SOSYAL
DEĞERLER VE ÇEVRE
Doç. Dr. Sami ŞENER
İ.T.Ü. İşletme Fakültesi
Çevre problemi veya yeryüzünde mevcut tabii dengenin
bozulması, biyolojik, tıbbî, ekonomik ve teknik etkiler yanında sosyal
problemlere de sebep olmuştur. Çünkü sosyal hayatın en önemli unsuru
insandır. Hayata dönük tüm tehlikeler, en önemli etkisini insan üzerinde
göstermektedir. Bu yüzden sosyal bilimlerin çevrede mevcut fizikî, ekonomik
ve teknik v.b. bilim dalları ile statik bir alakası yanında, çevrenin
dinamik unsurları ile olan etkileşimini de göz önüne almak gerekmektedir.
Bütün bunlara rağmen, birçok ekonomik, teknik veya
politik konu insan faktörünün bu olaylardaki rolü görmemezlikten gelinerek
eksik açıklamalar yapılmaktadır. Çevre konusunda da söylenmesi gereken şey,
insanın ruhî ve ahlâkî değişiminin de çevrenin almış olduğu yeni biçimde
önemli rolleri olduğudur. Meseleye bir de bu yönden bakmak, bazı konulara
açıklık getirecektir.
I. SOSYAL VE FİZİKÎ ÇEVRE
Sosyal çevre, fizikî çevre ile iç içedir. İçinde
yaşadığımız dünyayı fizikî ve sosyal olarak ikiye ayırmak, pek yanlış olmaz,
böylece insan eli değmeden meydana gelen olaylar ve insan gücü, zekası ile
ortaya çıkan çalışmalar şeklinde bir ayırım yapabiliriz. Fakat bu iki farklı
alan, birbirinden bağımsız değildir. Her ikisi de birbirini belirli ölçüde
etkilemektedir. Fizikî çevre ve bunun kanunları, insan aklının ötesinde
varolmuş ve belirli bir düzen içerisinde devam etmektedir. Bazılarının
tabiat kanunu diye adlandırdığı bu mükemmel sistem, her şeyi yarattığını
kabul ettiğimiz Allah'ın eseridir.
Çevre olayları arasında yer alan hava kirliliği, sosyal
faktörler dikkate alınmaksızın açıklanamaz. Çünkü kirliliğe yol açan
teknolojik veya ekonomik
felsefenin uygulanışıdır. Veya nüfus yoğunluğu ve hareketleridir. Bunların
her birinin arkasında insanın iradesi ve
kararı bulunmaktadır. Ve tabii ki, bu
irade ve kararlara etki eden düşünce ve niyetlerdir... Çünkü irade ve karar
da objektif hususlardır.
Dolayısıyla bu faktörlere etki eden birtakım "temel değerler"
in varlığı gözler önüne serilmek durumundadır. Aksi halde, olayların ilk
sebeplerine inmemiş ve açıklamaları tatmin edici seviyede yapmamış oluruz.
A.
Tabiî ve sun'î çevre
İçinde
yaşadığımız dünya ve bu dünyayı teşkil eden hava, toprak, su ve
bitkiler dediğimiz çevre;
insanların bilgisi ve çabası dışında meydana gelmiştir.
Fakat bu ''bakir çevre"
inşam eliyle gelişeceği gibi, insan eliyle de çorak hale
gelebilir. Üstelik insan,
karşı karşıya kaldığı bu çevreye ilaveler yapmakta ve
en önemlisi onu kendi
kanunları içerisinde sürdürme imkânına sahip tek varlık
olmaktadır.
Yeryüzünde tabiî bir dengenin varlığı, insanoğlunun uzun zamandan beri
farkına vardığı
gerçeklerden biridir. Bu ve benzeri olaylar göstermektedir ki, çevremizde
cereyan eden olayların hiçbiri tesadüfi değil, bilhassa son derece hassas
bir düzen ve plan içerisinde sürüp gitmektedir.
Doğa
belirli bir kanunla idare edilmektedir. Bütün canlı varlıklar kendi
bölgelerine girmedikçe,
diğer canlılara dolaysız bir etki yapmayacak, ancak dolaylı
etkisi her zaman ve her şartta olabilecek şekilde yaratılmışlardır. Mesela
bitkilerle beslenen hayvanların bitkilerin
bazılarını yedikleri, bazılarının da
semtine dahi uğramadıkları dikkati çekmektedir (1).
Bu
tabiî dengenin bozulmasında en etkin unsur insan olmuştur. Onun çeşitli
ekonomik ve teknik çabaları sonucunda çevrede bir takım olumsuzluklar ortaya
çıkmıştır.
Hava
kirliliği sorunu, havanın kirletilmesiyle ortaya çıktığına göre, esas
kaynak ve sebep
kirleticilerdir. Bu kirleticileri de insanlar çeşitli faaliyetleri
(ısınma, sanayileşme,
ulaşım v.b.) sonucu havaya salmaktadır. Dolayısıyla hava
kirliliğinin baş sorumlusu insandır. Doğal çevre elemanları, bazı şartlarda
bu kirliliğin
kolayca dağılıp yok olmasına yardımcı olurken, bazı durumlarda
da kirliliğin kalıcılığına
sebep olmakta ve kirliliğin insana ve çevresine verdiği
zararın ölçüsünü
arttırmaktadır. Normal olarak, kurulmuş bulunan doğal denge
vasıtasıyla tabiat ve dolayısıyla atmosfer kendi kendisim temizlemektedir.
Ancak insanlar
tabiattaki bu dengeyi olumsuz faaliyetleri sonucu bozduğu için
kendi kendine çözümü zor
birtakım sorunlar çıkmaktadır (2).
Buradan
şu sonuç çıkmaktadır ki, insanın dünyayı kirletmesi ve bozması
öyle bir şekildedir ki,
tabii sistem böyle bir kirlenmeyi düzeltmemektedir.
Tabiî dengenin bozulması
konusunda bazılarının gösterdiği sebeplerden biri
nüfus artışıdır.
Özellikle gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin nüfuslarının
ekonomik ve çevre problemleri açısından iyi bir belirti olmadığı görüşündedirler.
Fakat yeryüzünde birçok boş ve kullanılmamış alanın varlığından, problemin
nüfustan çok yerleşme ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Tabiatın hızla tahrip edilerek kıt faktör haline getirilmesi; ekonomi, örgüt
ve nüfus dengesinin de bozulması ile yakından ilişkilidir. Ancak gerek
kentsel, gerekse
kırsal alanlarda yerleşimlerin ekonomik verimlilik analizi yapılmadan,
konut alanları tesisine gidilmesi, kıyı yerleşimlerinin döviz girdisi
sağlamak amacıyla ilmî
maliyet-verimlilik analizi yapılmadan turistik yapılanmalara açılması,
ikinci konut yapımlarına gösterilen ilgi, fauna ve flora gibi çeşitli
ekosistemlere müdahale, kısacası kişisel fayda kanununun işlemesi, olumsuz
dışsallıklara yol açmaktadır.
Yeryüzünde tabiî dengenin bozulmasına sebep olan insan, aslında kendi
tabiî varlığı için son
derece gerekli olan yeşillik, çiçek ve sükûnet dolu ortamın
kaçınılmaz bir ihtiyaç
olduğunu sonraları anlamış ve bu ihtiyacını birtakım
sun'î tedbirlerle giderme
yoluna gitmiştir.
En zengin olanlar, büyük
caddelerin dev yapılarında oturuyorlar. Bu
dünyanın kralları baş döndürücü
kulelerin doruğunda zevkle yapılmış ağaçlı,
çimenli ve çiçekli evlere sahipler.
Oralarda bir dağın tepesindeymiş gibi gürültüden,
tozdan ve hareketten uzak yaşamaktadırlar. İnsan topluluklarından
uzak olarak sürdürdükleri hayat, derebeylerin, şatoların surlarr ve
hendekleri gerisinde sürdürdükleri
hayattan farksızdır. Başkaları da, hatta en gösterişsiz
olanlar bile, 14. Lui'nin ya da büyük
Frederik'in sahip olduğu konforu aşan bir
rahatlık içinde apartmanlarda
oturuyorlar (3).
İnsanın
yerleştiği yerin, onun birçok yönlerden rahat edeceği ve ruhî ve
sosyal ihtiyaçlarını
karşılayabileceği özelliklere sahip olması gerekir. Bu yüzden
insanlar, birçok tabiî özelliklere sahip olan yerlere yerleşmiş ve buraları
kendine faydalı bir
hale getirmiştir. Ama, tabiî çevrede yaşayan sadece insan
değildir.
Bir
çayırda ev yapımı, çayırın bozulması ve orada yuvalanan birçok kuş
ve diğer hayvanları göçe
zorlar. Bu ise o ekosistemde zincirleme büyük değişimlere
yol açar. Bazen bu değişimler bilinerek meydana getirilirler. DDT ile
mücadelenin yol açtığı
bozukluklar buna örnek olarak gösterilebilir. Tabiî şartlarda
eko-sistemlerdeki basit değişimler, suksesyon değişiklikleri ve evrim yolu
ile ortaya çıkan bazı değişimler olsa da, bunların belirgin ve zararlı hale
gelmesi çok uzun zamanı gerektirir (4).
Bu
genel tavır, acaba her yerde görülmekte midir? Bu konuda etraflı bilgiye
sahip olmamakla birlikte, geçmiş sosyal hayatımızdaki bazı sahneler, tabiata
müdahale etmeden de onun güzelliklerinden faydalanan bir medeniyetin
varlığına işaret
etmektedir.
Biçimsel açıdan, boğazın tarihî yerleşme dokusunun son verilerinin mutlak
olarak korunması zarurîdir. Eski boğaz köylerinin küçük iskele meydanlarında
yankısını bulan eski yerleşme ölçülerinin, mimarî olduğu kadar psikoterapik
ve insanî niteliklerin korunmaya değer fizikî veriler oldukları kuşkusuzdur.
Bugün insanî yapısı ile tabiat arasında vaktiyle kurulmuş boyutsal ve biçimsel
ilişkilerin yeniden ihyası kabil olmasa da, yeni,yerleşmenin fizikî görüntüsünün
dağlara taş kaplamak şeklinde olmaması gerektiği açıktır (5).
Prof.
Mehmet Kaplan, yerleşme geleneği ve yapılanma ile insan ve sosyal
hayatı arasındaki İlişki
hakkında şunları söylemektedir:
Eskiden
fakir evlerin pencere kenarlarında bile çiçek saksıları bulunurdu.
Ve bu çiçekler insanlara iyilik ve güzellik duygusunu aşılardı. Boğaziçini,
hatta bütün İstanbul'u ağaçlar ve çiçeklerle donatabiliriz. Duyguların
gelişebilmesi için dış alemde güzel
objelere ihtiyaç vardır. Şâirler bunu çok iyi bilirler.
Boğaziçindeki mezarlıklar ve
serviler mutlaka korunmalıdır. Modern insan
ölüm ve kutsallık duygusunu kaybediyor. Bundan dolayı da çok çiğ, manasız
bir yaratık haline geliyor. Manzara ile duygular arasındaki münasebeti çok
iyi bilen A.Ş. Hisar, bu olayı
şöyle açıklıyor: "Sağa ve sola sapılınca korularda-ki
kalbimizin bizi hayatla barıştıracak yollarını insanlardan iyi bilen ihtiyar
ağaçlar, kendilerine kucak açar
ve muhtaç oldukları teselliyi ve gönül rahatlığını
gölge, koku ve sessizlik halinde bol bol sunarlardı (6).
Günümüzde bu tür insan ve çevre bütünleşmesine ait hassas tutumu bulmak
son derece zor. Bu doğrultuda yeni yeni çabalar ise, çevrenin hor kullanmasının
getirdiği sıkıntılardan sonra böyle bir tutumun faydasına inanmışlardır.
Halihazırda insanın içinde huzur dolu yaşayabildiği yerler, küçük yerleşim
birimleridir. Ama toplumdaki ekonomik dengesizlik, yine bu insanları
buralardan büyük şehirlerin yoğun ve sıkıcı ortamına çekebilmektedir.
Ancak
kentleşme dediğimiz hareketlilik, ulaştırma alanındaki gelişmenin
sağladığı kolaylıklar yüzünden insanların sık sık yer değiştirme, sözü edilen
derece farkını durmadan azaltmakta ve yumuşatmaktadır. Bugün için belki
küçük topluluklar, köyler daha elverişli durumdadır. Ancak gelir dengesizliklerinin
oralarda yaşayanları da hızla büyük yerlere ittiği pek iyi bilinen bir
gerçektir.
B.
Şehirleşme
Şehir,
insanlığın kendisi için kurduğu ve sistematize ettiği en yakın çevresidir.
Şehirlere bakarak, insanlığın hayat anlayışlarını anlamak mümkündür
denilirse, mübalağalı bir değerlendirme yapılmış olmaz.
Kanaatimce şehir, ilk önceleri şuurlu bir karar ve düşünce ile meydana
getirilen bir
organizasyon değildi. Çeşitli dinî, maddî ve siyasî sebepler şehirlerin
oluşumunu sağladı. Ama insanlar, bu yoğun birikimin getireceği problemlerin
büyüklüğünü herhalde tahmin edemediler. Veya, toplumların hayat ve insan
anlayışları doğrultusunda bir yerleşme düzeni ortaya çıktı.
Çünkü çevre şartlarının
güzelliği ve uygunluğu, insanı sevmek ve düşünmekle
oldukça ilişkili bir konudur. İnsana kıymet vermeyen bir kültür ve medeniyetin,
çevreye kıymet vermesi düşünülemez.
Hızla
artan nüfus, kırsal yörelerde geçimini sağlayamadığı için, modern hayata
özendiğinden veya kendisi ve çocukları için daha güvenli bir gelecek,
daha uygun yaşama ve eğitim fırsatları gördüğü
için büyük yerleşim birimlerine gelmektedir. Böylece şehirler sağlıklı veya
sağlıksız, planlı veya plansız bir şekilde büyüyerek bu yerleşme merkezleri
gerek yatay ve gerekse dikey yönde hızlı bir gelişme göstermektedir.
Topografik yönden veya başka sebeplerle
gelişmenin
engellendiği yerlerde, arsa fiyatları astronomik değerlere ulaştığı
için, bahçeli veya az katlı evlerin yapımından
kaçınılmakta ve çok katlı yüksek
binaların yapımına gidilmektedir. Bunun sonucu olarak yerleşim merkezlerinde
birim yüzeye düşen yeşil alanlar azalmakta, insan sayısı, hane sayısı ve tüketilen
yakıt miktarında hızlı bir artış ortaya çıkmaktadır. Artan yakıt miktarı,
artan hava kirliliği demektir. Hava kirliliğinin artışında, yakıt miktarı yanında
yakıtın cinsi de önemli rol oynamaktadır.
Çağdaş
şehir, işte bu korkunç konutlardan ve toz, duman ve yakıt gazlarıyla
kirlenmiş, kamyon ve tramvayların kulak tırmalayıcı gürültüleriyle dolu loş
sokaklardan meydana geliyor. O sokaklar ki, her an büyük bir kalabalıkla
dolup taşıyor.
Şehirlerin insanoğlunun yararına kurulmadıkları gün gibi ortada.
Fizikî ve maddî çevrenin
insanın ruhî ve sosyal yapısı üzerinde ortaya çıkan
etkisi pek yeni bir olay değil. Fakat bu gerçeğin varlığına rağmen, batı uygarlığının
şehirleri insanı psikolojik, zihnî ve bedenî açıdan yıpratıcı niteliklere
sahip olmuşlardır.
Uygarlık
öylesine uyarıcılar meydana getirmiştir ki, bunlara karşı kendimizi nasıl
savunacağımzı bilemiyoruz. Büyük şehirlerin ve fabrikaların gürültüsüne,
modern yaşayışın çalkantılarına, tedirginliklere ve iş çokluğuna karşı
savaşamıyoruz.
Uykusuzluğa hiç alıştığımız yok. Afyon ya da kokain gibi zehirlere
dayanacak yetenekte değiliz. Ne tuhaftır ki, modern yaşayış şartlarından
çoğuna, hiç sıkıntı çekmeden uyuyoruz. Ne var ki, bu uyum kişinin gerçekten
bozulmasına yol açan, organik ve zihni değişiklikler meydana getiriyor (7).
İncelemenin başında, insanın fizikî çevreye sosyal değerleri ile etki ettiği
belirtilmişti. Bu açıdan meseleye
bakıldığında; mesken, cami, kilise, okul, hastane,
atölye, fabrika, dükkan, mağaza, türlü yollar, taşıtlar aletler, makineler,
endüstri ve tanım ürünleri hep
kolektif bilincin dışlaşmış, nesneleşmiş ve
maddeleşmiş birer ürünüdürler. Çünkü
bütün bu fizik olaylar, maddi olaylar ve türlü teknikler kolektif bilincin
meydana getirdiği türlü değerler tarafından
anlam kazanarak sosyal hayatın malı olmuşlardır (8).
İşte bu
farklılık, bir dünya görüşü ve yaşama tarzının, daha çok manevi
değerleri, yaşama felsefesi ve hedefleri ile
ilgili yönlerinden etkilenir. Buradan
hareketle, kentleşme olayının bu tür değerlerden yoksun bir biçimde düzenlenerek
insanın psikolojik yapısı üzerinde baskılar yapmak suretiyle kişiliğine
etki edebildiğini
söyleyebiliriz..
Bir
araştırmada (Fischer, 1973) sanayileşme ve kentleşmenin sonucu olarak
"kent yaşantısı" kimliğine kolayca dönüldüğü anlatılmaktadır. Toplumsal
uzak kalma,
isolation ve güçsüzlük duygusunun giderek büyümesi, kentleşmenin
ortaya koyduğu yabancılaşma olayına sebep olur. Kentleşme, ferdi kendi
yalnızlığı içine
çeker, dostluk ve yakınlarıyla olan içten bağlılığını, akrabalık
dayanışmasını yitirir. Tüm
toplumsal temasları yıkılır. Fert güçsüz ve dayanıksız
kalır. Böyle bir süreçte kuşkusuz köyden kente gelen insanlar bastıkları
zeminde kayarlar,
tutunamayarak kenarlara doğru itilirler. Görülüyor ki, kentleşme,
sağlıklı veya sağlıksız hangi yönden olursa olsun; sürekli toplumsal meseleler
ortaya koymaktadır (9).
Yeni
kent insanlarının kaygısı ve mutsuzlukları, siyasî, ekonomik ve toplumsal
kurumlardan; fakat özellikle kendi ilişkilerindeki düşüşten ileri geliyor.
Çağdaş insanlar
hayat ilimlerinin madde ilimlerinden geri kalmış olmasının
kurbanıdırlar. Bu
hastalığın tek çaresi, kendimizi çok daha derin şekilde tanımaktır
(10).
Bugün
özellikle insanın kendi ruhî ihtiyaçlarına ters bir ortamda olması,
kendisi ve çevresi
arasındaki dengenin iyi kurulamamasının bir sonucudur.
Hâlâ
şehirlerde yaşayan insanlar ekseriya başkalarıyla alakasız ve yalnızdır.
Onların bir bölümü fizikî olarak, çoğunluğu ise iç yalnızlığının sonsuz
sıkıntıları
içerisinde yaşamaktadır. Onlar birçok insanla temas halinde olmalarına
karşılık, bu ilişkiler boş ve tatmin edicilikten uzaktır.
Şehirlerde yaşayanlar birçok arkadaşa sahip olduklarını düşünürler. Fakat
arkadaş kelimesinin manası değişmiştir. Geçmişin arkadaşlıkları ile mukayese
edildiğinde yeni arkadaşlıkların çoğu önemsiz bir alaka şeklindedir
(11). .
İslâm
mimarisi basit inşaat malzemelerine bağlı kaldı ve enerji kaynağı
olarak ışık ve rüzgâr gibi
temel tabiat güçlerini kullandı. O cami ve ev avluları
içinde bakir tabiatın
sükûnetini, ahengini ve huzurunu yeniden oluşturarak şehirler inşa etti.
İslâm şehrinin kalbinde ibadet için düzenlenen mekânlar,
eğitim, zanaat ve ticaret
işleri için olduğu kadar özel hayat ve kültürel faaliyet için de düzenlenen
alanlarla birbirine geçmiştir. Bugün birçok İslâm şehrinin
kalbinde yer alan cami,
medrese, pazar, evler vb. mekân ve fonksiyon birliğini hâlâ gözler önüne
sermektedir. (12)
Bir
yabancı gezginin Türk şehri için yazdıkları, dikkate değer bir çevre-insan
ahengini anlatmaktadır:
Türk
şehri dendiği zaman belirli bir tablo insanın gözü önüne geliyor. Yeşillik
içinde gayr-ı muntazam birçok şeyler vardı ama, sempatik bir laubalilik,
bir rahatlık vardı.
Binaların içinde, dışında bîr tevazu, binaların birbirine saygı
göstermesi ve bunların arasında büyük abidelere ona göre yer vermek vardı.
Bu
arada geleneksel Türk yapı tarzının sosyal çevre ile uyumu ve meydana
getirdiği psikolojik etkinlik konusuna da dikkatler çekilmektedir: Geleneksel
Türk sokağının kültürel ve mekânsal değerleri yanında, çağımız mimarlarının
ve şehircilerinin örnek alması gereken çok önemli insanî yönü dikkati
çekmekte, boyutlarının insanı ezmeyen, kişiliğinden koparmayan özelliği;
komşuluk ilişkilerinin toplumsal yaşama
yararlan, kullanılan malzemenin insan sağlığına uyumu ve daha birçok
benzer nitelikleriyle böyle bir kentsel öğe titizlikle
korunmalı, en azından prensiplerine sadık kalınarak yenebilmelidir (13).
II.
TEKNOLOJİ VE SOSYAL DÜZEN İLİŞKİSİ
Teknoloji, çağımızda son derece onurlu bir yere sahiptir. Fakat aynı zamanda
son derece sert bir şekilde eleştirilen, yine teknolojinin ortaya koyduğu
maddî medeniyet ve
onun temel felsefesidir. Ünlü fizyolog doktor Alex
Carrel'in bu konuda
yaptığı enteresan tespitlere kulak verelim.
Çağdaş
uygarlık, bize uygun olmadığı için kötü durumda bulunuyor. Gerçek
tabiî yapımızı tanımadan meydana getirilmiş bir uygarlıktı bu. İlmi buluşlar
hevesinin sonucuydu. İnsanların zevklerinden, kuruntularından, teorilerinden
ve isteklerinden doğmuştu. Onu biz kurduğumuz halde, kendi ölçümüze
göre değildi.
İlmin
ve teknolojinin meydana getirdiği çağdaş toplum, tüm eski uygarlıkların
düştüğü hataya düşmektedir. O toplum ki, ferdin ve soyun içinde yaşamayacakları
şartları meydana getiriyor. İnsanoğlunun bunalımıdır bu. İnsan,
kendi beyni ve kendi elleriyle meydana
getirdiği dünyaya ayak uyduramamaktadır.
Onun için, bu dünyayı "varoluş yasakları"na göre yeniden düzenlemekten
başka çaremiz kalmıyor" (14).
A.
Teknolojinin sosyal hayata müdahalesi
Nedendir bilinmez, batı toplumunda meydana gelen teknolojik ilerleme
ve gelişme, bu kültür ve
medeniyete ait toplumlarda önemli dengesizlikler ortaya
çıkartmıştır. Sosyal yapının teknolojik gelişmelere göre biçim alması bunların
başta gelenidir.
Endüstrileşmiş memleketler kendi sosyal yapılarını da değiştirmişlerdir. Bir
tek makina kazancını elde etmek için halk kendi sosyal alakalarını değiştirmeye
mecbur kalmayabilir. Fakat netice, halk arzulasa da arzulamasa da
sosyal yapının daha fazla değişmesi,
makinalar üzerinde kurulu bütün bir üretim
sistemini geliştirmeye bağlı gibi görünmektedir (15).
Hızlı
değişimin sonuçları içerisinde, ferdin toplumda yalnız kalışı ciddi
bir problem halinde bu
toplumların karşısına çıkmıştır. Sanayi toplumunun
getirdiği en büyük
maliyet, herhalde birbirinden uzaklaşan insan gruplarıdır.
Makina
ve uygulamalı ilimlerin ani çıkışı, batı medeniyetini bazı hususlarda
kaos durumuna getirdi. Bununla birlikte, geçmişteki her şey hata olmadıkça
cemiyet kendini bir defa daha düzen içine sokabilecektir. Yeni düzenin
hangisi olacağını kimse tahmin edemiyor. Fakat mahalli grubun mevcut kuvveti
hem ferdi kontrol edecek, hem de onun psikolojik ihtiyaçlarını karşılayacak
ve muhtemelen bu birlik olmaksızın olmak mümkün olmayacaktır (16).
1.
İnsan tabiatına ters bir uygarlık
Batı
uygarlığının özellikle maddi ve teknolojik alanlara kayması, toplumda
insanın tek yönlü olarak gelişmesine imkân hazırladı. Elbetteki mânevi ve
ruhî yönün
eksikliği, kişileri mutsuzluğa götürecekti. Bu durumdan sonra, toplumun
hayatında hareket ve heyecan neredeyse kalmayacaktı.
Şimdilerde gerçekten bizim teknolojik kültürümüzün monotonluğu, elbirliği
ile davranışlarımızın monotonluğuna, hoşlanma, eğitim ve kütle iletişim
ilgilerinin yeknesaklığına doğru gitmektedir. Muhakkak ki, mümkün olduğu kadar
az değiştirilmiş bir çevreyi meydana getirmek için ihtiyatlı bir çaba sarf
edersek, insan
tabiatının zenginliğini kullanabiliriz (17).
Batı medeniyetinin kişi ve
aile yapılarının bozulmasına yol açacak derecede
çok yönlü problemler getirdiği öne sürülmektedir.
Uygarlığımız, şimdiye kadar zihin etkenliklerimize uygun bir ortam meydana
getirmeyi başaramamıştır. Çağdaş insanların çoğundaki zihin ve ahlâk
zayıflığını, içinde bulundukları psikolojik
atmosferin yetersizliğine ve bileşim
bozukluğuna bağlamak gerekir. Maddenin Önceliği ve faydacılık, sanayi dininin
doğmaları halindedir. Bunlar, çağdaş bilimin anaları olan batılı ulusların
kabul ettiği anlamdaki zihin
kültürünün ve ahlâk güzelliğinin yok olmasına
yol açmışlardır. Aynı zamanda yaşayış
tarzındaki değişiklikler, kendi kişilikleri
ve kendilerine özgü gelenekleri olan aile ve toplum gruplarının bozulması sonucunu
doğuruyor (18).
Sanayileşmenin çevre ile etkileşimi, Avrupa'da zengin maden ve hammadde
kaynaklarının çevrelerinde insan yığınlarının toplanması ile başlamıştır.
Sanayileşmenin bizzat kendisi, bir çevre bozucusu ve kirleticisi olarak
görülmekteyse de, sanayi çevresinin ve faaliyetlerinin düzensi ve
gelişigüzel seçilip
yapılması da çevrenin tahribine yol açmaktadır.
Uzun yıllar sır ve gizlilik
perdesi altında saklanan sanayi artıklarının yarattığı
kirlilik, bugün kitlelerin sağlığım, yaşantısını ve sanayi devrimini tamamlamış
olan toplumların geleceğini tehlikeli yönde etkilediğinden kamu
otoritelerini harekete geçirmiştir (19).
Herhalde çevre korumada tutulacak en
doğru yol, öncelikle insanlar için
sağlıklı hayatın ve mutluluğun. sağlanması olmalıdır.
Çevreyi en çok kirletenler sanayiciler olduğuna göre, zararın büyük
kısmını da onların çekmesi adalet
gereğidir. Halbuki durum aksinedir. Ağır sanayi bütün pisliklerini,
zehirlerini çevreye saçar, bunun da zararlarım bölgedeki üreticiler
çeker (20).
Sanayinin çevre üzerindeki olumsuz tesiri sadece kendi dışındaki faaliyetlerle
sınırlı değildir. Sanayi işletmelerindeki çalışma ortamda insanı ve dolayısıyla
çevreyi tahrip edici durumlara yol açabilmektedir.
Önemi
her geçen gün üstsel bir hızla artan hava kirliliğinin kamuoyuna yansıması,
genellikle açık atmosferdeki hava kirliliği olarak yönlendirilmiştir.
Halbuki, buna ek ve hatta eşit olarak kapak iş yerlerindeki atmosferin
kirlenmesi sonucu
bu yerlerde çalışanlar sağlık yönünden önemli bir risk grubu oluşturur.
Meselâ kış aylarında hava kirlenmesi sorunu ile karşılaşman bir kentte,
açık havadaki azot oksitleri ve
kükürtdioksit konsantrasyonları, bir kimya fabrikası
ya da bir gübre fabrikasındaki konsantrasyonlarla kıyaslanmayacak
kadar düşüktür (21).
B.
Sosyo-ekonomik felsefe ve insan
Toplumların ekonomik çaba ve programlan, insanın çok yönlü faydası
üzerine kurulduğunda, gerçek hedefine varmış
olur. Bir toplumun gelişimi ve
zenginliği, eğer fertler üzerinde olumsuzluklar ortaya çıkarıyorsa, orada
bir yanlışlık ve dengesizlik var
demektir. Çeşitli konularda yatırımlar yaparken,bu çok yönlü fayda ve
etkiyi düşünmek gerekecektir.
Ekonomik
bakımdan sıkıntı içinde bulunan bir toplumda yeşil alan ihtiyacı ilk bakışta
hizmet tercihlerinde önceliğe sahip olmayabilir. Bununla birlikte,
gerek yöneticiler gerekse yönetilenler bireysel ekonomik çıkarlarını toplum
menfaatleri ile dengelerken, doğal çevreyi de biyolojik ihtiyaçları için korumak
gerektiği şuurunu kazanmalıdırlar. Bu değişme, şüphesiz eğitim yoluyla
düşüncelerin etkilenebilmesiyle yakından ilgilidir (22).
Anatomi, kimya, fizyoloji, ruhbilim, pedagoji, tarih, sosyoloji, siyasî ekonomi
ve bu ilimlerin tüm dallan konularını tüketemiyorlar. Demek oluyor ki,
uzmanların bildiği
insan, somut insan, gerçek insan değildir. Her ilmin tekniğiyle
çizilen taslakların meydana getirdiği bir taslaktır o sadece (23).
Sosyal
ilimlerin temelinde toplumların değer yargılarının bulunduğu bilinmektedir.
Bu durum, her toplumda başlangıçta fark edilmese de çeşitli problemler, bu
değer yargılarının varlığını ve gerekliliğini şiddetli bir biçimde hissettirmiştir.
Tabiî çevrede yaşamı için
savaş veren, madde ve enerji üreticisi ve günümüzde
daha çok tüketici olarak rol oynayan insan, toplumsal sistem içinde, akıl ve
bilgisi ile giderek tabiata hakim olmaktadır. Tabiî çevre etkenlerine
karşı iç ortamın değişmezliğini koruma
çabası verirken, tabiatın ekolojik dengesini olumlu veya olumsuz
yönde etkilemekte, tabiî etkenlere karşı uyum sağlamak
için toplumsal yapısı içinde zeka ve yeteneğinin meydana getirdiği imkânları
kullanmaktadır. Bu üretici güç "kültür'dür.
İlim ve
kültürün meydana getirdiği teknoloji ve endüstrinin ürünleri ve artıkları
"sun'î çevre"yi oluşturur ve tabiî çevre faktörlerini olumsuz yönde etkileyerek
onu bozar (24).
Toplumsal hayata etki eden tabiî çevrenin bozulmasıyla, psikolojik ve
sosyal problemler de bu
dengesizlik içinde şiddetini arttıracaktır.
İlk
çağlardan başlayarak izlenen kültürel, mekânsal, işlevsel ve kullanılmaya
uygun, değer ölçülerine, özellikle yüzyılımızda bir de "insanî değer" ölçüsü
eklendi. Hayat çevresinin giderek makineleşmesi, bu ortamda yaşayan kişilerin
en başta kendi tabiatına yabancılaşması sonucunu doğurmuştur.
Antropoloji, toplum psikolojisi ve sosyal bilimlerce desteklenen genel kabullerle
yapılanmış çevrenin yaşanılır olup-olmaması, bedenî, ruhî sağlığa etkisi
somut analizlerle ortaya konmalıdır. Zira kötü fizikî hayat ortamının, ruhî
bozukluğa da yol
açtığı herkesçe bilinmektedir (25).
Çevrenin insanın yaşayabileceği huzur ve sükûnet içerisinde olması, bir
toplumun hayata ait değerleri ve insanın yetişme tarzı ile fevkalâde alakalı
bir konudur. Yaşayışın tüm alanlarında ortaya çıkan ağırbaşlılığa,
geleneksel kültürümüz
içerisinde muhteşem örnekler bulunabileceğini bazı insaflı batılı
araştırmacılar
söylemektedir.
Muradgea
Ohsson'un müşahedelerine göre, "senenin hiçbir mevsiminde
bu milletin ülkesinde ne
balo maskeleri, ne sokak dansları, ne karnaval eğlenceleri,
ne de başka yerlerde daima rastlanan gürültülü halk şenlikleri görülür.
Osmanlı Türklerinin milli karakterini teşkil eden ve karın, ağırbaşlılığın,
durgunluğun
tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükûna bundan daha müptela
bir millet yoktur. Ne kimseyi rahatsız eder, ne merak gösterir. Biraz fevkalade
bir şey mesela bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir hayvan görecek
olursa biraz
durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve daha fazla oyalanmaya
lüzum görmeyerek sevinç yahut hayret
taşkınlıklarına kapılmak gibi haller
hiçbir Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketlerdir
(26).
Bu
vakar ve ciddiyet, padişahından köylüsüne kadar herkesin ortak vasfı
idi. Hatta münevver üst tabakanın vakarını
kaybetmesinden sonra dahi halk bu
asaleti devam ettirmiştir. De Amicis'in anlattığına göre: "Bütün Türkler bir
fikir üzerinde düşünmeye dalmış
filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif
bir iç hayatın ifadesi okunur. Hepsinin
hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal
mevcuttur."
Tüketim ve Lüks
Günümüzde en son haddine varan bir gösteriş merakı ve lüks arzusunun
varlığı göze çarpmaktadır.
Önce batı toplumlarında görülen ve giderek ekonomik
durumu iyi olan ülke veya kesimlerde kendisini hissettiren "aşırı tüketim"
arzusu, aslında
tabiî olmayan birtakım niyet ve arzulardan kaynaklanmaktadır. Fakat kişi ve
toplumda ortaya çıkan bu sosyal hastalık, ekonomilere ve
teknolojiye yön vermekte
ve sonuçta çevrenin birçok imkânı gereksiz yere harcanmaktadır.
Bu
aşırı tüketim, insanın sadece tabiî kaynakları israf etmesine yol açmakla
kalmamış, aynı zamanda tabiatta varolan sistemin bozulmasına kadar
gidecek noktalara
getirmiştir.
Gerçekte ekosistem değişimleri insanoğlunu, kesip biçme, yakma, ekim,
alanı açma, orman
tahribi, geniş çayırların tahribi, aşırı otlatma, hoyratça tabiatı
kulanım, erozyonu hızlandırma, normal botop'un başta bitki ve hayvan istilasına
uğramasına yol açıcı durumlar, prestisid-insektisit tahribi, rasyasyon
tehlikesi,
şehirleşme ve sanayileşme ile mekanizasyon sonuçlan, aşırı tüketim
ile aşırı refah temini
gayretleriyle onu çok büyük bir ekosistem modifikatörü
yapmıştır. Bu
insanoğlunun aşırı modifikatörlük etkileri ise "Sentetik-sun'î"
bir sistemin meydana
getirilmesine yol açmış, çok tehlikeli tabiat dengesizliklerini zorlamıştır
(27).
Bundan
anlaşılıyor ki, insanların her şeyi rast gele kullanmaları çeşitli
problemlerin çıkmasına
sebep olmaktadır. Bu sıkıntı o an belirli bir zaman ve
mekânda olması bile, bir
başka yer ve zamanda açığa çıkabilmektedir.
Ulusal
bir enerji israfını önleme ahlâkını geliştirmek zorundayız. Endüstri,
enerjiyi en verimli biçimde kullanarak, enerji israfını önleyecek üretime
yönelmeyi
sağlayacak projeleri geliştirerek yardımcı olabilir. Tüketiciler her
günkü uygulamalarında,
sürekli olarak enerji israfını önlemede yardımcı olabilirler.
Meselâ ışıkları söndürürler, arabaların anahtarını çevirirler, havalandırma
ve ısıtma araçlarını daha az kullanırlar ve enerjiyi daha verimli biçimde
kullanan ürünler satın alırlar. Hükümetin de dolaysız olarak enerji israfını
Önleme, enerji
israfı ile mücadelede öncülük yapma alanlarında oynayacağı
önemli roller vardır
(28).
Yeryüzünde bizim kullanmamıza tahsis edilmiş her şeyi ölçülü ve israf
etmeden kullanmak, inanç ve geleneklerimizin bize öğrettiği manalı bir
alışkanlıktır.
Ayrıca dünyada kıt olarak bulunan maddelerin düzensizce kullanılması
sonucunda, onların yok
olma ihtimali ile karşı karşıya gelmekteyiz. Böyle bir
durumda bu tür maddelerin
yerine geçecek şekilde meydana getirilen sun'î mamuller
tabiî maddeler gibi hayata intibak edememekte, beraberinde bir kısım
zararlar veya aksaklıklar
getirmektedir.
İnsanoğlunun modern hayata geçişi hızlandıkça, ekosistemlerde çeşitli
yollardan değişiklikler
getirdiği ve "sentetik ekosistemler" oluşumunu zorladığı
bir gerçektir. Bu sentetik ekosistemlerde oluşan önemli olayları bilme ve
tedbirlerini ona
göre alma görevi yine insanlık vazifesi olmuştur, insanoğlunun
bu vazifeyi yerine getirmesinde başarılı olabilmesi için de, yine kendisinin
hazırladığı
teknolojinin akıllıca, ustaca ve dengeli biçimde uygulanması gerekir.
Bu konuda ilim adamları fikir birliği içindedir (29).
TEKLİFLER
Tabiatta gördüğümüz ve faydasını müşahede ettiğimiz "tabiî denge" insanın
teknolojiyi yoğun ve düşüncesizce kullanmasından ötürü bozulmaktadır. Bu
durumdan kurtulmanın yegâne yolu, tabiî şartlara dönmektir.
Eğer
teknolojinin getirdikleri ekosistem için zarar getiriyorsa, bu gelen
zararları önleyici
birtakım yeni ilave teknolojileri geliştirip, daima tabiata dönüş
yolları aranmalı, hatta bazı hallerde teknolojinin bu getirdiği şeyi kullanmama
fedakârlığını göze almalıyız.
Çevre
ile ilgili konularda meydana gelen problemlerin çözümünde sadece
teknik ve fiziki
faktörlerle ilgili çalışmalar yapmak yeterli değildir. İnsan üzerinde
de çalışmaların yoğunlaştırılması gerekir. Meselâ hava kirliliğine sebep
olan çok çeşitli faktörlerin ortaya konulmasında, çözüm yollarının teklif
edilmesinde ve
gerekli tedbirlerin alınmasında fiziksel ve beşeri faktörlerin birlikte
yorumlanması gerekmektedir. Bunun için, tek bir meslek sahibi yerine, konu
ile ilgili çeşitli dalardan birkaç araştırıcının birlikte çalışmalarında
yarar görülmektedir. Böylece çeşitli
yönleri bulunan Önemli bir konu, daha sağlıklı
ve daha ayrıntılı bir şekilde ele
alınmış ve incelenmiş olacaktır (30).
Bu
durum ister istemez, geleceğin çevre meselelerinde tabiat ilimleri ve
sosyal ilimlerin beraberce
getirdiği çözüm yollarının tecrübe edilmesine imkân vermektedir.
İleri
toplumlar belli bir dönemde, meselâ gelecek 15-20 yıl içinde tabiat
ilimleri, sosyal ilimler
alanında ne kadar çevre bilimi uzmanına ihtiyaçları olduğunu belirleyerek
yetiştirme işini planlamağa çalışıyorlar. Üniversiteler de,
lisans ve lisansüstü üstü
eğitimde bundan yararlanma yoluna gidiyorlar.
OECD ülkelerinden her
birinin çevre ilimleri politikalarım sürekli olarak gözden geçirmeleri,
yenileme çabalarını sürdürmeleri istenmektedir.
Çevre
problemleri, bizzat çevrenin kendi kanunlarına riayet edilmemesinin
sonucunda ortaya çıkmıştır. İnancımız gereği Allah'ın tüm kainat olaylarını
düzenlediğim kabul ediyoruz. Dolayısıyla bütün varlıkları içine alan bu dengenin
veya sistemin sürdürülmesi, çevre bilimcileri tarafından da kabul edilmektedir.
Çevre
bunalımı, insan ekonomisinin yanında bir de tabiat ekonomisinin
bulunduğu gerçeğini ortaya
koymuştur. Öte yandan bunalımı önlemenin temel
ilkesi, tabiat ekonomisini
hakim kılmaktır. Bunun manası, bütün gelişme çabalarının geleceği tehlikeye
düşürmeden sürdürülmesini sağlayacak biçimde
planlanmasıdır (31).
Bilhassa şehir hayatında görüleceği gibi, insan yaşayışının düzenli ve
huzurlu olabilmesinin en önemli şartlarından biri de, fizikî çevrenin
temizliği ve
uygunluğu yanında, sosyal çevrenin de kendine has değer yargılarıyla
kurulmasına ihtiyaç vardır.
Yerleşim merkezlerine uygun bir şehir çevresinin meydana gelmesi için,
temiz bir fizikî
çevre ile birlikte uygun bir sosyal çevrenin de mevcut olması gerekir.
Özellikle kalkınmakta plan ülkelerdeki şehirlerde görülen ekonomik gelişmeler,
fertlerin daha kaliteli bir hayat sürmeleri için daha iyi bir çevrede,
sosyal ve kültürel faaliyetlerde
bulunmak, boş vakitleri değerlendirmek için
daha cazip mekân ve meşgale aramak
arzularını ortaya koymaktadır. Şehirlerde
değişik çevrelerden gelen insanların yeni bir çevrede yaşayabilmeleri için
cemiyet fertlerini aynı pota
içinde kaynaştırabilecek kültür merkezi ve çevrelerinin
olması şarttır (32),
İnsana uygun bir çevre hazırlama
İnsan
her nedense birçok faktörün arkasından düşünülmekte ve sonuçta
kendisi için altından
kalkınması zor problemlerle yüz yüze gelinmektedir. O
halde mesele, insanı
birçok şeyin ana ekseni kabul etmektir.
Bu
eski genel sekreteri Kurt Waldeim, Stockholm Konferansının açış konuşmasında
şöyle diyordu:
"Eğer
dünya milletleri karşılaştıkları muazzam meseleleri çözmekte başarıya
ulaşmak istiyorlarsa, öncelik listelerinde baş döndürücü bir değişiklik
yapmak zorundadırlar. Bugün askeri amaçlara tahsis edilen paraların büyük
bir kesimini
toplumun ve hayatın meselelerine ayırmadığımız sürece açlık, nüfus,
kirlenme, gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki farkın daha çok artması
ve benzeri karşı konamayacak ölçüdeki meselelerin üstesinden gelemeyeceğimiz
açıkça anlaşılmaktadır."
Tabiata
hâkim olma arzsuyla yola çıkan insanlık, aslında ortaya koyduğu
sistemle en çok insana
zulmetmekte ve onun sömürülmesine imkân hazırlamaktadır.
Çevrenin hor bir biçimde kullanılması ve böylece insanın kişiliğinin
zedelenmesi
sağlanmaktadır. Bu konuda liberal ekonomiyi çok ağır dille sorumlu
tutanlar vardır.
İşte,
fırsatçılıkla tabiata hakim olma sözleri, liberalizmin doruğuna çıktığı
19. yüzyılla eş mânâ taşımıştır diyebiliriz. Bugün ise, ileride göreceğimiz
gibi, tabiat ile
anlaşmaktan, tabiatı gereksiz yüklerle bunaltmaktan söz ediliyor.
Bunun diğer mânâsı, tabu
kaynakların ferdi sömürülerine, hatta ülkelerin ayrı
ayrı kendi çıkarlarına
uygun biçimdeki sömürülerine açık tutulmaması, tüm
insanlığın mutluluğuna
fayda sağlaması açısından değerlendirilmesidir. Öyle
ise, çevre meselelerinin
sağlıklı çözümlere bağlanması, talan ekonomisi, sığır
çobanı ekonomisi adı
verilen liberal ekonomi döneminden, düzeninden uzaklaşmakla
yakından ilgilidir (33).
Çevrenin yeşil bir bitki
örtüsü ile kaplanması, huzurlu bir ortamın bulunması
ve temiz bir hava, insanın birçok yönden- sıkıntılarını ortadan kaldırıcı
psikolojik faktörlerdir.
Yeşil
alanlar, her şeyden Önce, kentlerde, dar sokaklarda, loş ve karanlık
alt katlarda oturan
sosyal sınıfların ferahlama ve dinlenme yerleri olarak kabul
edilmelidir. Daha açık bir deyişle, yeşil alanlar, bu gibi insanların
kendilerini tabiat
ve gün ışığı içine rahatça atabildikleri, göğüslerini serin ve temiz bir
hava ile doldura
doldura rahatça nefes alabildikleri dinlenme yerleridir.
Buraya
kadar sıraladığımız, yeşil alanların halk sağlığı üzerine yapabilecekleri
olumlu etkilere bîr başkasını daha ekleyebiliriz. Bu da, evleri ve grup
evlerini caddelerden ayıran yeşil alanların, cadde gürültüsünü kesici,
gürültüyü söndürücü
etkisidir (34).
Tabiî
çevrenin güzelliği yanında, sosyal çevrenin de insanın ruh yapısının
rahatlayacağı bir özelliğe
kavuşturmaktadır. Bu şartlar insan toplumunun barış
ve esenliği için son derece gerekli tedbirler olarak kabul edilmektedir.
Toplumun ilerlemesine yardımcı olmak için mimarlar tutmak, demir ve tuğla
alıp, okullar, üniversiteler, laboratuarlar, kitaplıklar ve kiliseler yaptırmak
yetmez. Kendilerini zihni çalışmaya verenlere, yaradılışlarına ve manevî
ülkülerine göre
kişiliklerini geliştirme imkânı bulunmalıdır. Nasıl ki, ortaçağın
dinî tarikatları, çilecilik mesleğinin, tasavvufun ve felsefe düşüncesinin
gelişmesine
elverişli olan yaşayış tarzını bulmuşlarsa uygarlığın kaba maddeciliği,
zekanın atılımını engellemekle kalmıyor, fakat aynı zamanda duygulu, yumuşak
yürekli zayıf yalnız kişileri eziyor (35).
İnsanın ruh ve sosyal dünyasında huzura kavuşması, temel Özelliklerini
muhafaza etmesini,
bozulmasını ve yozlaşmasını engelleyecektir.
İnsanları mutlu ve üretken kılmak amacından yola çıkan mimar ve şehircileri
yeni endişeler beklemektedir:
Köklerinden uzaklaşma, yabancılaşma, yalnızlık, vatansızlık, sürekli
değişim, tanıdık çevrelerin bozulmasından korku hissi.
Bütün
bunlar, insanı tek yönlü olarak ele alan maddeci kültür ve hayat
anlayışlarının sadece kazanç ve menfaat elde etmek üzere sürekli imkânları
sömüren bir tutumun
sonucudur.
Sonuç
Çevreyi insana ve onun temel
değerlerine bağlı olarak yorumlamak, insanın
ve çevrenin varoluş kanunlarına dönmek gerekmektedir. Kendimizi temel
varlığımız itibariyle tanırsak,
çevremizi de tanıyabileceğiz. Ve böylece sırasıyla hayvan ve bitkilerin de
bir can taşıdığını bilerek çok mecbur kalmadıkça,onların
da içinde bulunduğu tabiî çevrenin düzenine müdahale etmemeliyiz.Aksi halde,
bindiğimiz dalı kesmiş gibi, son derece mantıksız bir hayat felsefesini
sürdürmüş oluruz.
DİPNOTLAR
1)Erol
Önder, Çevre Korumanın Metodolojisi, Çevre Koruma Dergisi, Tem
muz 1982, Sayı.12, s. 31
2)Cemalettin Şahin, Hava kirliliği, Coğrafya araştırmaları dergisi, Şubat
1989, s. l,c.l,sh.
25
3)Alex
Carrel, İnsan bu meçhul, Çev. N. Tuncer, Anten Yayınevi, İst. 1967,
s. 40
4)Yusuf
Vardar, Çevre biyolojisine giriş, Ege Univ. Yayınları, İzmir 1978,
s. 34
5)Komisyon raporu, çevre koruma dergisi, 12-15 Kasım, 1982
6)Mehmet
Kaplan, Boğaziçinde neler Korunabilir, Çevre koruma dergisi,
Ekim
1982, s. 14, sh. 10 . 7}
7)A. Carrel, a.g.e., s. 52
8)a.g.e., s. 253
9)N,
Şazi Kösemihal, Toplumsal çevre ve konut ilişkileri, Sosyoloji dergisi,
sayı, 21-22,
İstanbul 1967-68, s. 178
10)
Orhan Türkdoğan, Çağdaş Türk Sosyolojisi, A.Ün.Yayınlan, Erzurum
1977, s. 77
11)A.
Carrel, a.g.e., s. 35
12)Christopher Alexander, The City as a Mechanism for sustanining Human
contact,
13)S.
Hüseyin Nasr
14)Selcan Teoman, Çevre koruma'da yeni bir kavram: insani değer, Çevre
koruma dergisi,
Temmuz 1982, s. 21
15)A.
Carrel, a.g.e., s. 23
16) William J, Goode,
Principles of Sociology, Columbia 1977, p. 505
17)Ralph
Linton, The Study of Man, NewYork 1936, p. 230
18)W.R.
Ereld, Environment for Man, NewYork, 1936, p. 20
19)A.
Carrel, s. 18
20)Fehmi Yavuz, Çevre Sorunları, A.Ü. Siyasal Bil Fak. Yay. Ankara, 1975,
s. 13
21)Yıldız Pekşen-Turhan
Akbulut, İş yerlerinde hava kirliliği ile mücadele
stratejisi ve yöntemi, Çevre dergisi,
İst. 1986, s. 42
22)Zerrin Toprak, Turizm
Yatırımları ve Çevre, Türk İdaresi Dergisi, Aralık
1989, s. 385, s. 1212
23)A.
Carrel, a.g.e., s. 30
24)Nurten. özer, Çevre anlamı ve yapar çevre, Çevre K. Derg. Temmuz
1983, sayı.17, s.
27
25)S.
Teoman, a.g.e., s. 21
26)Erol
Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yay. İstanbul 1976,
s. 512
27)Vardar, a.g.e,,s. 39
28)Vardar, a.g.e., s. 39
29)Vardar, a.g.e., s. 38
30)C.
Şahin, a.g.e., s. 28
31)F.
Yavuz, a.g.e., s. 58
32)F. Yavuz, a.g.e., s. 58
33)Mehmet Karpuzcu, Düzensiz şehirleşme ve çevre kirlenmesi, ilim ve sanat,
Ocak-Şubat 1988, s. 7
34)F.
Yavuz, a.g.e., s. 192
35)Sıtkı Velicangil, Halk sağlığı açısından yeşil alanlar, Çevre Koruma dergisi,
Ekim 1983, s. 18, sh. 19
36)A.
Carrel, a.g.e,, s. 362 |