksulların ve muhtaçların sosyo-ekonomik durumlarını iyileştirerek, hem yoksullukla mücadele etmekte, hem de sosyal adaleti ve dengeyi sağlamaktadır.

Zenginin malından muhtaç kişilere bir hak olarak aktarılan sosyal transferler, İslâm terminolojisinde zekât olarak tanımlanmaktadır.[17] Asgarî bir hayat seviyesinin altına düşen yoksullara, refah seviyesi yüksek olan zenginler tarafından verilen zekât, ilke olarak nakdî veya aynî bir destektir (kamusal sosyal yardım veya şartlı vatandaşlık geliri). Zekât vermek, dinî bir vecibenin gereğidir. Ancak, İslâm devleti aracılığı ile zenginden fakire doğru gerçekleşen bu sosyal transfer, sosyal adaleti de temin etmektedir. Dolayısıyla, zekât, ülke bazında sosyal güvenliği ve uluslar arası boyutuyla da ülkeler arası sosyal diyalogu ve barışı temin eden global bir sistem olarak da algılanabilir.

Zekât, belli bir zamanda değil, takvim yılının dolduğu zamanda ödenmektedir. Ancak, zekât vermekle mükellef (yükümlü) olan kişinin belirli bir miktarda mala sahip olması gerekmektedir. Buna nisap denilmektedir. Bir başka ifadeyle, temel ihtiyacı fazlası olan mal ve gelir, zekât konusu olmaktadır. Hayatın idamesi için gerekli olan mal ve gelir, bu anlamda kapsam dışı bırakılmakta ve öncelikle tasarruf edilen miktar üzerinden zekât alınmaktadır. Nisap miktarları ve bu miktarlardan ne oranda zekât verileceği, İslâm dini belirlemiştir. Ancak, farklı zamanlarda, özellikle çağın ve toplumun sosyo-ekonomik yapısına ve ihtiyacına göre farklı nisap miktarlarının ve oranlarının da belirlendiği olmuştur. Genelde cinsi ne olursa olsun, ticaret maksadı ile alınıp satılan tüm malların zekâtı, nisaba ulaştıkları takdirde, % 2.5'tir. Asgarî zekât oranları, mükellefin sosyal ve ekonomik durumuna göre belirlendiği gibi, insan emeğine göre de ayarlanmaktadır. Örn.: Ziraî mahsuller, tabiî sulamada % 10, âletli sulamada % 5, define ve madenler ise % 20 oranında zekâta tâbi tutulmaktadır.

İslâm devletinde zekât, İslâm'ın beş şartından sayılması ve dolayısıyla ifası bakımından da mecburî bir nitelik taşıması açısından, malî ibadet veya daha modern bir yaklaşımla sosyal vergi olarak da telakki edilebilir. Dolayısıyla zekât, muhtaçlar açısından sabit bir hak iken, mükellefler açısından bir vergi niteliğindedir. Ancak günümüzde zekât, hiçbir resmiyet olmayan sosyal yardımlaşmanın sadece sivil bir yöntemi hâline gelmiştir. Konuya bu açıdan bakarsak, uygulanan vergilerin hiç biri, zekâtın yerini alamamaktadır.

3.3. Muhtaç Toplum Üyelerinin Sosyal Korunması (Devletçe Bakılma)

Zekâttan yararlanabilecek (muhtaç) kişiler, aynı zamanda Sosyal İslâm’ın koruma altına almak istediği sosyal gruplardır. Kuran-ı Kerim'de korunmaya muhtaç sosyal gruplar sırasıyla şu şekilde belirlenmiştir (Tövbe, 60):

1.) Fakirler: Geliri, ihtiyaçlarını karşılamayan yardıma muhtaç kişiler. Bir başka ifadeyle nisaba malik olmamakla beraber bir şeylere sahip olduğu halde çalışan veya çalışamayan yoksullardır.

2.) Miskinler: Geliri veya malı hiç olmayan yoksullar ve(ya) kronik hastalık, özürlülük veya yaşlılıktan dolayı bakıma muhtaç kişilerdir. Hz. Ömer’e göre yardıma muhtaç gayri Müslimler de miskinler kapsamına girmektedir. Hz. Ömer, bir yerde: miskin, malı olmayan değil, kazanç yeri bulunmayan (işsiz)'dir demektedir. Dolayısıyla işsizler de zekât fonundan yararlanabilir. [18]

3.) Amiller: Zekât toplayan ve(ya) dağıtan devlet memurları.

4.) Müellefe-i Kulub: Kalpleri kazanılacak kimselerdir. İslâm tarihinde bu sosyal kesim, imanlarının zayıflığını gidermek veya muhtemel şerlerini defetmek ya da kendi kavimleri içindeki seçkin konumları sebebiyle kalplerini kazanmak maksadıyla Hz. Peygamber’in ve diğer halifelerin zekâttan pay verdiği kimselerdir. [19]

5.) Mükâteb Köle: Boyunduruktan kurtarılması gerekenlerdir. Azat edilmesi gereken köleler, sömürge altında olup kurtarılması gereken insanlar ve(ya) esirlerdir.[20]

6.) Borçlular (Garimin): Nisap miktarından fazla mala sahip olmayan değişik bireysel veya toplumsal risklerin tahakkuku neticesinde borca düşmüş kişilerdir.

7.) Allah yolunda mücadele edenler: Devlete, topluma, bilime veya dine özel hizmette bulunmuş ve(ya) sosyal fayda sağlamış kişiler veya bu sosyal kesimin geride bıraktığı aile fertleridir. Mesela gaziler, hacılar, öğrenciler, dullar, yetimler.

8.) Parasız Gurbetçiler: Gittikleri yerlerde parasız kalan yolcular ve buna bağlı olarak evsiz barksız kalan göçmenler ile mültecilerdir.[21]

Bu sıralamaya uygun olarak zekât gelirlerinden oluşan sosyal fondan ilk başta yoksullar (fakirler ve miskinler) yararlanmalıdır. Bu hususta varlıklı kişiler, sosyal görevlerini ifa etmek ve aracı kamusal kurum olarak devlete zekât vermek mecburiyetindedir. Nitekim bir devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygamber, "Zayıfların istekleri konusunda bana yardım ediniz. Çünkü siz ancak zayıflarınızla rızıklanıyor ve Allah'tan yardım görüyorsunuz"[22] demek suretiyle zayıfları sosyal koruma kapsamına almanın manevî ve uhrevî faydalarını dile getirmiştir. Dolayısıyla zayıflara destek olmak ve sosyal adalete katkı sağlamak inancıyla devlete zekât vermek (veya sivil alanda gönüllü olarak sadakada bulunmak), Allah'ın yardımına ve onun vereceği rızka bir vesiledir. Bu ayetten ayrıca, rızık kaynağının ve dolayısıyla elde edilen mal ve mülkün gerçek sahibinin Allah’ın olduğunu da anlamaktayız.

3.4. Sivil Toplum Alanında Sosyal Dayanışma ve Kardeşliğin (Sadaka Kültürü’nün) Oluşturulması

Kuran, toplumsal dayanışma noktasında insanları teşvik etmektedir. “Ey insanlar, kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyilerinden (Allah için) verin, kendiniz (utandığınızdan ve iğrendiğinizden dolayı) göz yummadan alamayacağınız kötü şeyleri sadaka olarak vermeye kalkmayın...” (Bakara, 267).

Hz. Peygamber, sosyal dayanışmanın önemine vurgu yapmak gayesiyle iki katlı bir gemi misalini vermektedir. Üst kattaki varlıklı kişiler ve yöneticiler, alttaki yoksullarla (dezavantajlı sosyal gruplarla) ilgilenmedikleri için, yoksullar kendilerince bir çözüm arayışına girerler. Ancak bu da toplumsal felakete yol açar, çünkü her iki sosyal grupta bundan zarar görür ve cemiyet gemisi de batar. Hz. Peygamber, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma konusunu "aynı geminin yolcuları" misalinden hareketle şu şekilde anlatmıştır:

Allah’ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları çiğneyenler, bir gemiyi paylaşanlara benzer: Gemi konusunda kura çektiler. Kimisine geminin üstü, kimisine de altı düştü. Geminin alt bölümünde bulunanlar, sudan almak istedikleri zaman, yukarıdakilerin yanına uğruyorlardı. Alttakiler 'Biz payımıza düşen ambarda bir delik açsak, kendimize de, onlara da zarar vermemiş oluruz' dediler. Şayet bu üsttekiler alttakileri bu dilekleriyle başbaşa bıraksalardı, hepsi yok olurdu. Fakat onların ellerini tutarlarsa, hem kendileri kurtulur, hem de onlar kurtulur."[23]

Müslümanlar, yerine getirilmesi bakımından mecburî hükümlerin ötesinde, gönüllü olarak gerek akraba, komşu gibi değişik sosyal kesimlerle oluşturdukları etkin sosyal münasebetler ağı, gerekse kurumsal bazda meydana getirdikleri sosyal dayanışma modelleri (vakıflar) ile “sadaka kültürü”ne dayanan “ideal bir sosyal toplum” örneğini sergileyebilmişlerdir. Hz. Peygamber, bir taraftan “Üstteki el (veren el), alttaki elden (alan el) daha hayırlıdır”[24] demek suretiyle sivil sosyal dayanışmanın önemine vurgu yapmakta, diğer taraftan da “Sadakanın en hayırlısı vereni fakirleştirmeyecek, alan kimseyi tekrar istemekten caydıracak miktarda olanıdır[25] diyerek sadaka kültürü’nün temel esaslarını belirlemektedir.

Sosyal İslâm, Allah rızası için yoksullara ve muhtaçlara yapılan her türlü hayır ve iyiliği sadaka olarak tanımlamaktadır. İslâm tarihinde sadaka ve zekât özellikle ilk dönemlerde âdeta aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun için geniş manada sadaka kavramı, ifası bakımından mecburî nitelik taşıyan hem zekât ve fitre, hem de nafile (gönüllü) sadakalar için kullanılmıştır. Dar manada sadaka kavramı ise daha sonra, ifası bakımından mecburî olmayan sadakalar için kullanılmıştır. Bunlar, isteğe bağlı olarak yapılan malî yardımlardır. Dolayısıyla, her zekât ve fitre, sadaka olduğu hâlde, her sadaka, zekât ve fitre değildir. Bugün; sadaka kelimesi, daha çok gönüllü olarak yapılan hayırlar ve maddî yardımlar için kullanılmakta ve zekâttan ayrı olarak değerlendirilmektedir. Zekâtın oranı ve muafiyeti (nisabı) bellidir, halbuki diğer normal sadakaların miktarı, tamamen sadakayı veren kişinin arzusuna bağlıdır.

Kuran’da beş yerde geçen sadakanın miktarı ve ödeme zamanı konusunda kesin hükümler yoktur. Mecburî sadakaların, fakirlerin ihtiyacını gidermemesi hâlinde, İslâm devleti, nafile sadakaları da zorunlu hâle getirebilir. Özellikle nafile sadakalar, bir toplumda kardeşliğin ve sosyal dayanışmanın tesisinde önemli bir rolü vardır. İslâm dini, mal ve parayı tasadduk etmek yanında, sadakanın kapsamını çok geniş tutmuştur. Meselâ, insanlara ve özellikle aile fertlerine her hususta yardımcı olmak, onların ihtiyaçlarını karşılamak, güler yüz veya tatlı dille onların gönlünü hoşnut etmek gibi ahlâkî ve sosyal davranışları da sadaka olarak değerlendirmektedir. İki kişinin arasında adaletle hükmetmek, özürlü veya yaşlı insana günlük hayatında yardımcı olmak, gönül alıcı güzel ve yumuşak bir söz sarf etmek, bir ağaç dikmek, hayvanları korumak, namaza giderken atılan her adım, bir kimseye yol veya adres tarif etmek gibi Allah rızasına kazanmak için yapılan bütün güzel fiiller, sadaka kapsamında değerlendirilmektedir.

3.4.1. Asr-ı Saadette Sosyal Kardeşlik Paktı ve İsâr Toplumunun Oluşturulması

Özellikle toplumsal boyutuyla İsâr (altrüzim)[26] bilincinin geliştirilmesi, İslâm toplumlarında gerçekleşebilmiştir. İslâm tarihinde İsâr örnekleri çoktur. Mesela Asrı-Saadette Ensar’ın (Medineli Müslüman topluluk), Mekke'den Medine'ye hicret (göç) etmek mecburiyetinde kalan muhtaç Müslümanlara (Muhacirun), İslâm Peygamberi tarafından kurulan kardeşlik bağı sayesinde gerçekleştirdikleri fedakârane iyilikleri ve cömertlikleri zikredilebilir. Müslümanlar, Mekke döneminde 13 yıl boyunca hem ekonomik, hem sosyal, hem de dinî özgürlükler açısından çok sıkıntılı bir dönem geçirmişlerdi. Hicretten sonra başlayan Medine hayatı ise Müslümanlara yaşama ve inanç özgürlüğü getirdi ise de ekonomik refah sağlayamamıştır. Hicret edenler, Mekke’de evini, bağını, bahçesini, iş yerini topyekûn her şeyini bırakarak yeniden bir hayata başlamışlardır. Hicretle birlikte Medine’de âdeta nüfus patlaması olmuştur. Kısa bir süre sonra da savaşlar başlamıştır. Yerli halkın zor hayat mücadelesine, bir o kadar da işsiz güçsüz, evsiz barksız göçmen ilâve edilmiştir. Üstelik Müslümanlar arasında zengin olanların sayısı da o dönemlerde çok az idi.[27]

Dolaysıyla yoksullukla mücadele noktasında toplum nezdinde sosyal dayanışma açılımlarına ihtiyaç vardı. Hz. Peygamber, Medine’ye gelmesinden beş ay sonra, zor durumda kalan muhacirlerin durumlarını iyileştirmeye yönelik olarak Muhacirlerle Ensar arasında bir kardeşlik anlaşmasının yapılmasını önerdi. Sosyal kardeşlik çerçevesinde 186 muhacir ailesi aynı sayıdaki Ensar ailesinin yanına yerleştirilebildi. Muhacirler, manevî kardeşlik sorumluluğun bir gereği olarak Ensar’a değişik işlerde beden gücüyle destek oldular. Bu durum, hicrî 7. yılda Hayber’in ele geçirilmesine kadar devam etmiştir.[28]

Kuran-ı Kerim’de (Haşr; 9), bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak, Medine’ye göç etmek mecburiyetinde kalan başta Hz. Peygamberi olmak üzere bütün muhacirleri şefkatle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşan Ensar, övgüyle anılmakta ve onların şahsında Müslüman bir toplumda olması gereken bazı sosyal özelliklere temas edilmektedir.

 4. Sosyal İslâm’ın Tarihî Süreç İçinde Oluşumu ve Asr-ı Sadetten Örnek Uygulama Modelleri

4.1. Hz. Peygamber Döneminde Üniversal Sosyal Koruma Modelinin Oluşturulması

Kuran-ı Kerim, sadece Müslüman vatandaşlara değil zimmî statüsünde olan gayri Müslimlere de genel anlamda sadakanın, dar anlamda zekâtın (bugünün diliyle vatandaş gelirinin) verilebileceğini ifade etmektedir. Gayri Müslimlere sadakayı mübah kılmak üzere inen âyet, (muhtaç) insanlar arasında ayrımın yapılmasını tasvip etmemektedir.[29] İlgili âyet şu sosyal mesajı vermektedir:

“Ey Peygamber! Onları (gayri-Müslimleri) hidayete erdirmek senin üzerine bir borç değildir. Zira ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak ne harcamada (sadakada) bulunursanız, bu kendi faydanızadır. Yapacağınız hayırları (sadakaları) ancak Allah’ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Çünkü yapacağınız her iyilik, size olduğu gibi geri dönecek ve size asla haksızlık yapılmayacaktır”.[30]

Taberi, bu âyete şöyle bir yorum getirmektedir: Ey Muhammed! Müslüman olmayanların İslâm’a girmek suretiyle hidayet bulmaları senin üzerine borç değil ki sadakaların verilmesine engel oluyorsun ve ihtiyaçları olur da hiç değilse o yolla İslâm’a girerler diye sadakalardan onlara bir şey vermiyorsun. Yarattıklarından dilediğinin İslâm’a girerek, hidayet bulmasını sağlayacak sadece O’dur. Bu sebeple onlara verilecek sadakayı engelleme.[31]

Âyetin iniş (nüzul) sebebi ile ilgili olarak şunlar ifade edilmektedir: Müslümanlar yoksul zimmîlere tasaddukta bulunuyorlardı. Fakir Müslümanların sayısı arttığında Hz. Peygamber, ‘sadece kendi dindaşlarına tasaddukta bulunun’ şeklinde bir tavsiyede bulununca bu âyet indi. Bu ihtar mahiyetindeki ilahî mesaj üzerine Hz. Peygamber, zengin ve varlıklı Müslümanlara, diğer din mensuplarına da tasaddukta bulunmalarını söyledi.[32]

Hz. Peygamber, bu âyetin inmesiyle birlikte bir Yahudi ailesine tasaddukta bulunmuştur. Üstelik bu aileye yapılan gelir desteği, Hz. Peygamberin vefatından sonra da devam etmiştir. Hz. Peygamber, bununla da yetinmeyip, sadaka (zekât) ve ganimetten kendi hissesine düşen paydan Müslüman olmayan yoksullara da vermiş ve bunun için tahsisatta bulunmuştur. [33] Müslümanlar ve İslâmî devletler de bu yönde hareket etmişler ve herkesi sosyal güvenlik kapsamına alacak modeller geliştirmişlerdir.

4.2. Hz. Ebu Bekir’in Uyguladığı Tek Tip Üniversal Vatandaşlık Geliri Modeli

Vatandaşlık geliri modeli, tarihte ilk kez asrı-saadet’te uygulanmıştır. İslâm’ın ilk halifesi Hz. Ebu Bekir, yukarıda bahsi geçen âyetin yanında son Peygamber Hz. Muhammed’in sünnetine uyarak, beytü'l-mal'a gelen malı, hür, köle, yoksul, zengin, erkek, kadın demeden insanlar arasında şartsız ve eşit olarak dağıtmıştır. Kendisine, başta Hz. Ömer olmak üzere bazıları, "Bu malı insanlar arasında eşit olarak dağıttın. Hâlbuki bu insanlar arasında (maddî ve manevî yönden) üstün olanlar, iyi geçmişi bulunanlar ve ilk Müslümanlar var" şeklinde uyarıda bulunduklarında, "Ben, bunları hepinizden iyi biliyorum; fakat bunların (manevî derecelerin) sevabı Allah'a aittir. Bu mal ise, (herkesin hakkı olan) geçim aracı ve dünya maaşıdır. Bunda eşitlik yolunu tutmak, ayırım yolunu tutmaktan daha hayırlıdır" cevabını vermiştir.[34]

Hicretin 14. yılına (miladî 635) kadar, zekât ve sadakalardan finanse edilen beytül-mal’dan (devletin sosyal fonundan) hak sahibi insanlara, eşit miktarlarda maddî destek sağlanırdı. Bunun dışında başka kaynaklardan da ilave ödemeler yapılırdı. Mesela savaşlarda elde edilen ganimetlerin beşte dördü mücahitler arasında dağıtılırdı. Ancak geri kalan kısım ise başta yardıma muhtaçlar olmak üzere diğer hak sahiplerine de dağıtılırdı. Dağıtımda sadece kişilerin evli olup olmadıklarına bakılırdı. Evli olanlara, bekârlara göre iki misli verilirdi. Dağıtımda diğer sosyo-kültürel özellikler dikkate alınmazdı. Böylece Hz. Ebu Bekir, din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmaksızın, iktisadî kaynakların dağıtımında genelde toplumun bütün fertlerine eşit davranmıştır.

4.3. Hz. Ömer’in Uyguladığı Refah Payı İlaveli Vatandaşlık Geliri Modeli

Halife Hz. Ömer döneminde fetihler genişledikçe, ganimet, zekât malları ve fey gibi diğer vergi gelirleri de hayli artmaya başlamıştır.[35] Hz. Ömer, artan devlet gelirlerini yerli yerinde harcamak, hak sahiplerine temel ihtiyaçlarının ötesinde refah temin edici bir gelir bağlamak maksadıyla hicrî 15 (miladî 636) yılında şura meclisini toplatmıştı.[36] İstişarenin sonucunda Hz. Ebu Bekir’in uygulamalarından farklı olarak vatandaşlık gelirine bazı özel hususiyetlerin yerine getirilmiş olması şartına bağlı olarak bir de refah payı eklenmesi öngörülmüştür.

Hz. Ömer, refah payı ilaveli vatandaşlık geliri modeli ile hem bütün vatandaşları asgarî seviyede de olsa gelir güvencesi kapsamına almış,[37] hem de topluma, dine veya devlete üstün hizmetlerde bulunmuş olanlara ayrıca bir mükâfatta bulunmuştur. Hz. Ömer, kamu gelirlerini dağıtırken, muhtaç olan herkese temel gelir desteğinde bulunarak, sosyal adaleti de koruyabilmiştir. Bununla birlikte Hz. Ömer savaşlara katılmış mücahitlere (gazilere), İslâm dinine giren ilk Müslümanlara, Hz. Peygamber’e yakın veya dine üstün hizmette bulunmuş olanlara, pozitif ayrımcılık uygulayarak, özel durumlarına uygun belli bir tasnif ve tertibe göre daha yüksek miktarlarda bir gelir bağlamıştır. [38]

Hiç kimsenin refah düzeyini ve hayat kalitesini azaltmadan, belirli bir sosyal kesimin refahını artırmaya yönelik uygulamalar (Pareto Optimum), aslında artan sosyal refahın bir göstergesidir. Hz. Ömer’in, refah destekli vatandaşlık geliri ekseninde geliştirmek istediği dağıtım politikaları konusundaki şu sözleri ibret vericidir: "Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki, şu devlet malında herkesin bir hakkı vardır. Ben de bu konuda, ancak sizin gibi biriyim. Fakat Allah'ın Kitabı’ndaki ve Resûlullah’ın nazarındaki yerlerinize göre dağıtımda bulunacak, kişi ve İslâm'daki mihneti, kişi ve İslâm'daki önceliği, kişi ve İslâm'daki zenginliği, kişi ve ihtiyacını göz önünde bulunduracağım."[39] Kendisine, Hz. Ebu Bekir gibi kamu gelirlerini eşit dağıtması gerektiği yönündeki telkinlere "Resûl-u Ekrem'e karşı savaşanla, yanında savaşanı bir tutmam" diye cevap vermiştir.[40]

Hz. Ömer döneminde refah destekli vatandaş geliri uygulamalarının yanında korunmaya muhtaç bazı özel sosyal kesimlere ayrıca ödemelerde bulunulmuştur. Mesela Hz. Ömer, çocuk sahibi olmuş her anneye yılda yüz dirhem olmak üzere ayrıca bir çocuk bakım parası ödemiştir.[41]

Hz. Ömer, bazı siyasî-diplomatik sebeplere bağlı olarak önemli bulduğu bazı gayri Müslim zimmîleri müellefe-i kulûb kapsamına alarak, normal asgari vatandaşlık gelirinin (çok) üstünde bir gelir bağlamıştır. Mesela o günkü Arap dünyasının en güçlü hicivcilerinden olan ve bütün değerlere karşı olumsuz sözler sarf eden Hutay isminde bir gayri Müslime, “Müslümanları hicvetmemesi” şartıyla 3.000 dirhem gibi hatırı sayılır bir gelir bağlanmıştır.[42]

Hz. Ömer, halifeliğin sonlarına doğru refah merkezli vatandaşlık geliri modelinin bir takım sosyo-ekonomik mahzurlar doğurabileceğini düşünmeye başlamıştır. Sayıları az da olsa devletten yüksek seviyede vatandaşlık geliri alan bazı Müslümanlar, bu yolla sermayelerini kat kat artırabilmekteydi. Bu da gelir dağılımındaki adaleti belirli bir oranda bozabilirdi. Gerçi Hz. Ömer döneminde yaşayan zengin Müslümanlar, zekâtın (zorunlu sadaka) dışında bol bol infakta (gönüllü sadakada) bulunarak, toplumsal boyutuyla (sivil alanda) yeniden gelir dağılımı üzerinde olumlu katkılarda bulunmuştur. Ancak infak yoluyla elde edilen sosyal adalet (ikincil gelir dağılımı), daha çok gönüllülük esasına dayanıyordu ve bunun sürekli olarak sağlanması da Müslümanların takva, züht gibi manevî ve ahlâkî duyarlılığının yüksek olmasına bağlı idi.

Bütün yoksullar gözetiliyor ve o zamanki zengin Müslümanlar da ellerinden geldiğince infakta bulunuyor idiyseler de, Hz. Ömer, bu uygulamanın uzun vadede bazı sosyal riskler doğurabileceğini hissederek, endişelerini şu şekilde dile getirme ihtiyacı duymuştu. "Eğer gelecek yıla kalırsam, insanların baştakiyle sondakini birleştirecek ve hepsini bir yapacağım". Hz. Ömer bu sözleriyle büyük bir ihtimalle vatandaşlık geliriyle birlikte uygulanan artı refah payı ödemelerinden vazgeçip bunun yerine alt gelir gruplarının lehine olan miktarı artırılmış eşit bir vatandaşlık geliri ödemeyi düşünmekteydi. Fakat Hz. Ömer'in bunu yapmaya ömrü yetmemiştir.[43] Halife Hz. Osman, mal ve gelir taksiminde Hz. Ömer'in siyasetini takip ettiyse de, halefi Hz. Ali, yine Hz. Ebu Bekir'in uygulamasına dönmüştür.

 SONUÇ

Sosyal İslâm, sivil toplum alanında gönüllü olarak “sadaka kültürü”nü, yani maddî-manevî dayanışmayı teşvik ederek, sosyal barışı ve tekâmülü gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Kuran-ı Kerim'de "...ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah rızası için verirler" (Bakara, 3) âyetiyle sadaka’nın sadece uhrevî amaçlar için verilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Zenginlerin ve güçlülerin muhtaçları ve fakirleri minnet altında bırakmamaları ve sosyal barışı zedelememeleri yönünde de ciddî ikazlar yapılmıştır. Nitekim âyet açıkça "Ey iman edenler! Başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayınız" (Bakara, 2/264) demektedir.

Bütün fertlerin sosyal haklarını korumakla görevli ve yetkili olan sosyal devlet, “Sosyal İslâm”ın bir gereği olarak zekât gibi özel sosyal vergi kaynaklarıyla başta en dezavantajlı ve ekonomik yönden en zayıf sosyal gruplar olmak üzere bütün vatandaşların sosyal güvencesini sağlamaktadır. Hz. Peygamber, "Zenginlerinden alıp fakirlerine vermeyen bir ümmeti Allah nasıl iflah eder ?"[44] hadisi şerifleriyle “Sosyal İslâm”ın hem dünyevî, hem de uhrevî saadetin temel esaslarını koymuştur.

Böylece Sosyal İslâm, maddî refahla birlikte ortaya çıkabilecek dünyevileşme eğilimini özellikle varlıklı kişilere yüklediği manevî ve sosyal sorumluluk duygularıyla önüne geçmek istemektedir. Sosyal İslâm, çalışmanın, para kazanmanın ve toplumsal refahın önemine vurgu yaparken, zenginleşme sürecindeki sosyal ve manevî riskleri de hatırlatmakta ve kişilere gaye ile vasıta arasındaki ilişkiyi karıştırmadan hayatın asıl gayesini korumalarını tavsiye etmektedir. Sosyal İslâm’a göre, dünyada yaşamanın gayesi, hem yoklukta hem de varlıkta Allah’a olan kulluk borcunu kendi spesifik şartları içinde yerine getirmek ve yoksulluğu da zenginliği de bir imtihan olarak görmektir. Bu kulluk şuuruyla, toplumun her bir üyesi, kendine ait dünyevî ve uhrevî sorumluluklarını yerine getirerek, her iki dünyada da huzura kavuşabilecektir.

 

SONNOTLAR

[1] İlm-i tefsir, Kuran’da geçen muhtelif âyetleri, tecrübeye dayalı bilim dallarının verileriyle akıl ve mantığa uygun olarak açıklayan ilimdir. Kuran’a bilimsel yaklaşan tefsir ilimin başlıca görevleri şunlardır: a) Değişik konuları ve meseleleri ele alan âyetlerin ilmî anlamlarını vermek ve âyetlerde geçen terimleri açıklamak; b) Âyetlerin ruhuna uygun olarak ilim ve felsefî görüşler çıkarmak. Bkz. Dinî Kavramlar Sözlüğü: İlm-i Tefsir.

[2] İlm-i kelam (Usul-üd-din), hikmet ve mantık esaslarla Allah’ın varlığı, birliği ve İslâm dininin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim dalıdır. Kelam ilmi, Allah’ın zat ve sıfatlarının yanında nübüvvet ve itikada ait meselelerden dinî esaslar dairesinde hükümler çıkarmaktadır.

[3] Akaid (akideler), itikat olunan hakikatlerdir. Akaid bilimi, itikada dair esasları, yani iman hakikatlerini incelemektedir.

[4] Usûl, bir ilmin esas konularından önce öğrenilmesi gereken esaslar ve bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol ve yönetmelerdir. Usûl-i fıkıh ilmi ise fıkıh ilmine ait bilgilerin esası ve dayanağı olan bir ilimdir. Şer’i (dinî) hükümlerin tafsilatlı ve belirli delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dinî hükümler, bu belirli ve somut deliller aracılığı ile ortaya çıkartılıp ispat edilir.

[5] Fıkıh, ibadet, ahiret ve muamelat (dine uygun dünyevî uygulamalar) gibi konulara ait dinî hükümleri tafsilatlı delilleriyle anlayan bir bilim dalıdır. Fıkıh’ın baş kaynağı Kuran ve hadislerdir.

[6] İlm-i hadis (ilm-i rivayet), son Peygamberin hâl, şekli, söz, tutum ve davranışlarını ele alan bir bilim dalıdır. Sünnet kavramı da ilm-i hadise yakın bir şekilde son Peygamberin sözleri, emirleri ve halleri anlamına gelmektedir.

[7] İlm-i âdâb, fıtrata uygun görgü kurallarını ele alan bilim dalıdır. Genelde hadislere (sünnete) dayanan davranış modelleri bu ilmî araştırmalarla geliştirilir.

[8] Seyyar, Ali; Sosyal Siyaset Terimleri; Sakarya Kitapevi; Adapazarı; II. Baskı; 2008; ilgili maddeler.

[9] Nesâî, İstiâze, B. 29. Ayrıca bk.,  Ebû Dâvûd, Edeb, B. 101.

[10] Ebû Dâvûd, Edeb, 101; Nesâî, İstiâze, B. 14, 16, Sehv, B. 90; Müsned, VI, 57, 207.

[11] Nesâî, İstiâze, B.14-16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 540.

[12] Tirmizî, Tefsîr, 24/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 34;  Hâkim, a.g.e., I, 535; Suyûtî hadisi zayıf telakki eder. Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr min Hadîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, I, 170, thk., Abdullah Muhammed ed-Dervîş, Dımeşk, 1996.

[13] Ahmet b. Hanbel (ö.241/855), Müsned (III), Çağrı Yay., İst., 1982, 21.

[14] İbn Mâce, Ticârât, B.1.

[15] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, B. 20; Müslim, Salâtü’l-Misâfirîn, H.No: 266.

[16] Buhârî, Cenâiz, B.37, Vesâyâ, B. 2, Nefâkât, B.1; Müslim, Vesâyâ, H.No: 5, 8

[17] Sözlükte "artma", “çoğalma”, "bereket", "temizlik", “saflık”, “duruluk”, “arıtma” ve "arınma" manalarına gelmektedir. Kuran-ı Kerim’de 34 yerde zikredilen zekât kelimesi, İslâm fıkıh ıstılahı (terimi) olarak, "şartlarına uygun olarak, zekâta tâbi mallardan bir miktarını hak sahibine Allah rızası için temlik etmek" anlamına gelmektedir. Zekât, namaz ve oruç gibi İslâm’ın beş şartından birisidir (farz-ı ayn). Ancak bu ibadet türü, bedenle değil mal ile yapıldığı için, hem sosyal hem de manevî (uhrevî) amaçlı bir eylemdir. Hicretin ikinci senesinde farz kılınan zekât,  Kuran’ın değişik surelerinde çoğu zaman namaz ile birlikte anılmaktadır (Bakara, 43, 83, 110; Nûr, 56; Müzzemmil, 20; Nisâ, 77).

[18] Hz. Ömer, fakiri İslâm’ın, miskin’i de ehl-i kitabın yoksulu olarak tefsir etmiş ve ihtiyacından dolayı kendisine zekâttan pay (vatandaşlık geliri) verilen gayr-ı Müslim vatandaşlardan cizye alınmayacağını hükme bağlamıştır. Bkz. Belazürî, Fütûhu’l-büldân (nşr. Abdullah ve Ömer et-Tabbâ‘), Beyrut 1407/1987, s. 177.

[19] İmam Şâfi‘îye göre gayri Müslimlere zekâttan bir pay vermenin caiz olmadığı, onlardan gönlü kazanılmak istenenlere fey gelirlerinden verilebileceğini söyler ve Hz. Peygamber’in de Müslüman olmayanlara zekâttan değil fey gelirleri ya da kendi şahsî mallarından verdiğini iddia eder. Şâfiî mezhebindeki hâkim görüş de bu yöndedir. Bkz. a) Şâfi‘î, el-Ümm (nşr. M. Mataracî), Beyrut 1413/1993, II, s. 97. b) Nevevî, Ravzatü’t-tâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd-Ali Muhammed Muavvad), Beyrut 1412/1992, II, ss. 176-177.

[20] Başka bir âyette de köle azadına atıfta bulunulmaktadır: "Allah'ın size vermiş olduğu maldan siz de onlara (Özgürlüğüne kavuşmak isteyen kölelere) veriniz" (Nur, 33).

[21] Hanbelilerin bir izahına göre yolcular fonu, evsiz barksız yolcular için pekala konut fonu olarak da kullanılabilir.

[22] Ebu Davud, Sünen, Cihad. 70.

[23] Buharî, şirket, 47/6, Türkçesi: 5/2308-9, alt kattakilerden birinin gemiyi baltayla delmesi ayrıntısıyla bk. Buharî, şehâdât, 30, Türkçesi: 5/2481; Tirmizî, fiten, 34/12; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/268, 269, 270, 273.

[24] Buhârî, Zekat, B.18,50, Nafakât, B.2; Müslim , Zekât, H.No: 94-97,107,124; Ebû Dâvûd, Zekât, B.28,39 ; Tirmizî, Zekât, B.38, Birr, B.77, Zühd, B.32; Nesâî, Zekât, B.53, 60.

[25] Buhari, Zekât, 18.

[26] Sosyal İslâm’da altrüizm, daha çok îsâr (diğergâmlık veya fedakârlığın en ileri derecesi) terimi ile açıklanmaktadır. Sözlük anlamı, “bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma ve tercih etmektir”. İslâmî Boyutuyla İsâr Hasletinin Özellikleri Şunlardır: 1.) Cömertliğin zirve noktası ve fedakârlığın en yüce derecesi. 2.) Başkalarının ihtiyacını görüp gözetmek ve bunu kendi ihtiyacının önüne geçirerek yapmak. 3.) Kendisinin de muhtaç olduğu bir konuda, başkasının ihtiyacını karşılamayı tercih etmek ve onun menfaatini sağlamaya öncelik vermek. 4.) Kendilerinin aşırı bir ihtiyaçları olsa bile, diğer insanları, Allah rızasını kazanmak dileği ile öz canlarından fazla üstün tutmak. 5.) Gönülde ortaya çıkan şefkat ve merhamet hissinin bir tezahürü olarak fakirlikten korkmaksızın, Allah rızası için başkalarına cömertçe yardım edebilme meziyeti. Seyyar, Ali; Sosyal Siyaset Terimleri; İlgili Madde.

[27] Yardım Ali, Peygamberimizin Şemâili, Erkam Yay., İstanbul, 1998; ss. 441-443.

[28] Yeniçeri Celal, “Hz. Peygamber Ailesinin Gelirleri, Geçimi ve Bıraktığı Miras”, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı Sempozyumu; İSAV, İlmi Neşr., İst., 1989; s. 364.

[29] Kurtubi, el-Câmi’li-ahkâmi’l-Kuran; Kahire; 1387-1967; III; s. 337.

[30] Kuran-ı Kerim; Bakara Suresi (2); Âyet: 272.

[31] Taberi; Câmi’u’l-beyân; III; s. 94.

[32]  Köse, Saffet; Müslüman Düşüncesinde İnsanın İnsanlığı Sebebiyle Saygınlığının Zirve Noktası-Gayr-i Müslümlere Yardımın Malî İbadet Kapsamında Oluşu”; İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi; Sayı 14; 2009; s. 54.

[33] Köse, Saffet; a.g.m.; s. 55.

[34] Ebu Yusuf, Ebu Yusuf, İmam Yakup İbn İbrahim, Kitabü'l-Harâc, (Tercüme: Ali Özek), İstanbul; 1970 ve 1973; ss. 83-84.

[35] İslâm Tarihi; Cilt 4; s. 115.

[36] Güvenilir otoriteler, divan teşkilatının hicrî 21 (miladî 641) tarihinde kurulduğunu ifade etmektedir. Bkz.  Türkiye Diyanet Vakfı; İslâm Ansiklopedisi; C. 9; s. 379.

[37] Hz. Ömer döneminde de Gayri Müslim zimmîler zekât kaynaklı vatandaşlık gelirinden yararlanabilmiştir. Mesela Hz. Ömer, Dımaşk bölgesindeki Câbiye’ye yaptığı gezi esnasında yolda uğradığı bazı yerlerde cüzam hastalığına yakalanmış Hıristiyanlara rastlamış ve onlara zekât gelirlerinden verilmesi ve yiyecek temin edilmesi konusunda ilgililere talimat vermiştir. Bkz. Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, Bulâk 1302’den ofset, Beyrut, ts. (Dâru’l-Ma‘rife), ss. 122-126;

[38] Kurucan, Ahmet ve Mercan, Zühdü; Aşere-i Mübeşşere: Cennetle Müjdelenen On Sahabi; Işık yayınları; İzmir; Şubat 2005; ss. 134-135.

[39] İbn Sa'd, Muhammed, Et-Tabakâtü'l-Kübra, Darü's-Sâdır, Beyrut; s. 299.

[40] İbni Sa’d; s. 296.

[41] Kandehlevi; M. Yusuf; Hayat’üs-Sahabe; (Tercüme: Ahmet Meylani); Hikmet Yayınları; t.y.; C. 2; ss. 367–368.

[42] Köse, Saffet; Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları Bağlamında Ahkâmın Değişmesi Tartışmalarına Bir Bakış; İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi; Sayı 7; Nisan 2006; ss. 13-50.

[43] İbni Sa'd, si 302; Ebu Yusuf; s. 89.

[44] İbni Mace, Sünen, Fiten, 20.