İslam’da Özürlülük Algısı ve Hz. Muhammed’in Engelli İnsanlara Uyguladığı Psiko-Sosyal Yöntemler

 

 

DİN, FELSEFE VE BİLİŞİM IŞIĞINDA ENGELLİ OLMAK VE SORUNLARI SEMPOZYUMU
TÜRKİYE OTİSTİKLERE DESTEK VE EĞİTİM VAKFI
5-6 Nisan 2012 // İstanbul-Sultanbeyli

 

İslam’da Özürlülük Algısı ve Hz. Muhammed’in Engelli İnsanlara
(Sosyal Koruma Kapsamına Almasına Yönelik)
Uyguladığı Psiko-Sosyal Yöntemler

Prof. Dr. Ali Seyyar
Sakarya Üniversitesi; İİBF; Sosyal Siyaset Uzmanı
Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü Kurum Danışmanı

 

GİRİŞ

Tebliğimiz, iki ana konu ekseninde ele alınacak ve değerlendirilecektir: İslam’ın özürlülük olgusuna bakışındaki dünya görüşü ve Peygamberimizin engelli insanlara dönük tutum ve davranışlarındaki psiko-sosyal ve pedagojik yaklaşımlarının dışa yansıyan temel (hukuk) ilkeleri.

İslam dini, insanlar arasında ırk, renk, cinsiyet, bedeni, aklî ve zihnî farklılıkları, üstünlük aracı olmaktan çıkarmakta ve bu gerçeği bütün insanlara seslenmektedir. Kuran, bütün insanlığın tek bir nefesten veya candan (nefes alan candan) yaratıldığının altını çizerek (Kuran, Nisa:1), bütün insanların aynı köke mensup olduğunu ve insanlara özürlülüklerinden dolayı ayrımcılık yapmanın bu anlamda hem fıtrata (yaratılış maksadına), hem de sosyal birliğe ters olduğunu vurgulamaktadır. İslam’a göre cinsiyet, etnik köken, dil, sağlık, gelir seviyesi ve sosyal statü gibi dışa yansıyan özellikler, üstünlük vesilesi değildir. İnsanlar, kendilerine tanınan imkânlar ve beceriler açısından farklı yaratılmışlardır. Çünkü Allah, insanları ruhsal, zihinsel ve bedensel olarak farklı şekil ve kabiliyetlerde yaratmıştır. İslâm’a göre bu gerçek, bedensel ve-ya zihinsel olarak zayıf olan insanların dışlanmasına veya ötekileştirilmesine değil, aksine sosyal korunmalarına ve diğer insanlarla birlikte sosyal yardımlaşma içinde yaşamalarına zorunlu kılmaktadır. Müslümanların evrensel dünyevi kardeşlik birliği ekseninde oluşturduğu sosyal dayanışmacı toplumda farklılıklar birbirleriyle kaynaşmalıdır. İslam; etnik, kültürel veya bedeni (zihni, akli) farklılıklar sebebiyle insanların birbirlerini daha çok tanımaları gerektiği inancından hareketle, her insanın bir sosyal varlık olduğu ve zorunlu olarak toplum hayatının içinde eşit bir vatandaş olarak yer almak isteyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla Kuran’da açıkça görüleceği gibi bu sosyal haklar, dezavantajlı olarak kabul edilen özürlülere de verilmiş ilahî haklardır aynı zamanda.

Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde özürlülerin eşit insan muamelesi görmeleri ve toplum hayatına katılmaları, onlarla ilgili Kuran ayetlerinin indirilmesi ile mümkün olmuştur. Hz. Peygamber, Kuran’dan ilham alarak, özürlü insanlara özel ilgi ve şefkat göstermiş ve onları değişik sosyal hizmet uygulamalarıyla toplumun faydalı bir unsuru haline getirmiştir. Bu çerçevede tebliğimizde Hz. Peygamber’in bedensel ve zihinsel özürlü sahabilere dönük sosyal pedagojik yaklaşımları, modern sosyal politika (hizmet) ve hukuk çerçevesinde tek tek değerlendirilecektir:

1. İSLÂM’DA ÖZÜRLÜ HAKLARININ GENEL ÇERÇEVESİ

1.1. Kuran Özürlülerin Dışlanmalarını Yasaklamaktadır

Abese sûresinin ilk âyetlerinde, Hz. Peygamber ile görme özürlü sahabi Abdullah b. Ümmi Mektûm arasında özürlülerin toplum içindeki yerinin doğru belirlenmesi açısından önemli bir olay anlatılmaktadır. Kureyş’in ileri gelenlerine İslam’ı anlatırken Abdullah b. Ümmi Mektûm, Hz. Peygamber’in bulunduğu meclise girmiş ve İslam konusunda kendisinin aydınlatılmasını istemişti. O’nun bu tutumu, belki de misafirleriyle yeterince ilgilenememe düşüncesiyle Hz. Peygamber’in hoşuna gitmemiş, sözün kesilmesini istememiş, bundan dolayı ona karşı ilgisiz davranarak yüzünü çevirmişti (Hamidullah, 1981:214).

Allah, Hz. Peygamber’in bu ilgisiz tavrını şu şekilde değerlendirmektedir: “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysa ki onun temizlenip arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat sen, koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun” (Kuran, Abese:1-10).

Ayette geçen ifadelerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, olay esnasında Mekkelilerin önde gelenlerine İslam’ı tebliğe fazlaca kendini kaptırmıştı. Çünkü O, kendilerine dini tebliğ ettiği kişilerin Müslüman olacaklarını ümit ediyordu. Görme özürlü Abdullah b. Ümmi Mektûm’un ihmal edilmesi, onunla ilgilenilmemesi Allah tarafından hoş karşılanmamıştır.

Olaydan sonra Hz. Peygamber, Abdullah b. Ümmi Mektûm’un yanına her gelişinde ona “Ey hakkında Rabb’imin beni itâb ettiği (uyardığı) zat merhaba!” der ve urbasını altına sererdi. Ayette Peygamber uyarıldığı gibi, aynı zamanda âmâ olan Abdullah b. Ümmi Mektûm da gözü gören kimselere nasip olmayacak bir şerefle ödüllendirilmiştir (Sancaklı, 2008:179-217):

1.2. Kuran Özürlülere Pozitif Ayrımcılık Hakkı Tanımaktadır

Hz. Peygamber, özürlülere yapamayacağı işleri hiçbir zaman teklif etmemiştir. Mesela onların savaşlara iştirak etmesini istememiştir. Nitekim: "Mü'minlerden oturanlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz" (Kuran, Mâide: 95) ayeti vahyedildiğinde İbn Ümmü Mektûm Peygamberimiz'e gelerek görme özürlü oluşu dolayısıyla cihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından yukarıdaki ayetin "özürlü olanlar hariç" kısmı da ayete eklenerek inmiş ve dolayısıyla onun gibi kimselerin özrü geçerli kabul edilmişti.

Savaşa fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak özrü olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren ayet sayesinde özürlüler, maddi ve manevi boyutuyla koruma kapsamına alınmıştır. Buna bağlı olarak Hz. Peygamber, özürlüleri savaş gibi ağır bedeni güç ve sorumluluklar isteyen işlerden uzak tutmuş, bu alanda belirli muafiyetler getirmiştir (Döndüren, 2003:6).

2. HZ. PEYGAMBERİN ÖZÜRLÜLERE YÖNELİK SOSYAL-PEDAGOJİK YAKLAŞIMLARININ TEMEL İLKELERİ

Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde özürlülerin eşit insan muamelesi görmesi ve toplum hayatına katılmaları, onlarla ilgili Kuran ayetlerinin indirilmesi ile mümkün olmuştur. Hz. Peygamber, Kuran’dan ilham alarak, özürlü insanlara özel ilgi ve şefkat göstermiş ve onları değişik sosyal hizmet politikalarıyla toplumun faydalı bir unsuru haline getirmiştir. Hz. Peygamber’in özürlülere dönük sosyal hizmet uygulamalarını değişik açılardan ele almak ve değerlendirmek mümkündür. Sosyal hizmet içerikli bazı temel esaslar doğrultusunda hayata geçirilen uygulamalarla ilgili birkaç örnek aşağıda gösterilmiştir.

2.1. Hz. Muhammed Özürlülerin Toplum Hayatına (Cemaate) Katılmalarını Teşvik Etmiştir

Abdullah b. Ümmi Mektûm, görme özürlü oluşu yanında evinin mescide uzaklığını ve kendisini mescide götürecek kimsesinin bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Hz. Peygamber’den müsaade istemişti. Hz. Peygamber, “Sen namaz için ezan okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu. O, “Evet” cevabını verince, Hz. Peygamber, “O halde davete icabet et, cemaate gel” buyurdu ve kendisine bir refakatçı tayin etti. Hz. Peygamber'in görme özürlü bir insanı toplumdan dışlamayarak onu cemaat içinde bulunmaya teşviki dikkat çekicidir (Seyyar, 2011:177).

2.2. Hz. Muhammed Özürlüler İçin Sosyal ve Meslekî Rehabilitasyon Uygulamıştır

Bazı bedenî kusurları olan ve belki de bundan dolayı çölde yaşamayı tercih eden Zâhir isminde bir sahabi vardı. Zâhir, Hz. Peygamber’in isteği üzerine çölde bulunan güzel meyve ve çiçeklerden getirip Hz. Peygamberle birlikte Medine pazarında satardı. Hz. Peygamber de şehrin güzel ve hoş şeylerinden ona alır ve ihtiyaçalrını böylece karşılardı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, onun hakkında şöyle demiştir: "Zâhir bizim çölümüz, biz de onun şehriyiz".

Bir defasında Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiği bazı şeyleri satarken Hz. Peygamber ona arkadan yaklaşır ve şaka yapmak amacıyla gözlerini kapatarak şöyle der: "Bir kölem var, satıyorum. Onu benden kim satın almak ister?" Zâhir, "Ey Allah'ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satın alır?" deyince şaka bu andan itibaren biter. Hz. Peygamber, topluma da hitap ederek bütün ciddiyetiyle şöyle der: "Ya Zâhir, and olsun ki sen Allah katında değersiz değilsin, tam aksine çok değerlisin” demek suretiyle Zâhir’in toplum hayatına tam kaynaşmasına yardımcı olur (Seyyar, 2011:128-130).

2.3. Hz. Muhammed Bedensel Özürlüleri Vali Olarak Tayin Etmiştir

Modern sosyal hukuk sistemlerinde insan hakları bağlamında yeni bir ilke olarak kabul edilen pozitif ayrımcılık, fırsat eşitliğini sağlama ve sosyal hayata tam katılım kapsamında toplumda özürlülük gibi özel durumları gereği sosyal yönden korunması gereken dezavantajlı gruplara tanınan bazı imtiyazlardır (özel haklardır). İslami sosyal hizmetler, ayrımcılığın olumsuz yansımalarını ortadan kaldırmak veya bizzat kendisini bertaraf etmek veya ayrımcılığı önlemek amacıyla korunmaya muhtaç kişilere yönelik olarak pozitif ayrımcılığı alternatif bir uygulama biçimi olarak benimsemektedir.

Nitekim ayağından sakat olduğu halde Muaz b. Cebel, Hz. Peygamber tarafından o günün en büyük idari makamlarından sayılan valilik görevine tayin edilmiştir. İdari görev üstlenme noktasında aynı (belki de daha) nitelikte olan adaylar arasında Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer olduğu halde bir devlet adamı olarak Hz. Peygamber, pozitif ayrımcılık yaparak, Hz. Muaz’ı Yemen valisi olarak tayin etmiştir (Seyyar, 2011:92-100).

2.4. Hz. Muhammed (Görme) Özürlülere Dinî ve İdarî Görevler Vermiştir

Hz. Peygamber’in, özürlülere önem ve değer verdiğinin en güzel örneği çalışabilir durumda olanlara kamu alanında görev vermiş olmasıdır. Hz. Peygamber, görme özürlü olan ve hicretten önce Medine’de Kur’an öğreticisi olarak görev yapan Abdullah b. Ümmi Mektûm'u, Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak çalıştırmıştır. Hz. Peygamber, değişik vesilelerle Medine dışına çıktığı zaman, Abdullah b. Ümmi Mektûm'u yerine cemaate namaz kıldırması için vekil olarak bırakmıştır. Vekaleten de olsa bir nevi Medine Valiliğine getirilen Abdullah b. Ümmi Mektûm'a bu görev on üç defa verilmiştir (Aydınlı, 1999: 434-435).

2.5. Hz. Muhammed (Görme) Özürlüler İçin Alternatif İstihdam İmkânları Sunmuştur

Hz. Peygamber, görme engellilere kolaylık olsun diye alternatif iş imkânları da sunmuştur. Hz. Peygamber, görme engelli bir sahabi olan İtban b. Malik'e evinde imamlık yapmaya müsaade etmiştir. İtban bin Malik, Hz. Peygambere gelerek sorununu şu şekilde dile getirdi: “Ben görme güçlüğü çeken birisiyim. Kimi zaman karanlık, yağmur ve sel oluyor. Evime gelerek bir yerde namaz kılsanız da, ben orasını namaz kılma yeri edinsem. Bunun üzerine Allah’ın elçisi geldi ve yer olarak neresini sevdiğini sordu. Itbân evin bir yerini gösterdi ve Resulullah orada namaz kıldı.” (Ahmed b. Hanbel, 1982:449-450). Dolayısıyla Itbân b. Mâlik’in evi mahalle mescidine dönüştürülmüş ve kendisine de mahalle imamı görevi verilmiştir.

2.6. Hz. Muhammed Özürlü İşgücünü Her Türlü İstismardan Korumuştur

Ticarette meşgul olmuş Münkız bin Amr isminde bir sahabi, bir savaşta beynine kadar varan bir baş yarası almış ve bununla birlikte dili de yara almıştı. Bundan dolayı sahabi belirli bir derecede hem zihnî becerilerini hem de konuşma kabiliyetini yitirmiş oldu. Kendisi buna rağmen ticarete devam etmiştir. Ancak ticari faaliyetlerde sürekli olarak aldatılırdı. Bir gün Hz. Peygamber’in yanına gelir ve durumunu anlatır. Hz. Peygamber, ticaret yapmasını engellemediği gibi dezavantajlı girişimcilerin işine yarayacak yeni bazı ticarî kuralların uygulanması amacıyla sahabiye şunları söyler: “Sen alışveriş ettiğin zaman ‘İslam dininde aldatmak yoktur’, de. Sonra sen, satın aldığın her malı geri vermek hususunda üç güne kadar muhayyersin. Bu üç günlük süreden sonra rızan olursa malı tut ve arzulamazsan malı sahibine geri ver”. Böylece alışverişlerde satış akdi yapılırken belirli bir süre için muhayyerlik (geri verebilmek) şartının getirilmesi ile aldanma riskine karşı zayıf tüccarlar korunmuş olmaktadır (Sarıçam, 2011:360).

2.7. Hz. Muhammed Özürlüleri Rahatsız Eden Tutum ve Davranışlarının Sergilenmesini Yasaklamıştır

Hz. Peygamber, toplumda iyiliklerle donanmış, kötülüklerden arınmış kısaca insan-ı kâmil vasıflarına sahip bir insan topluluğu oluşturmak istemiştir. Özellikle sağlıklı olanların, sosyal çevrelerindeki özürlü insanlara karşı ölçülü ve olumlu davranışlar sergilemelerini istemiştir. Hz. Peygamberin tavsiyesi istikametinde, rahatsız edecek bir şekilde özürlülere dikkatlice ve uzun süre bakmak uygun değildir. Hz. Peygamber örneğin, “Cüzzamlılara uzun süre bakmayın” buyurmakla (Heysemî, 1988:100) cüzzamlı kimselere, dolayısıyla bedeni bir kusuru bulunan kimselere rahatsız edecek bir şekilde bakılmaması gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber herhangi bir görme özürlünün yoluna engel olanları veya onları yoldan saptıranları, kasten yanlış yola yönlendirenleri kınamıştır (Ahmed b. Hanbel, 1982:217,309,317).

Toplum hayatında, tutum ve davranışlarıyla güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş olan Allah Rasûlü, bedenî arızalarından dolayı özürlü olarak algılanan hiçbir insanı, ne sözleriyle, ne de davranışlarıyla dışlamadığı gibi başkalarının da bu tarz yaklaşımlarını kınamıştır. Efendimiz, nasıl ki insanların ırk, renk, dil, din ve sosyal tabakaları sebebiyle ayıplanmasına izin vermemişse, özürlülerle de alay edilmesine açık bir şekilde karşı çıkmıştır. Hz. Abdullah ibn-i Mes’ud ile ilgili olay bunun açık delilidir.

Kaynakların zikrettiğine göre, ashâbın ileri gelenlerinden Hz. Abdullah ibn-i Mes’ud, hem çelimsiz ve ince bacaklı, hem de kısa boylu birisiydi. O kadar kısa boylu idi ki; ayakta durduğu hâlde, oturanların boyunda ancak görünüyordu. Bir gün, Medine bahçelerinde, bir grup sahâbîyle otururken Hz. Peygamber, Hz. Abdullah ibn-i Mes’ud’dan meyve getirmesini ister. Diğerlerine göre küçük boylu olan Abdullah ibn-i Mes’ud, hemen koşar ve hurma ağacına tırmanmaya başlar. Herkes onun bu hızlı hareketlerine bakmaya başlar. Bir ara açılan zayıf, ince bacakları, dikkatleri çektiğinden dolayı hafif bir gülüşmeye yol açar. Orada bulunanlar, onun ince bacaklarına bakarak, onu küçümser bir tavır takınırlar. Bu duruma fevkalade üzülen yüce Peygamberimiz, onlara şu ikazı yapma gereği duyar: “Yarın mizanda (âhirette sevap ve günahların tartıldığı günde) onun ince bacağı, Uhud Dağı’ndan ağır gelir. Mahşerde sevabı Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecek biri için, neden böyle gülüyorsunuz?”

Rasûlullah, bu sözleriyle, insanları çirkinlik-güzellik, sakatlık-sağlamlık gibi dış görünüşlerine göre değerlendirmeyi bırakıp, içlerinde taşıdıkları güzelliklerine ve inançlarına göre değerlendirmek gerektiğine işaret etmiştir. Kalıptan ziyade, kalbin ve düşüncenin özürlü olmamasını isteyen Peygamberimiz, sadece Hz. Abdullah ibn-i Mes’ud ile ilgili olarak değil, bütün insanların arkalarından, özellikle fizikî kusurlarının ve ayıplarının söylenmesinden ve alay edilmesinden son derece rahatsızlık duyarlardı ve bunu gıybet olarak telakki ederlerdi (Seyyar, 2011:20).

2.8. Hz. Muhammed Özürlülere İyilikte Bulunulmasını Teşvik Etmiştir

Hz. Peygamber, özürlü ve desteğe muhtaç insanlara yapılacak her türlü iyilik ve yardımı, yani toplumsal fayda sağlayacak her eylemi sadaka olarak değerlendirmektedir. Hz. Peygamber bir hadisinde doğan her gün için sadaka verilmesi gereğinden söz ettiğinde sahabe, kendilerinin bu kadar mal varlığının bulunmadığını hatırlatınca O, maddî nitelik taşımayan fakat sosyal hizmet içerikli sadaka türlerinin de bulunduğunu şöyle ifade etmiştir: “Âmâya (görme özürlüye) rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi ihtiyacını tedarik etmesi için gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir...” (Ahmed b. Hanbel, 1982:168-169). Yükünü yüklemeye veya aracına/bineğine binmeye çalışan bir özürlüye yardımcı olmak da bir sadakadır (Ahmed b. Hanbel, 1982:350).

2.9. Hz. Muhammed Özürlülerin Evlenmelerine Yardımcı Olmuştur

Genç sahabi Hz. Cüleybib, yoksulluğu kıyafetinden anlaşacak kadar fakir olmakla birlikte boyu oldukça kısa (cüce) ve yüzü de bir hayli çirkindi. Bu yönleriyle kendisinin toplumda dezavantajlı bir konumda veya engelli olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim sosyal çevre onu genelde dış görünüşüyle değerlendirdiği için, kimse ona kızını vermek istemezdi. Bir gün Hz. Cüleybib, cinsel sorununa bir çözüm bulması ümidiyle Peygamberimizin yanına gelir ve toplumun içinde “Ey Allah’ın Resulü, zina etmem için bana izin ver!” der. Bu sözü işiten ve paniğe kapılan sahabeler kendisini uyarma ihtiyacı duyarlar ve bunun üzerine Peygamberimiz “Onu kendi haline bırakın” dedikten sonra genci yanına çağırır. Psiko-sosyal sorununu iyi bilen Peygamberimiz gence tatlı bir dille şu soruyu yöneltir: “Şimdi Cüleybib, sen o işi annene ister misin?” Genç bu soru karşısında heyecanlanır ve “Hayır, vallahi ey Allah’ın Resulü! Allah beni sana feda etsin, sana kurban etsin! İnsanlardan hiçbir kimse o işi annelerine istemezler”, diyerek tepkisini dile getirir. Peygamberimiz aynı soruyu bu sefer kız kardeşi ve teyzesi gibi diğer yakın akrabaları için sorar ve genç hep aynı cevabı verir ve teklifinin ne kadar isabetsiz olduğunu anlar. Aklen ve mantıken ikna olan ve niyetinden tümüyle vazgeçen Hz. Cüleybib’in göğsüne Peygamberimiz elini uzatır ve şu duayı okur: “Allah’ım! Günahını mağfiret eyle, kalbini temizle, ırz ve namusunu koru…”. Aklî (mantıkî) ve manevî rehabilitasyon sürecinden geçen Hz. Cüleybib toplum içinde en iffetli insanlarından biri haline gelir.

Her ne kadar Hz. Cüleybib, cinsel sapkınlığa ve fuhşa yol açacak tutumundan bütünüyle kurtulmuş olsa dahî sosyal boyutuyla yine de tam olarak rehabilite olduğu söylenemez. Çünkü temel bir ihtiyaç olan evlenme gibi bir sosyal haktan halen mahrum idi. Hz. Cüleybib’in derdini ve değerini iyi bilen Peygamberimiz, onu evlendirmek için fırsat kollar ve Medine’li soylu bir aile olan sahabeden birinin evlenme çağındaki kızı ile evlenmesini ikna yoluyla sağlar. Her ne kadar kızın ailesi gencin sosyo-ekonomik statüsünden ve özürlü olmasından dolayı tereddüt geçirmiş ise de kızları, “Allah Resulü, beni kime uygun gördüyse siz de uygun görün. Zira o benim aleyhime olacak bir şeyi yapmaz” diyerek Ahzab Suresi’nin 36.ayetini hatırlatır: “Allah ile peygamberi bir iş hakkında hüküm verdikten sonra, mümin olan bir erkekle mümin olan bir kadına, artık o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur”. Kızlarının bu uyarısı üzerine anne ve baba, durumun manevî boyutunu da düşünerek, hatalarını anlarlar ve kızlarını Hz. Cüleybib’le evlenmesine izin verirler.

Bu habere sevinen Resulü Ekrem Efendimiz, peygamber tavsiyesini her şeyin üstünde tutan o anlayışlı kız için: “Allah’ım! Onun üzerine hayırlar yağdır, kendisine sıkıntısız bir hayat nasip et”, diye dua eder (Ahmet ibn Hanbel:256; Taberani:162-163, 183; Müsnedü’ ş- Şamiyyin:139, 373).

2.10. Hz. Muhammed Zihinsel Özürlüleri Ceza-i Müeyyideden Muaf Tutmuştur

Medineli Neccaroğullarından olan Hz. Nuayman bin Amr bin Rifâa el-Ensârî, sahabe arasında Peygamberimizin tebessüm etmesine de yol açan ağır şakalarıyla ün yapmış bir şahsiyettir (Türkiye Diyanet Vakfı, 2007:220-221).

Aslında toplum normlarına aykırı olan “şakaları”, büyük bir ihtimalle Hz. Nuayman’ın farklı (düşük) zekâ seviyesi ile ilgilidir. Hz. Nuayman’ın aklî melekeleri tam gelişmemiş olduğunu aşağıdaki olaydan çıkartmak mümkündür:

Bedevînin biri, Hz. Peygamberi ziyaret maksadıyla, mescidin avlusuna kadar gelir. Devesini çöktürdükten sonra içeriye girer. Ashabdan birileri de, çok şakacı olarak bilinen Hz. Nuayman İbn-i Amr'a latife olsun diye şöyle bir teklifte bulunur: “Sen şu deveyi kesiversen de onu yesek! Çünkü gerçekten et yemeyi çok özledik. Nasılsa Rasulullah Aleyhisselâm onun bedelini öder”. Nuayman bu sözlerin etkisi altında kalır ve hiç itiraz etmeden işe koyulur. Zaten o tam böyle işlerin adamıdır. Deveyi yere yatırır, keser ve yüzmeye başlar. Devenin sahibi Hz. Peygamberin huzurundan çıktığında devesinin derisinin yüzüldüğünü görür ve tabiî bir refleks veya tepki olarak feryadı basar. “Eyvah, devem kesilmiş!” diye bağırır (Kandehlevi, t.y.:181-182).

Yaşanan bu hadisenin devamını anlatmadan önce normal şartlarda muhtemel olarak ortaya çıkabilecek sosyal, pedagojik ve fıkhî sonuçlar hakkında teorik bir değerlendirme yapmakta fayda vardır. Zaman ve mekândan bağımsız olarak bu gibi durumların sosyal ve fıkhî boyutunu öğrenmek maksadıyla ilahiyat ve İslâm hukuku alanının uzmanlarına asrı saadette yaşanmış olan bu hadiseyi hiçbir surette hatırlatmadan ve-fakat bu hadiseyle teorik bir ilinti sağlayabilecek bir şekilde, aşağıdaki şu suali yönelttik (Seyyar, 2010:32-37).:

“Bir kişinin, başka birisine ait olan bir deveyi sahibinden izinsiz ve habersiz olarak (başkalarına dağıtmak maksadıyla) kesmesi halinde bu fiili işleyen kişiye normal şartlarda ve dolayısıyla şer’an ne gibi ceza uygulanır?”

Prof. Dr. Nihat Dalgın:

“Sözü edilen deve, kapalı bir mekândan/ağıldan (korunaklı bir yerden) çalınmış ise, mahkemede yargılama sonucunda hırsıza hırsızlık haddi/el kesme cezası uygulanır. Hırsızlık suçuna had cezası verilebilmesi için; çalınan mal, malın korunduğu yer, çalan kimse ve mal ile hırsız arasındaki mülkiyet ilişkisi şüphesi gibi noktalarda fıkhımızda sıralanan 15-20 kadar şartın bir arada bulunması gerekmektedir.”

Doç. Dr. Hüseyin Esen:

“Başkasına ait deveyi normal şartlarda -açlık zarureti olmaksızın- kesen kişi, deve sahibine maddî zarar vermiştir. Bu zararı tazminle yükümlüdür. Misliyle veya kıymetiyle deveyi ödemek zorundadır. Burada şu açıklamayı yapmakta fayda var. Deveyi mesela sahibinin tarlasında otlarken orada kesmekle, ahırdan çalıp başka bir yere götürerek kesmek arasında fark vardır. Sahibinin tarlasında kestiğinde sadece maddî zarardan bahsedilir; ahır gibi koruma altında olan bir yerden çıkarıp götürüldüğünde ise hırsızlık suçundan bahsedilir.”

Doç. Dr. Adnan Koşum:

“Bir kimsenin başkasına ait olan bir şeyi sahibinin haberi ve bilgisi olmadan gizlice alması esasen hırsızlık suçuna girmektedir. Ancak kişi burada deveyi gizlice mi aldı? Ayrıca korunmuş (muhrez) bir yerden mi aldı? Burada açıklık yok. Eğer bu şartlar dâhilinde almış ise el kesme cezası gerekir. Şayet bu şartları taşımıyorsa daha hafif bir ceza verilir. Diğer taraftan burada sorunun soruluşundan deveyi kendine mülk edinmek için değil başkalarına dağıtmak istemesi durumunda şüphe ile ceza (yani hırsızlık suçu için öngörülen el kesme cezası) düşürülüp daha hafif bir ceza verilebilir.”

Özetleyecek olursak normal şartlarda şahitler huzurunda ve failin ifadesi alındıktan sonra ortaya çıkan zarar, ya kişi, ya akilesi (velisi), ya da hazine (beytülmal) tarafından ödenmesi gerekmektedir. Bunun yanında işlenen suç, açık alanda gerçekleştiği için, kişiye sosyal ve pedagojik içerikli bir tedip cezasının da verilmesi uygun görülmektedir. Bu durumda had dışı cürümlerde daha hafif bir ceza biçimi olan tazirin uygulanması münasip düşmektedir. Şimdi ise hadisenin devamına bir göz atmakta fayda vardır. Peygamberimiz bu hadiseden sonra acaba Hz. Nuayman’a nasıl bir tavır sergilemiş ve ona nasıl bir ceza vermiş olabilir?

Hz. Peygamber, çığlıklar üzerine mescidden dışarıya çıkar ve sorar: “Kim yaptı bu işi?”. “Nuayman yaptı” cevabını alır almaz Hz. Peygamber, Nuayman'ın peşine düşerek, onu aramaya başlar. Adamın biri, onun saklandığı yere doğru işaret ederek, yüksek sesle şöyle bağırır: “Ben onu görmedim, ya Rasulullah!” Nihayet bir evde (Zübeyr b. Abdülmuttalip’ın kızı Dubaa’nın evinde bir çukurun içinde) saklandığını tespit eder. Hz. Nuayman’ı bir hendeğin içinde gizlenmiş, üstüne hurma dalları ve yaprakları örtmüş hâlde bulur. Hz. Peygamber, onu bulduktan sonra derhal elinden tutup onu hendekten çıkarır. Bulaşan toz ve topraktan yüzünün rengi değişen Hz. Nuayman’a Hz. Peygamber müşfik bir edâ ile sorar: “Bu yaptığını sana yaptıran nedir?” Hz. Nuayman, boynunu büker ve şöyle cevap verir: “Benim yerimi sana gösterenler var ya, ey Allah'ın Resulü! İşte onlar bu işi bana yaptırdılar”. Hz. Peygamber, bir yandan Hz. Nuayman'ın yüzündeki tozları siler, bir yandan da tebessüm eder. Sonra deve sahibini çağırarak devesinin bedelini öder ve işi tatlıya bağlar (Kandehlevi, t.y.:181-182).

Hz. Nuayman’a ve bu işi kendisine yaptıranlara herhangi bir ceza uygulanmadığına göre, bu özel durumu nasıl değerlendirmek gerekir? Hz. Peygamber’in neticede şu veya bu şekilde ceza gerektiren bu uygunsuz fiili işleyen Hz. Nuayman’ı korumanın bir sebebi olmalıdır. Acaba Hz. Nuayman, işlediği bu fiilin hukukî sonuçlarını yeterince idrak edecek şuura sahip değil miydi? Burada aklî bütünlüğünün tam olarak bulunmama gibi bir durumun söz konusu olması halinde kişiye ne derece bir mükellefiyet yüklenebilir sorusu akla gelmektedir. Bu durumu açıklıya kavuşturmak ümidiyle yine aynı yöntemle uzmanlarımıza aşağıdaki şu soruyu yönelttik:

“Bu fiili işleyen kişi, yaptığının sosyal ve cezaî sonuçlarının tam idrakinde ve şuurunda olmadığından (zekâ geriliğinden) dolayı yapmış ise şer’i hüküm kişinin (kısmen veya bütünüyle) lehine değişebilir mi?

Prof. Dr. Nihat Dalgın:

“Ergen ve aklı başında olmak, cezaî ehliyet için olmazsa olmaz şarttır. Buna göre, İslâm hukukuna göre de, ergen ve normal bir insanın aklî melekelerine haiz olmayan kimselerin işleyecekleri hırsızlık suçu sebebiyle onlara el kesme şeklinde had cezası uygulanmaz. Ancak, çalınan malın kişinin velileri tarafından tazmin ettirilmesi cihetine gidilir. Kendilerine belki uslandırıcı/eğitici şekilde yine uzmanların uygun göreceği hafif türden ceza verilebilir. Bu hapis cezası, para cezası, azarlama, kınama vb. olabilir.”

Doç. Dr. Adnan Koşum

“Kişide akıl hastalığı, küçüklük gibi cezaî ehliyetini etkileyen bir durum olması durumunda ceza uygulanmaz. Bu takdirde verilen zarar eğer varsa kendi malından, yoksa kendisine bakmakla yükümlü yakınlarının malından, bunlar da yoksa akile, bunlar da yoksa devlet tarafından zararı tazmin ettirilir. Başka bir ifadeyle zarar karşılıksız kalmaz.”

Normal şartlarda herhangi bir suçun (başkasına ait deveyi ulu orta ve herkesin gözü önünde kesme) faile (Nuayman’a) izafe edilmesi esastır. Ancak görüldüğü üzere Hz. Peygamber, Hz. Nuayman’ın yol açtığı zararı özel bir koruyucu veya bir devlet adamı olarak ya cebinden, ya da beytülmal’dan karşılama yöntemini tercih etmiştir. Bununla birlikte suçu işledikten sonra bunun etkisi altında kalan Hz. Nuayman’ın ürküp kaçtığını görüyoruz. Bunların bir sonucu olarak daha vahim hataların işlemesini engellemek düşüncesiyle Hz. Peygamber, kendisine sosyal-pedagojik yöntemlerle yaklaşır ve hatasını soru sorarak anlamasına yardımcı olur. Aldığı cevap ise, Hz. Nuayman’ın çocuksu ve masumane zihnî dünyasını gösterecek kadar açıktır. Böyle bir cevap karşısında gülümsemek, verilen cevabın içerik açısından samimî ve espritüel olmasına bağlanabilir. Ancak cevaptan da anlaşılacağı üzere, Hz. Nuayman’ın hadisenin sorumluluk boyutunu ve yaptığı işin sosyal ve cezaî sonuçlarını mantıken tam olarak idrak edememiş olduğunun da bir işaretidir.

Gerçi bu suçun işlenmesine sebep olan kimselerle bu suç arasında bir irtibatın kurulması da mümkündür. Nitekim Hz. Nuayman, başkalarının sözü ve telkini üzerine bu işi yaptığını itiraf etmektedir. Bu durumda müsebbipler (azmettirenler) ile suç arasında açık bir irtibat kurulabilir ve cezanın bir kısmını failden (Hz. Nuayman’dan) müsebbiplere (telkin edenlere) de intikal ettirilebilir. Bir başka ifadeyle bedevinin zararı her halükarda tazmin ettirilmesi gerektiği için, bu zarar ya fail (Hz. Nuayman) ya da buna sebep olanlar tarafından giderilmesi gerekmektedir. Ancak ilginç olan şudur ki, Hz. Peygamber belki de ortamı daha fazla germemek ve-fakat sosyal çevreye pedagojik bir mesaj vermek düşüncesiyle tazminat cezasını ne Hz. Nuayman’a, ne de müsebbiplere yükler.

Çevredekilerin Hz. Nuayman’ı herkesin kolaylıkla üstlenemeyeceği bazı eğlendirici ve güldürücü işlere rahatlıkla itebilmeleri, Hz. Nuayman’ın muzip kişiliğinin yanında zihnî algılama kapasitesinin eksik olduğunun bir göstergesi olarak da algılanabilir. Büyük bir ihtimalle zihnî yetersizliğinden dolayı Hz. Peygamber, bu gibi olaylarda onu özel velayeti ve himayesi altına alma gereğini duymuş olabilir. Nitekim telkin üzere de olsa neticede kendi hür iradesi ile açık bir suç işlemesine rağmen ona ceza verilmemiş olması, zihnî dünyasının normal işlemediğinin bir işareti olarak düşünülebilir. Aklın noksanlığı, cezaî sorumluluğu ortadan kaldıran sübjektif bir sebep olduğu gerçeğinden yola çıkacak olursak, Hz. Nuayman’ın kısmî cezaî sorumluluk taşıyacak kadar aklî yeterliliğe sahip olduğu söylenebilir.

 

SONUÇ

İslâm dini, beşerî münasebetlerde ve sosyal hayatta güçlük değil kolaylık sağlanmasını öngörmektedir. Bu itibarla toplum tarafından korunması gereken özürlüler de toplumda oldukları gibi yani eşit değerde vatandaşlar gibi yaşama ve kendileri fırsat eşitliği çerçevesinde geliştirme hakkına sahiptirler. İslâm dini, özürlülere pozitif ayrımcılık kapsamında bazı sosyal haklar verirken sosyal sorumluluklarını da özürlülüklerinin müsaade ettiği boyutta yerine getirmelerini istemektedir. Bedensel rahatsızlıkları bazı sorumluluklarını (mesela savaşa katılma gibi) yerine getirmede bir engel teşkil etmesi halinde kendilerine bazı kolaylıklar veya muafiyetler getirilmektedir.

Ancak akıllı ve doğru düşünebilmede yeterli olmayan zihinsel özürlüler ise, muafiyet noktasında diğer bedensel özürlülere göre daha da şanslı sayılabilirler ve zihnî yetersizlikleri nispetinde ceza-i müeyyidenin bütünüyle veya kısmen dışında kalmaktadırlar. Temel hukukî ve ahlâkî ilke olarak İslâm dini, akıldan noksan olan bir insanı, hayâ ve din(î mükellefiyet) yönünden yetersizdir gördüğü için ona masum gözüyle bakmakta ve topluma bu yönde sosyal mesajlar vermektedir. Bunun için Müslüman toplumlar, kimseyi hakir görmeden bedensel özürlülerin yanında özellikle aklen-zihnen yeterli olmayan insanlara karşı sabırlı ve mütehammil olmalıdırlar.

Bilindiği gibi zihinsel özürlüler (ve akıl hastaları), bilerek ve isteyerek kasıtlı suçlar üstlenebilecekleri gibi ihmal, tedbirsizlik, dikkatsizlik, arzularına gem vuramama gibi değişik aklî, zihnî ve psiko-sosyal sebeplerden ötürü taksirli suçlar da işleyebilirler. Bundan dolayıdır ki bugünün sağlıklı insanları, Hz. Peygamberin Sosyal Sünneti kapsamına giren tutum ve davranışlarını dikkate alarak, bedensel ve zihinsel özürlülere geniş yürekleriyle son derece yumuşak ve hoş davranabilmeli, toplumla kaynaşmalarına yardımcı olabilmeli ve onların bazı hata ve kusurlarına göz yumabilmelidir.

 

 

KAYNAKLAR

Ahmed b. Hanbel. (1982). Müsned, V. İstanbul. Çağrı Yayınları.

Ahmet ibn Hanbel, el-Müsned, 5:256.

Aydınlı, A. (1999). “İbn Ümmü Mektûm”. İstanbul. DİA XX.

Döndüren, H. “İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylıklar ve Ruhsatlar” Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm (Sorunlar ve Çözüm Önerileri). Ankara. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

Hamidullah, M. (1981). Rasulullah'ın İslam'a Davet Metodu. Konya. Hayra Hizmet Vakfı.

Heysemî, Ali b. Ebî Bekir, (1988). Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâi. Beyrut. Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.

Kandehlevi, M. Yusuf. (t.y.) Hayatü’s Sahabe; (Tercüme: Ahmet Meylani); Hikmet Yayınları; İstanbul.

Müsnedü’ ş- Şamiyyin, C. 2, h. No:10066, h. No:1523.

Sancaklı, S. (2008). “Hz. Peygamber'in Engellilere Karşı Bakış Açısının Tespiti”. Manevi Sosyal Hizmetler. Seyyar, A. (ed). İstanbul. Rağbet Yayınları.

Seyyar, A. (2010). Zihinsel Özürlülük Açısından Şakacı Sahabi Hz. Nuayman; Rağbet Yayınları. İstanbul.

Seyyar, A. (2011). Yıldızlar Engel Tanımaz, Bedensel Özürlü Sahabelerin Hayatı; 3. Baskı. İstanbul. Rağbet Yayınları.

Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, C. 8, h. No:7679, h. No: 7759.

Türkiye Diyanet Vakfı (2007). İslâm Ansiklopedisi; C. 33; İstanbul.