KÜLTÜREL BİR ELİT:
İSLAM TOPLUMUNDA ULEMANIN ROLÜ ve KONUMU
R Stephen HUMPHREYS
(Terc.:Murteza BEDİR
Ulemaloji şerefli bir bilimdir;
En azından biz böyle düşünmek zorundayız, çünkü o neredeyse bizim sahip
olduğumuz tüm İslami sosyal tarihtir....
(Ray P. Mottahedeh, JAOS
[Journal of American Oriental Society], xcv [1975], 485)
Ulema kim ve nedir? Onların ne olmadıklarını söylemek
daha kolaydır, çünkü onlar ne bir toplumsal-ekonomik sınıf, ne konumu tam
olarak belirlenmiş bir grup, ne soya dayalı bir kast, ne bir hukuki-siyasi
topluluk ve ne de bir meslektir. Eldeki metinlerde onlar, yarım yamalak
okuma-yazma bilen köy imamları, bilgili kadılar, yığınları harekete geçiren
aktörler, kralların özel danışmanları, manevi rehberler, kinik politikacılar
olarak geçmektedirler. Bazıları zengin ve nüfuz sahibi ailelerin çocukları
iken diğer bazıları uzak kasabalardan gelen fakir göçmenlerdir. Bir kısmı
toprağa sahibi ağalar, diğer bir kısmı maaşlı profesörler ya da bürokratlar,
bir diğer grubu tüccar ya da mütevazi zanaatkarlardır. Büyük çoğunluğu
erkek, ama saflarında pek çok tanınmış kadılar da vardır. Kısaca onlar,
İslam toplumu içindeki grupların muhtemel tüm sınıflamalarını aşmakta ve
siyasal, sosyal ve kültürel çok çeşitli roller oynamaktadırlar. Ancak bu
belirsizliğe rağmen, açıktır ki onlar İslam toplumunun çok hayati bir
unsurudurlar -aslında onu başka bir şey değil de “İslami” yapan yegane grup
ve nereye dönersek dönelim onlarla karşılaşmaktayız.
Belki de ulemanın bu kadar karmaşık ve belirsiz
görülmesinin nedeni bizim onlarla ilgili çok şey biliyor olmamızdır, en
azından ortaçağ İslam toplumundaki diğer gruplara nazaran. Doğrusu, bu
ölçekte bir bilgi şaşkınlık doğurmamalı, çünkü bize ulaşan çok sayıda nesir
metinlerinin yazarı onlardır, dolaysıyla kendilerinden ve kendi ilgilerinden
söz etme eğiliminde olmaları doğaldır. Ancak daha somut anlamda, onlar (tam
manasıyla olmasa da) büyük ölçüde dini bilgi ve dini itibar üzerine
yoğunlaşan bir bilimsel-edebi yazın türü geliştirdiler. Bu biyografik
sözlüktür. Bu eserlerin salt yığını onları ulema araştırmalarının son derece
gerekli bir aracı yapacak durumdadır, ancak bunun kadar önemli bir nokta da
bu yazıların hayret uyandıracak ölçüde o grubun tam ve kesin self-imajını
(kendi kendini algılayış) veriyor olmasıdır. İslam toplumunun herhangi bir
başka unsurundan çok daha kapsamlı ve çok daha doğrudan olmak üzere biz bu
insanları kendi ifadeleriyle bilebiliriz.
İki sebepten dolayı -onların her yerde hazır ve nazır
olmaları ve de elimizdeki verilerin kalitesi sebebiyle- ulema, sosyal
tarihçinin özel dikkatini celbediyor. Ulemadan hareketle toplumun geriye
kalan kısmı hakkında genellemeler yapabileceğimizi söylemek yanıltıcı
olabilir, ama onların davranışlarının kesin, eleştirel bir bilgisini, aksi
halde tamamen karanlıkta kalacak bir toplumsal sistemin dar geçitlerine ve
uzak köşelerine ışık tutmak için kullanabiliriz. Onların birbirlerini ve
ulema olmayanları nasıl gördüklerini inceleyerek, genel anlamda ortaçağ
Müslümanları için mümkün olan toplumsal davranış kalıplarının daha anlamlı
bir haritasını çıkarabiliriz.
Ana kaynağımız biyografik sözlük olduğundan,
araştırmamıza onun ayırt edici özelliklerini tartışmakla başlayacağız.
Yüzlercesi ve binlercesiyle biyografik sözlükler tasavvur edilebilecek her
türlü hacim ve formatta olabilmektedir ve bu sebepten faydalı genellemeler
yapmak zordur. Bununla birlikte, Lewis ve Holt’un Histarians of the
Middle East isimli eserde yer alan H.A.R Gibb’in ,”Islamic Biographichal
Literature” isimli makalesinde konuya açık ve nüfuz edici bir giriş
bulunabilir. (Ancak Gibb’in inatçı İran-karşıtı görüşleri burada da
kendisini göstermektedir.) Daha detaylı bir tarama Ibrahim Hafsi’nin
“Reeherehes sur le gerıre ‘Tabaqat’ dans la litterature arabe”, Arabica,
xxiii (1976), 228-265; xxiv (1977), 1-41, 150-186 isimli makalesidir.
Hafsi bu tür eserlerde bulunabilecekkonu tipleri ve organizasyon
biçimlerinin oldukça iyi, genel bir resmini sunuyor, ancak onun çalışması
biyografik sözlüğün kapsamlı bir araştırması olmaktan uzaktır. O daha çok,
özellikle tabakat ( “ sınıflar” -sözlükte” katmanlar”, “tabaka”)
teriminin anlam ve kullanımıyla ilgilenmekte ve sadece başlığında bu
kelimenin geçtiği eserleri esas almaktadır. Son olarak, Paul
Auchterlonie’nin Arabic Biographiea1 Dietionary: A Summary Guide and
Bibliography (1987) isimli eseri çok faydalı bir başvuru vasıtasıdır;
eser çok bol sayıda metnin seçici ama makul bir taramasını yapmaktadır.
Auchterlonie kütüphanecilerin ve araştırmacıların ihtiyaçlarına eğilmekte
ama bu yazın türünün (genre) edebi yapıları ve gelişimine dair çok az şey
söylemektedir.
Biyografik sözlük İslam tarih yazımının gelişiminin
oldukça erken bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Şu anda elimizde bulunan ilk
üç eser (hepsi de basın olarak mevcut) 3./9. yüzyılın ortalarında telif
edilmiştir: el-Vakidi’nin öğrencisi ve “sekreteri” (katib) İbn
Sa’d’ın (v. 231/845) Kirab el-rabakat el-kebir’i; Halife b. El-Hayyat
elBsfuri’nin (v. 240/854) Kirab el-rabakat’ı; ve Muhammed ibn Se11am
el-Cumahi’nin (v. 231/846) Tabakat el-şuara el-eahiliyye ve el-islamiyyin’i.
Bu tarihten sonra biyografik eserler zinciri hiç kırılmadan devam
-etmekte ve bu olgu İslam’ın” bilgili sınıfları” için çok önemli sonuçlar
doğurmaktadır: Sahabe ve Tabiinle ilgili bilginin sıhhatine dair ne kadar
şüphemiz olursa olsun, 2./8. yüzyılın sonundan itibaren çok sağlam -ve
gerçekte genellikle çağdaş- biyografik veriye sahibiz. Hata ve tarafgirliğin
yaygın olmasına rağmen en azından bunlarda salt uydurma denilebilecek çok az
şey vardır .
Erken biyografik eserler daha çok din alimleriyle -hadis
ravileri, fakihler, kurra ilgilenmiştir, ama zamanla ağ daha geniş
bir alana yayılmıştır. İşte 4./10. yüzyıla gelindiğinde şairlere ve diğer
edebi alanlardakilerle, Sufilerle, doktorlarla ve üst düzey bürokratlarla,
ilgili uzman sözlükler bulunmaktadır. Her alanda temayüz etmiş kişilerle
ilgili ilk büyük genel sözlük İbn Hal1ikan’ın çok iyi kaydedilmiş ama
oldukça seçici (yaklaşık 850 madde [entry, giriş]) bir eser olan ve
672/1274’de Kahire’de tamamlanan VefCyat el-ayan ii enba’ ebna’ el-zaman’dır.
Ancak toplumun üretici sınıflarının -çiftçiler, tüccar ve zanaatkarlar-
meslekleriyle ilgili olarak bu sözlüklerde yer almamış olmaları ilginç ve
öğretici bir durumdur. (bu geçmişten gelen bazıları daha saygın bir başlık
altında yer almaktadır)
Daha erken sözlükler kapsamlarına dahil ettikleri geniş
sınıflarla (genellikle hadis uzmanları veya şairler) ilgili olarak kapsayıcı
bir tavır takınmaya çaba göstermişlerdir. Ancak 4./10. yüzyılda sadece
oturduğu yer, fikhi ya da kelami mezhebi vs. ye göre belirlenmiş alt
grupları dahil etme yönünde artan bir eğilim görmekteyiz. Kimin dahil
edileceğine dair kriterde meydana gelen böyle bir değişim açıktır ki önemli
sonuçları beraberinde getirmiştir; burada bir kimsenin Müslümanlığının
Kutsal Metne (Kur’an ve hadis) sadakatine göre değil de onu nasıl
yorumladığına göre tanımlanacağı yönünde ya da bir bölgeye mensup olmanın
Müslüman’ın kültürel kimliğinin başat (ama nihai değil) bir öğesi olduğuna
dair bir hassasiyetin olduğu düşünülebilir. Ancak 7-8./13-14. yüzyılda ve
başlıca Memluk topraklarında evrensel, ansiklopedik bir istek tekrar
kendisini hissettiriyor: bu noktada İbn Hallikan belki de dönüm noktasını
işaretliyor, fakat zirve ancak Muhammed b. Aybek el-Safedi’nin (v. 764/1363)
devasa (bu kez hiç abartı yok) el-Vali bi’l-vefeyat’ıdır.
Hemen hemen tek bir yazar bazen hem biyografik sözlükler
hem de siciller (kronikier) yazınış olsa da bunlar kaynaklar, metotlar ve
mevzu bakımından iki ayrı edebi türdür ve oldukça farklı nitelikte bilgi
naklederler. Bu, İbn el-Cevzi’nin (v. 597/ 1200) Muntazam’ında olduğu
gibi bu iki türün tek bir eserde toplandığı durumda bile büyük. ölçüde doğru
bir tespittir. Bu eser, belli bir yılın ya da on yılın olaylarını, bu zaman
diliminde ölmüş olan önemli şahsiyetlerin ölüm haberlerini ve onlarla ilgili
bilgileri sistematik bir biçimde takip eden eserler zincirinin ilk halkasını
teşkil eder.
Nerede ve ne zaman telif edilirse edilsin Arapça din,
adamlarını konu edinen bu sözlüklerin neredeyse tek dilidir, ancak 6./12.
yüzyıldan itibaren Farsça, Sufiler ve şairlerin hayatları için yaygın olarak
kullanılmıştır.
Biyografi yazarları, başka yazın türlerinde olduğundan
fazla, selefterinden ve hatta çağdaşlarından alıntı yapmaktadırlar. Sonuçta,
belirli bir kişiye ait bir kaç hayat anlatıları orijinal tek bir metnin
kısaltılmış ya da başka sözcüklerle anlatılmış hali olabilir. Belirli bir
insanla ilgili gerçek anlamda bağımsız kanıtlar bulabileceğimiz göreceli
olarak çok az örneğe sahibiz, ancak tabii ki bu sorun her bir durum için
ayrı ayrı çözülmelidir. Biyografi edebiyatının bu özelliği, anlaşılacağı
gibi, çok ümit kırıcı olabilir, fakat bu aynı zamanda aksi durumda tamamen
kaybolmuş olacak pek çok büyük. metin -ki bunların bir kısmı gerçek anlamda
antik değerdedir- güvenilir bir biçimde yeniden inşa edilebilir. İşte İbn
Hacer el-Askalani (v. 852/1449) Sahabe ve erken devir hadisçilerine dair
kaleme aldığı eserlerde kendi zamanında hala mevcut 2.3./8.-9. yüzyıl
malzemelerinden pek çok alıntıyı muhafaza etmiştir. (Bu noktada G.H.A.
Juynboll’un Muslim Tradition: Studies in Chronology, Provenance and
Autorship of Early Hadith [1983], pp. 135-137,237-241 isimli eserindeki
uyarıcı ifadelere bakılmalıdır.)
Bu noktaları akılda tutmak şartıyla o eserlerden ulema
ile ilgili, yani kısaca bizzat o eserleri yazanlarla ilgili, ne tür bir
bilgi elde edebileceğimiz sorusunu sorabiliriz. Sürekli yaptığımız gibi
işe, bir metni kendi ifadesi ile anlamaya çalışarak, yani yazarının
cevaplamaya çalıştığı soruları tespit ederek, başlayabiliriz,. Endülüslü
alim İbn el-Ebbar’ın (595-658/1199-1260) Kitab d-tekmile li-kitab
el-sıla (tahk. F. Codera, BAR, Y, no. 792, p. 246) isimli
eserinden alıntılanan aşağıdaki metin oldukça tipik bir biyografik madde
(Ar. terceme) özelliği taşır:
Muhammed b. Abd el-Aziz
b. Ali b. İsa b. Said b. el-Muhtar el-Ğatili, Kurtuba (Cordoba) ahalisinden.
Kiinyesi Ebu el-Hasen’dir ve ailesi aslında Şamra’dan geldiği için Şak.uri
diye bilinir (şimdiki Segura de la Sierra). O, Ebu Abdullah b. Ahmer el-Kureşi;
Ebu Bekr b. EIArabi; Ebu Cafer el-Bitruci; Ebu el-Kasım b. Radi; Ebu
Abdullah b. Mek.ki; Ebu Ahmed b. Rızk; Ebu Muhammed b. EI-Nefezi; Ebu Bekr
b. Müdir; Abd el-Rahim b. Haccari [ya da elHicazi]; Ebu el-Tahir el-Temimi
Ebu İshak b. Sibat; Ebu Bekr Yahya b. Musa el-Birzali; Abu Muhammed Abdullah
b. Ali b. Ferec; ve diğerlerinden (hadis) tahsil etmiştir. Ebu el-Velid b.
Hayra, İbn el-Dabbağ ve Haydar b. Yahya el-Bacili ona (eserlerini öğretmeye)
icazet (izin) vermiştir. O Endülüs tarihini ezbere bilirdi. O hadis
ça1ışmalanna kendisini vermişti- hadis dinlemek için çok seyahat etmiş,
raviler arasında ayının yapabilecek yetkinliğe sahip, tariklerle (hadislerin
nakledildiği yollar) ilgili derin bir bilgi sahibi ve (kısaca) bu konuya tam
bir hakimiyeti vardı. Arap dil biliminde eşsiz biriydi ve (bilgi) kazanma ve
nakletme konusunda babasının ve ailesinin züht, haslet ve iyi şöhretini
paylaşıyordu. Atalarının kasabası olan Şakura kadılığını yapmıştır.
Tavırları övgüye layıktı; kararlarında adil, doğru bildiği konuda sabit
kadem ve bu görevle ilgili karşılaştığı (sorunlardan) rahatsız olmazdı. O
hadis yazdırmış (mh) ve insanlar ayakta onun dediğini kaydetmişlerdir; daha
bilgili olduğu konularda babasından ders almamıştır. 520 yılında doğmuş ve 2
Muharrem 579, Çarşamba günü vefat etmiştir. Ümmü Seleme kabristanında Harun
b. Selim’in kabrine bakan yol kıvrımında gömülüdür. Ebu el-Abbas el-Mecriti
cenaze namazını kıldırmıştır. (Bu anlatılanların) çoğu İbn Havt Allah’dan
nakledilmiştir.
Bu oldukça basit bir maddedir. EI-Ğafiki hakkında bize
sadece bir kaç gerçeği aktarmaktadır- hatta çağdaş kısa ölüm yazılarında
bulabileceğimiz şeyleri bile vermemektedir. Onun başlıca kamu hizmetiyle (Şakura
kadılığı) ilgili olarak, mesela, bu göreve kim tarafından ve ne zaman
atandığı söylenmemiştir. Cenazesine hayatının başka yönlerine gösterilen
kadar ilgi gösterilmiştir. Ancak bu madde aslında İbn elEbbar’da
görebileceğimiz çoğu maddeden daha fazla bilgi sunmakta ve doğal olarak şu
sorunun doğmasına neden olmaktadır: bu türde bir biyografik veriyle biz ne
yapabiliriz! Eğer soru birey olarak el-Ğafıki ise görüldüğü gibi cevap çok
azdır. Fakat eğer onu cemaat içinde tek bir üye olarak görmeye niyetlenirsek
daha ümit var olabiliriz. Bu iddiayı desteklemek üzere en azından altı
noktanın üzerinde durulması gerekir.
Her şeyden önce, elimizde kabilevi nispeti de dahil altı
nesilden oluşan tam bir şecere vardır. Eğer onun atalarından bazıları da
eğitim işiyle uğraşmakta ise (ki biyografideki başka verilerden öyle olduğu
anlaşılıyor), İbn el- Ebbar ve başka Endülüs sözlüklerini inceleyerek önde
gelen eğitimli bir ailenin doğuşunu izleyebiliriz. Doğrusunu söylemek
gerekirse, şecerelerin kullanımı kolay değildir, hatta çoğu zaman üç veya
dört nesil geriye gidildiğinde onlar oldukça kurgusal olabilmektedir, çünkü
Berber veya yerli İspanyol kökenine sahip insanlar genellikle asil bir Arap
kavmine aidiyet iddia edebilmektedir.
İkincisi, el-Ğafiki’nin erken yaşlarda nerede yaşadığını
(Córdoba) ve ailesinin asıl memleketini bilmekteyiz (Segura). Diğer pek çok
hırslı ve biraz kabiliyetli insanların o zaman yaptıkları gibi, yakın
sayılabilecek dedelerinden birisi küçük kırsal bir kasabayı daha büyük bir
şehirde talihini aramak üzere terk etmiştir. Biyografik sözlüklerin bu
türden verilerinin sistematik bir taraması, her bölgedeki ana öğrenim
merkezleri, onların birbirleriyle olan bağlantıları, hakimiyetleri altına
aldıkları kültürel hinterland, her birinde takip edilen çalışma biçimleri,
ulemanın coğrafi kökenleri vs. ile ilgili çok şey söyleyebilir.
Üçüncüsü, el-Ğafiki’nin ders aldığı kişilerin iyi bir
listesine sahibiz. Bunlardan bazılarının tanınmış alimler olması muhtemel
olduğundan, onların sözlüklerden izlenmesi ilke olarak mümkündür.
(Buradakilerin çoğunun künye ya da nisbesiyle tanıtılmış olması
gerçeği, çoğu sözlüklerin o dönemde maddelerini isme göre düzenledikleri
düşünülürse, meseleyi tahmin edileceği üzere karmaşık hale getirmektedir.)
Bu iş başarıldığı oranda, el-Ğafiki’nin yetiştiği ve kariyerine başladığı
kişisel ağ yeniden kurulabilir. Araştırıcının beceri ve ineklemesine bağlı
olarak, bu ağ siyasi fırkalarla, dini halkalarla, çeşitli türden toplumsal
gruplamalarla (klanlar, sınıflar, vs.) ilişkilendirilebilir. Bu türden
prozopografik (bir kimsenin görünümünü, kişiliğini, sosyal ve ailevi
bağlarını, kariyerini, vs. inceleyen) bir araştırmanın kendisi en iyi
ihtimalle hep yavaş ve yorucu ve meyveleri de genellikle sınırlı olacaktır;
bir kimse hangi sorunları tam olarak açıklamak istediğini bilerek çalışırsa
ancak o zaman bu metot faydalı olabilir.
Dördüncüsü, el-Ğafiki’nin doğum ve ölüm tarihlerini
biliyoruz. En azından ölüm tarihleri hemen hemen daima biyografik
sözlüklerde verilmektedir ve bu gerçek bize bir zaman-dizeleri oluşturma ve
dolaysıyla ulemanın hayatının bir kaç boyutunu bir zaman çerçevesi ve
değişim içerisinde inceleme imkan vermektedir.
Beşincisi, el-Ğafiki’nin çalışmış olduğu konuların
listesi kültürel ve dini hayatla ilişkili değerli bulgulara kapı
aralamaktadır. Tüm maddelerde hemen hemen aynen tekrar edilen bu türden bir
malzeme bize entelektüel faaliyetin bir profilini çıkarma imkanı
sunmaktadır. Bu profiller üst üste yığılan verilere dayandığından, kendi
başlarına alındığında katıdır ve hayat emaresi göstermez, &kat onlar,
mesela, belirli bir eserin kültürel yeri ve önemini takdir etmek isteyen bir
bilim adamı için nesnel bir bağlam sağlayabilir.
Son olarak, el-Ğafiki’nin önemli bir kamu hizmetinden
söz edilmiştir. Bu türden veriler sistematik, tahmini yollarla
sunulmamaktadır, çünkü onlar her zaman biyografi. edebiyatının amaçlarıyla
ilgili değildir. Yine de, bize burada ulemanın gelir kaynakları ve tipik
kariyer kalıplarına dair değerli ipuçları sunmaya yetecek kadar bilgi vardır
.
Yukarıdaki tartışmanın metodolojik sonuçları şöyle
özetlenebilir. Her şeyden önce, tipik bir biyografik sözlükte verilen
bilgiler herhangi bir bireyin tafsilatlı bir biyografi.k çalışmasını
neredeyse asla destekleyememektedir; bir İnsanın kariyer ve kişiliğinin
ciddi bir araştırması için başka pek çok malzemeye ihtiyaç vardır. Diğer
yandan, tam da bunların verdiği bilgilerin tekrarlarla dolu, belirli bir
şekil takip eden niteliği ulemaya quantitatif (niceliksel) ve prozopografi.k
(bir kimsenin görünümünü, kişiliğini, sosyal ve ailevi bağlarını,
kariyerini, vs inceleyen) yaklaşımlara imkan sağlamaktadır; çünkü İslam
toplumundaki başka hiç bir topluluğun böyle sistematik ve kapsamlı bir
profilini çıkarmamız mümkün değildir.
Ancak alanlarının darlığı nedeniyle, biyografi.k
sözlükler boşlukta kullanılamazlar; onlardan çıkarılan toplam veri ancak
başka kaynaklarla beslendiğinde hayatiyet ve içerik kazanabilir. (Bu
bağlamda, biyografik sözlük ve onun kardeşi olan ölüm olaylarını tescil
eden disiplinin kişisellikten uzak niteliği, Memluk ve Memluk-sonrası
dönemde yazılan eserlerde daha az dikkat çekici bir durumdur. Mesela el-Sehavi
[v. 902/1497] Day el-lami’ E a’yan el-karn el-tasP isimli
eserinde açık sözlü, oldukça tafsilatlı ve de kişilikle ilgili yargılarında
genellikle düşmanca bir tavır içindedir. Abd el-Rahman el-Caberti [v.
1240/1825] Acaib el-asar isimli eserine aldığı 18. yüzyıl
figürlerinin gerçeğe yakın harika portrelerini sunmaktadır-her ne kadar
emirler ulemadan daha şanslı olsalar bile. Ancak bu durumda bile bizim
anladığımız anlamda biyografiyle karşı karşıya değiliz.)
Biyografi edebiyatının nitelikleri ve firsatlar1Ill göz
önünde bulundurduğumuzda, onun en iyi bir biçimde kullarulmas1Illll
stratejileri nelerdir? Biz bu soruyu, çağdaş bilim adamlarının ulema ve
toplumsal aktörleri kendileri vasıtasıyla inceledikleri farklı yollara bir
göz atarak açmaya çalışacağız. Bu yaklaşımlardan bir kısmını “vadesini
doldurmuş” diğer bir kısmını ise “devrim yapan” şeklinde nitelemek şüphesiz
çok cazip görünüyor. Ancak bu faydasız bir oyundur. Bizim amacımız ulemanın
kapsamlı ya da en azından çok boyutlu bir algılanışını başarmaktır. Bütün
bilmemiz gereken her bir mümkün yaklaşımın bu amaca ne katabildiği ve farklı
yaklaşımların birbirini nasıl tamamladığı ve karşılıklı güçlendirdiğidir.
Biyografik çalışmaların elimizdeki kaynaklarca
desteklenmediğine daha önce dikkat çekmiştik. Ama iki şart gerçekleştiğinde
biyografi, takip edilmeye değer bir yaklaşım olduğunu ispat etmektedir: (I)
konu edilen bir kişi içerisinde kendi tecrübesine yönelik oldukça düzenli
yorumlarda bulunduğu çok geniş bir eserler bütünü bırakmışsa, (2) konu
edilen kişi sözlerinin ve hattı hareketlerinin çağdaş kroniklerde çok yaygın
olarak kaydedildiği kamusal bir figür olduğunda. Ulema için bu iki şart
nadir de olsa gerçekleşmektedir. Onların yazıları çoğunlukla teknik bilgi
şeklinde olup yazın tarzı kuru ve kişisellikten uzaktır. Bir kimsenin
kişisel hayatı ve içsel tecrübesine dair yazısına gelince-ki bu bizim
bildiğimiz anlamda biyografinin gerçek malzemesidir- bu ham ve dikkatsizdir,
bu kısaca onurunu önemseyen kişilerce yapılmamıştır. Hatta istisnai bir
biçimde kişisellik ve açık sözlülüğüne rağmen Cahız gibi (en azından yarım
alim) birisi bile kendi yaptıkları ve hissettikleriyle ilgili bize hemen
hemen hiç bir şey söylememektedir. Ne de çoğu ulema, ne kadar iyi bir
konumda olursa olsun, siyasi tarih kaydedicilerinin dikkatini çekecek
türden hareketlere karışma eğilimindedir. Ancak bednam fitneciler ve
rahatsızlık veren kimseler bu köşenin ilgisini çekmeyi ümit edebilirler.
Sadece az sayıda olaylarda, ki bunlar tipik değildir,
biyografinin esas1Ill teşkil eden toplumsal çevreyle kişilik gelişmesi
arasındaki bağlantıları bulmayı ümit edebiliriz. Ancak onlar tipik
olmamaları nedeniyle reddedilmemeli, çünkü bunlar bizim soyut eğilimlerden
ve süreçlerden kaçmamızı ve ulemanın somut durumlarda nasıl düşündüklerine
ve hareket ettiklerine dair bir çıkış yolu bulmamızı sağlamaktadır. insani
değeri yanında, biyografi bu metodun uygulanma imkanı bulunmayan bağlamlarda
bile araştırma çizgileri ve işleyen hipotezler verebilir.
Ulema üzerine şu ana kadar yapılmış biyografik
çalışmaların hiç birinin Robert Blake’in Disraeli isimli
çalışmasındaki o kapsamlı bir “hayat ve zamanları” tarzına sahip olmadığım
belirtmek gerekir. Aksine, onlar bizim entelektüel biyografi olarak
adlandıracağımız bir şeydir -yani düşüncesinin gelişimi ve karakterini daha
iyi kavramak için bir kimsenin hayatının dış şartlarını yeniden İnşa
çabaları.
Bu türün klasik çalışması şüphesiz Henri Laoust’nun
Essai sur les doctrines sociales et politiques de Taki-d-Din Ahmad B.
Taimiyya (1939) isimli eseridir. Burada İbn Teymiyye’nin düşüncesinin
çok dikkatli bir incelemesi yapılmadan önce yaklaşık 150 sayfalık bir
biyografik-tarihi bir çalışma yapılmıştır. (Maharetle ele alınmış olmakla
birlikte) bu, şekil bakımından alışık olduğumuz bir çalışmadır; İbn
Teymiyye’nirı hayatının kökenlerini, 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyılın
başındaki genel siyasi ve kültürel çevreyi, onun” formation intellecmale et
morale (entellektüel ve ahlaki formasyonunu)” ve kamu hizmetlerini ele
almaktadır. Laoust sayfalarıııı kararlı bir biçimde İbn Teymiyye’nin
hayatının onun düşüncesine doğrudan ışık mtabilecek yönlerine
çevirmektedir. Laoust onun karmaşık kişiliğini yeniden inşa etmek için bir
çaba göstermiyor, ne de onun sosyal bir oyuncu olarak yerini belirlemeye
çalışıyor -yani Laoust askeri-diktatoryal bir devlette Sünni aktivist bir
alim olmanın ne anlama geldiğini sormuyor. Başka bir ifadeyle, siyaset
burada arka planı teşkil etmekte, yoksa bir bireysel oyuncunun kendileri
aracılığıyla amaçlarını tanımlayıp onları gerçekleştirmeye çalıştığı
değerlerin, beklentilerin ve davranış kurallarının bütününü ifade etmiyor.
Laoust’nun sunumu kendi şartlarında bir şaheserdir, ama onun çağdaş bir
biyografi yazarının tartışmayı isteyebileceği tüm meseleleri gündemine
almadığıııı belirtmekte yarar var. Bu türden iki mesele aşağıdaki iki
makalede D. P. Little tarafından tartışılmıştır: “TheHistorical and
Histiographic Significance of the Detention of ıbn Taymiyya”, JIMES (International
Journal of Middle Eastem Studies), iv (1973), 311-327 ve “Did Ibn
Taymiyya Have a Secrew Laose?” SI (Studia Islamica), xli (1975),
93-111.
Bu yıllar için mevcut eserlerin sayısının çokluğu ve İbn
Teymiyye’nin kariyerinin dini statüko ve bunun Memluk devletiyle olan
ilişkisine tutacağı ışık göz önüne alındığında yeni bir biyografik
çalışmanın -bu sefer amacın entellektüel olmayıp sosyo-politik olması
şartıyla- yapılması yararlı olabilir. İbn Teymiyye’nin kişiliğini anlamamıza
yarayacak malzemenin alışık olunmayacak ölçüde çok olması gerçeği bu işin
olası ödüllerini artıracaktır, çünkü o onur ve basiretin hareket ve
sözlerine müdahil olmasına izin veren bir kişi değildi.
Oldukça yeterli oranda biyografik çalışmaya konu olan bir
diğer figür de İbn Haldun’dur. Doğrusu onun zekasının kapsam ve asaleti
bilimsel ilginin ana konusu olmuştur, nitekim Franz Rosenthal’ın
Mugaddima çevirisine eklenen Walter J. Fischel’in “Selected Bibliography”
(2. gözden geçirilmiş baskı [1967], iii. 485-521) isimli çalışmasına kısa
bir bakış bunu ispat edecektir. Diğer yandan, çoğu İbn Haldun öğrencileri
onun hayatının dış şartlarının tam olarak bilinmesinin düşüncesinin sahih
bir yorumu için hayati öneme haiz olduğunu hissetmişlerdir. Mesela Muhsin
Mahdi klasik (ama asla tartışılmaz olmayan) analizine gerçekten değerli bir
biyografik önsöz eklemiştir: Ibn Khaldun’s Philosophy of History
(1957), pp. 17-62. Mahdi çalışnğı kişinin kamu alanındaki inişli çıkışlı
kariyerini ideal yöneticinin Platonik bir arayışı olarak yorumluyor.
Rosenthal (Mugaddima, cilt I, xxix-lxvii) ve Muhammed Talbi’nin (“Ibn
Khaldun”, EP (Encyclopedia of Islam2) iii, 825-831) anlanmları daha
kuru ve ikinci durumda daha şüphecidir, ancak bu ikisi Ibn Khaldun’nun
kişisel politik tecrübesini düşüncesinin temel bir unsuru olarak görmeye
devam etmektedirler.
Tuhaf olan şu ki, bu durumda diğer başka kişilere nazaran
daha şanslı olmamıza rağmen, bu kişinin tam manasıyla bir biyografisine
sahip değiliz. Değerli ama bugün arnk eski sayılacak bir çalışma Muhammed
İnan’ın İbn Haldun, hayatuhu ve wra.suhu el-fikri (1933) ismli
eseridir; bu eser İngilizce olarak şu adla da basılmıştır: A. Enan, Ibn
Khaldun, His Life and Work (1941: 2. der., 1946). Şu ana kadar en önemli
eser W. J. Fischel tarafından ortaya konulmuştur; özellikle şunlara
bakı1malıdır: Ibn Khaldun and Tamerlane: Their Histork Meeting in
Damascus, AD. 1401 (803 AH.) (1952) ve Ibn Khaldun in Egypt
(1382-1406)(1967). Her iki çalışma da, son şekline 1405 yılında kavuşan
İbn Haldun’un o meşhur otobiyografisini (İslami edebiyama nadir olan bir
yazın türünü [genre]) yakından takip etmiştir; bu eserin güzel bir tahkiki
Muhammed Tavit el-Tanci tarafından yapılmıştır: El-Ta’rif bi-İbn Haldun
ve rihletühü garban ve şarkan (1370/1951). Daha çok eksikleri olan bir
tahkiki kullanarak de Slane meşhur Mukaddime çevirisinin önsözüne
onun güzel bir çevirisini eklemiştir: Prolegomenes historigues d’ibn
Khaldoun (1862).
Biyografi konusunu eşsiz bir kişiliğin eşsiz bir biçimde
ele alınışıyla bitireceğiz; Louis Massignon’un La. passian d’al-Hallaj,
(1922; 2. gözden geçirilmiş baskı, 1975; çev. Herbert Mason, The
Passian of al-Hallaj,4 cilt, 1982) isimli eseri bir daha tekrar
edilemeyecek -belki de tekrar edilmemesi gereken - müthiş bir çabadır.
Massignon bize manevi biyografi adını vereceğimiz bir şey sunmaktadır; öyle
bir çalışma ki metinlerin olağanüstü bir bilgisine, ama aynı zamanda ve daha
da belirleyici bir biçimde, sezgi ve empati.k bir anlayışa dayanıyor. Salt
gerçekler açısından biz Hallac’ın kariyerinin sadece bir iskeletine sahibiz
ve onun hakkında bize söylenenler tarihi veri olmaktan çok sufi
hagiyografisinden ibrettir. Massignon bu türden engellerden yılmış
görünmüyor, çünkü onun amacı Hallac’ın hattı hareketinin bir kronolojisini
çıkarmak değildi, belki onun manevi kişiliğinin merkezine bir şekilde nüfuz
etmek ve onu içinde yaşadığı tüm çevreye canlı bir tepki olarak göstermekti.
Öyle bir program sadece basit bir arka plan çıkarmakla başarılabilecek bir
şey değildir, bilakis bu, sadece 4./10. yüzyılın başındaki Irak’ın değil
fakat Hallac’ın yaşadığı ve eğitimini aldığı tüm mekanların (Fars, Horasan
ve Maveraünnehir ve hatta Hindistan’ın) siyasi krizlerini, sosyal dini
hayatını ve entellektüel imkanlarını yeniden inşa etmeye çabalamakla
olacaktır.
Massignon’un çalışması olağanüstü bir ilham kaynağı olup
değindiği her konuda ufuk açmaktadır. Bu bakımdan onun Henri Laoust, Roger
Arnaldez ve Louis Gardet gibi bir nesil boyu Fransız şarkiyatçılara esin
kaynağı oluşu sürpriz değildir. Diğer yandan Massigrıon (bir meslektaşın
söylediği gibi) o kadar derin ve uzağı gören bir kahindi ki, bazen orada
olmayan şeyleri de görmüştü. En kötüsü, o İsmailizm’in İslam şehirlerindeki
esnaf localarının ideolojisi olduğunu iddia etmiştir -Claude Cahen ve Samuel
Stern İsmailizm’in esnaf gruplarıyla hiç bir özel ilişkisinin olmadığını ve
hatta erken İslam tarihinde hiç bir locanın bulunmadığını, gösterinceye
kadar bu iddia nesiller boyu bilim adamlarını yanılttı. Massigrıon’un
empatisi ve sezgisiyle ilişkili sorunlar bununla da bitmiyor; kendisi
Katalik geleneğe çok bağlı bir mistik idi ve tüm mistikler gibi, bir dini
sisteme ait sembolik formları başka bir sisteme taşıma eğilimindedir. Belki
de bu eğilim olmaksızın onun Hallac’ı ve onun manevi dünyasını kavraması hiç
mümkün olmayacaktı; diğer yandan onun Müslüman mistiği yeniden inşası çok
yoğun bir biçimde kişiseldir ve kendi dini tecrübesiyle güçlü bir şekilde
renklendirilmiştir. Massigrıon vasıtasıyla biz Hallac’ı bizzat Hallac’ın
kendisini algıladığı gibi algılamamız neredeyse imkansızdır.
Massignon çoğu bilim adamı için bir model olmasa da o
tüketilemeyecek bir fikir ve esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Onun
çalışmasının değeri iki şekilde anlaşılabilir -Jacques Waardenburg’un
L’Is1am dans le ımroir de l’Occident (1967) isimli eserinde onu
değerlendirmesi yoluyla, ya da onun kitabını başkalarınınki ile yan yana
okuyarak. Aşırı bir örnek Charles Pellat’nın Le milieu basrien ct la
formatian de Ğahiz (1953). Pellat’nınki 2./8. yüzyılın sonu Basra’ya
dair eldeki tüm nesnel verilere hakim olan oldukça sıkı bir eserdir, ama bu
eserde zaman ve mekan kavramı, ahlaki ve felsefi anlamda söz konusu
olan şeyin ne olduğu hissi, neredeyse hiç gelişmemiştir. Pellat’da
Massignon’da olduğundan daha doğru yönlendirilmemize rağmen seyahat sonsuz
anlamda daha az ödüllendiricidir.
Yukarıda tartışılan üç kişi isteyerek veya değil
kendilerini meslektaşlarından ayrı konuşlandırmış kişilerdir; bu nedenle ve
kaynakların izin verdiği bir durum olması sebebiyle, onların bireysel olarak
ele alınması çabası oldukça anlaşılır bir şeydir. Ancak ulemanın çoğunluğu
kendilerini bu ölçüde kalabalıktan ayrı konuşlandırmamışlar ve aslında böyle
bir şeyi istememişlerdir de. Kendi kendilerini resmettikleri idealde, onlar
Toplumun değerlerini temsil ediyorlardı ve kendi eserlerini kolektif bir
faaliyet olarak görüyorlardı. Eğer onları toplumsal oyuncular olarak görmek
istiyorsak, ana hedeflerimizden birisi, kendilerini eşleştirdikleri ve onun
vasıtasıyla hareketlerini belirlemeye çalıştıkları kolektivite tiplerini
tanımlamak olmalıdır. Bu kolektiviteler arasında bazıları işlevi ve taraftar
toplamasıyla profesyonelken (mesela, mezhep ya da medrese), diğerleri
(klanlar, hizipler, şehir yerleşimleri) bütün olarak toplumu kuran
unsurlardı.
Ulema nokta-i nazarından, en azından 3./9. yüzyıldan
itibaren, hayati bir kolektivite şüphesiz, muğlaklığı, tanımlanamazlığı ve
olağanüstü istikrarıyla tipik bir ortaçağ İslam kurumu olan “hukuk okulu” ya
da mezheptir. O hem eğitim hem de doktrinde devam ve istikrarı sağlamıştır;
ve bir mezhebe bağlanmakla bir bilim adamı çok geniş bir profesyonel ve
sosyal ağla ilişkiye geçmektedir. Kısaca o ulemanın dünyasında bir kimsenin
kendisine yer bulabileceği ana kanaldı. (Hukuki doktrin çalışmalarının
aksine) bir toplumsal-profesyonel kurum olarak mezhep üzerine göreceli
olarak az çalışma yapılmıştır. Bu alanda en sistematik çalışma bütünü,
muhtemelen Henri Laoust’un İbn Teymiyye üzerine yaptığı çalışmanın doğal
bir uzantısı olarak Hanbeliler üzerine yaptığı çalışmalar serisiyle ortaya
konulandır,:
a. “Ahmad İbn Hanbal”,
EP, İ, 280-286.
b. “Le Hanbalism sous
le Califat de Bagdad, 241/855-656/1258”, RE! (Rcvue de erndes islamiques),
xxvii (1959), 67-128.
c. “Le hanbalisme sous
la Mamlouks Bahrides, 658-784/1260-1382”, REI, xxviii (1960), 1-72.
d. Le precis de drolt
d’Ibn. Qudama (541/1146-620/1223). (1950), pp. ix-lvi. e. La professian. de
foi d’Ibn. Batta (m. 387/997), pp. vii-cxxxviii.
Laoust’un çalışmalarının sağladığı olağanüstü veri
hazinesine ilave olarak, onlar bir kaç önemli kavrama da dikkat çekmiştir.
Her şeyden önce, İslam hukuku ve teolojisinin kolektif bir girişim olarak
içinde doğduğu anlam dünyası daha bir açıklığa kavuşmuştur. Laoust’un
araştırmalarından, öne çıkan bir kaç şahesere bakmanın yeterli
olmadığını,-aksine üstatların (yazılı ve sözlü) öğretilerinin öğrencilerince
süre giden bir açıklama ve ayıklama olarak görülmesi gerektiğini
öğreniyoruz. Bu süreçte elimize ulaşan eserleri sürekli gelişen bir
geleneğin sadece zamansal ayıklanmaları olarak düşünmeliyiz. İkincisi,
Laoust mezheplerin çok kişisel doğasını bize gösterdi; onlar velayet,
evlilik ve nesebi de içeren çeşitli kişisel bağların toplumsal olarak
birbirine bağlandığı, büyük imamın doktrinlerine sadakati ilan ederek
ideolojik düzeyde birleşen meslektaşlar, üstatlar ve öğrenciler ağıdır.
Üçüncüsü, Laoust siyasi gidişat ile doktrin evrimi arasındaki sürekli
gerilim ve gidiş gelişlere dikkat çekmiştir.
Ibn Taimiya isimli çalışmasında olduğu gibi,
Laoust toplumsal yapılar ve kurumların kendisine çok az iltifat etmiştir ve
biz onda Hanbelilerin Bağdat ya da Şam’ın genel toplumsal ve ekonomik
hayatına nasıl eklemlendiği konusunda açık bir izah bulamıyoruz. Aynı
şekilde, onun siyaseti ele alışı çok dar ve seçicidir; onun ele aldığı saray
siyasetidir, yoksa toplumsal karar-verici mekanizma bütünü değil ve bu doğal
olarak ulemanın siyasi anlamda ilgili oyuncular olarak görüldüğü bağlamı
sınırlamaktadır. Son olarak, Laoust’un yaklaşımı metoduyla değil de
çalıştığı konuyla ilintili bir sınırlamayla karşı karşıyadır. Hanbellier
normalde mezheplerin en küçük, en bütün ve en mahalli olanıdır. Bu nedenle,
Hanbelileri daha büyük, daha yaygın ve toplumsal ve siyasal olarak daha
karmaşık olan diğer mezheplerin tahlilinde bir model olarak kullanmakta
mütereddit davranmalıyız. Sonuç olarak, onların iç hizipleşmeye, doktrinel
kavgalara, sınıf veya etnik ya da statü dağılımları vs.ye daha meyyal
olacaklarım tahmin edebiliriz.
Laoust’un yaklaşımının hedeflediği program George
Makdisi’nin etkileyici çalışması Ibn ‘Aqil et la rcsurgence de l’Islam
traditiona1iste au xi e sicele (1963)’da en iyi bir biçimde
hayata geçirilmiştir. Makdisi’nin eseri aslında aynı anda bir kaç çalışmadan
oluşuyor; 5./11. yüzyıl Bağdat’la ilgili biyografik literatürün tafsilatlı
bir incelemesi; bu dönemde bu şehirde olan tüm büyük alimlerin birer birer
taranması; Hanbeli hareket ve onun zaman zaman başka dini -siyasi hiziplerle
şiddet içeren çatışmalarının hikayesi; ve son olarak, Hanbeli fakih-mütekellimi
İbn ‘Akil’in (eski tabakat eserleri tarzında hocalarına ve öğrencilerine
özel bir önem atfederek) kariyerinin bir özetinin sunulması. Makdisi
çalıştığı kişinin kişiliğini ortaya çıkarmaya çalışmıyor; bunun yerine o İbn
‘Akil’i zamanın dini, siyasi ve fikri (entelektüel) akımların kesişme
noktası olarak görüyor. Son kertede onun gerçek amacı 5./11. yüzyıl
Bağdat’ındaki Hanbeli mezhebidir; birey değil de cemaattır onu meşgul eden.
Makdisi’nin sunduğu şekliyle öğrenirn dünyası huzurlu bir akademi değildir,
aksine, pek çok düzeyde çatışma ve gerilimle dolu karmaşık dini -siyasi bir
sistemdir. Ancak o çoğunlukla (dini ve siyasi) elitlerden oluşan bir
dünyadır, ki orada kitleler elitlerin kendi amaçları doğrultusunda bazen
mobilize edilen veya şiddete sürüklenen insan toplulukları olarak vardırlar.
Ancak tam olarak kitlelerin nasıl mobilize edildiği, onların neden bu
ihtilaflara kendilerini karışmış saydıkları, mahalle düzeyinde dini
kurumların yapısı, futtüvvet kulüpleri ya da ayyar çeteleri ve dini liderler
gibi popüler gruplar arasındaki bağlantılar - bütün bunlarla ilgili biz
sadece ara sıra bilgilendiriliyoruz. Önde gelen ulemanın Halife Kaim gibi
veya, Amid el-Müluk el-Kunduri ve Nizam el-Mülk gibi vezirler tarafından
ciddiye alınacak ölçüde bir kaç düzeyde güçlü siyasi varlık gösterdiği
gerçeği inkar edilemeyecek bir durumdur. Ancak onların dini liderliği siyasi
bir güce dönüştürdükleri mekanizmalar çok açık değildir.
Laoust’un yaklaşımının sınırlılıkları ne olursa olsun
-hatta Makdisi tarafindan değiştirildiği şekliyle- bu türden çalışmaların
başka mezhepler için de yapılmasını çok isterdik. Hanefi ve Malikiler için
hiç bir tarama ya sahip değiliz, ancak ikincisi için en azından yüzyıllar
boyu biriken zengin bir dokümantasyon mevcut. Şafi’iler içinse çok faydalı
bir tarihi iskelete sahibiz: Heinz Halm, Die Ausbreitung der
Sa1i’itischen Rechtschu1e von den An&gen bis zum 8/14 Jahrhundert
(1974). Halm Şafi’i fikhının her bir önemli merkezinde bulabildiği kadar çok
alim belirlemek için bazıları yazma halde olan çok geniş bir kaynaklar
serisini kullanmıştır. Eseri Mavearürınehir ve Harasan’dan güneybatıya doğru
hareket eden coğrafi bir düzen takip etmektedir. Her bir büyük yerleşim
merkezi için, mezhepleri ne olursa olsun bilinen kadıları sıralamakta ve
bazı bir kaç durumda da, önemli Şafi’i aşiretlerin soy ağaçlarını yeniden
inşa etmektedir. İsmi geçen her fert Arapça metne dipnot olarak düşülmüştür.
Burada biz bu mezhebin bir tarihinden çok bu amaç için gerekecek
malzemelerin bir catalogue raisonneesme (rasyonel bir kataloguna)
sahibiz.
Halm’ın derlemesi bazı ilginç araştırma imkanları
açmaktadır. Özellikle, o bölgesel ve karşılaştırmalı çalışmaları görece daha
kolaylaştırıyor. Mesela biz onun taramasını kullanarak belirli bir bölgenin
ana kasabaları arasındaki karşılıklı bilimsel değişim ve etkileşimin (ya da
tersinden karşılıklı tecrit ve otonomi) derecesini keşfedebilir ya da
ekonomik yapıları, etnik oluşumu, siyasi şartları, vs. ile birbirinden
ayrılan farklı pek çok bölgede Şafi’i mezhebinin gelişimini
karşılaştırabiliriz. Genel olarak ben, bu türden bölgesel ve karşılaştırmalı
çalışmaların dar bir alana yoğunlaşan monograflar ya da geniş genel
çalışmalardan ileriye bizi daha hızlı bir biçimde götüreceğine inanırım.
Laoust, Halm ve Makdisi’nin mezhep-yönelimli yaklaşımı,
profesyoneller anlamında, yani ortak doktrinler ve birini diğerine bağlayan
kariyer kalıplarıyla bir araya gelmiş bilim adamları olarak, ulemayı
başarılı bir biçimde ele alınıştır. Bu yaklaşım ideolojik akımlar ve
siyasetin gidişatına da oldukça kolay eklemlenebilir. Ancak daha az kolay
olanı onu geniş toplumsal ve siyasal yapı sorunlarıyla ilişkilendirmektir.
Dikkate değer ama bu yolda ham sayılacak bir çalışma Richard Bulliet’irı
The Patricians ofNishapur (1972) isimli eseridir. Bulliet’irı
monografinın özü, 10. yüzyılın ortasından 12. yüzyılın ortasına kadar olan
dönemde Nişapur’un -patridans (Antik Roma’da asil sınıf üyesi olan
kişiler, müt.) olarak adlandırdığı- dini alanda önde gelen aileleriyle
ilgili ISO-sayfalık bir taramadır. Burada kariyer kalıpları ve toplumsal
arka planlar izlenmiş, soy ağaçları yeniden inşa edilmiş ve siyasi roller ve
ilişkiler çıkarılmıştır. Onun kullandığı yaklaşım prozopografiktir, yani o
Nişapur asil sınıfıyla ilişkili tüm kişilerle ilgili mümkün olduğu kadar çok
veri toplayarak bu verileri bu gurubun kolektif bir resmine dönüştürmeye
çabalıyor.
Bulliet’in bu çalışma için genel olarak kaynağı Nişapur
din önderlerini konu edinen iki biyografik sözlüğün kısaltılmış üç özetinden
ibarettir. O halde en gerçekçi anlamıyla onun çalışmasına dahil edeceği
kişiler baştan onun için seçilmiş demektir ve bizim bu grubu tahlil etmek
içirı onun en verimli yöntemi kullanıp kullanmadığını sormamız gerekir. Onun
yaptığı “bir kaç nesil süren uzun bir zaman diliminde görece istikrarlı bir
hakimiyete sahip olmuş sırurlı sayıda zengin ve geniş ailelerden oluşan” bir
asiller sınıfı farz ederek işe başlamak olmuştur. “B u ailelerin prestij ve
iktidarı arazi sahipliği, ticaret veya dinden kaynaklanmaktadır.” (Patricians,
s. 20). Bu tanım anlaşıldığı gibi metinlerin dikkatli bir incelemesine
dayanmakta, ama o metinlerde tanımlanmışın dışında bir grup farz etmektedir.
Nitekim, yazarın kendisi bunu açıkça kabul etmiştir: “...asil sınıfın somut
gerçekliği açıkça gösterilmemiştir. Onun varlığına işaret edecek hiç bir
sözcük yoktur, ne “asil sınıf (patridans) “, ne “şehirli (burgher)ı”,
ne de “vatandaş (dtizen).” (Patridans, s. 85). Ama eğer durum
böyleyse, Bulliet’in tahlili kısır döngüyle sonuçlanacak bir çaba olmayacak
mıdır? -Özellikle kaynakların niteliği göz önüne alındığında- metinlerin
kendi dil ve kavramsal kategorileriyle başlasaydık daha iyi bir durumda
olabilirdik. Bu bakış açısını kullanarak, şu soruları takip edebiliriz.
Bütün olarak ele alındığında Nişapur-biyografi sözlüklerinde ele alınan
gurubun hususiyetleri nelerdir? Hayat ve kariyerlerinin hangi veçheleri bize
anlatılmaktadır? Bu metinler hangi okuyucuyu ve ne tür amaçları
hedeflemektedir? Bu bakış açısından hareketle daha emin bir biçimde bu
metinlerin bizi körü körüne yönlendiremeyeceği toplumsal yapı ve siyasal
rol sorunlarına geçiş yapabiliriz. Bu Bulliet’in yaklaşımından sadece ince
bir farklılığa işaret etmekle birlikte potansiyel olarak oldukça önemli bir
farklılıktır.
Bulliet, prozopografik taramasından önce Nişapur
asillerinin nitelik ve rollerine dair bir çalışma sunuyor. çalışma ilginç
fikirlerle doludur, ancak sonuçta cevapladığından çok cevaplamadığı sorular
ortada bırakıyor. Onun amacı, biri metinlerde “Hanefi” diğeri ise “Şafii”
ismini alan asil sınıfın iki hizbi arasındaki keskin ve hiç bitmeyecekmiş
hissi veren çatışmalara bir izah getirmektir. Yüzeysel olarak makul görünen
pek çok izahı reddederek, Bulliet sonuçta Hanefilerin “hukuk ve
rasyonalitenin hakim olduğu, sınıf ayrıcalığını dini ve hukuki bilginin
tekeline sahip olmakta bulan bir asil sınıfın önderliğinin kabul edildiği
toplumsal bir düzen imajına sahip” (s. 39) muhafazakar aristokrat partiyi
temsil ettikleri tezini ileri sürüyor. Buna karşılık Şafiiler “kelimenin
gerçek anlamıyla toplumda görece daha yeni olan fikirleri destekleyen”
(mesela, sufilik, teolojik yarı-kadercilik [bir nevi cebriye kelamı],
popülizm) ilerleme taraftarı partidir. Bütün bunlarla ilgili sorun asilin
kim olduğuna, ne yaptığına, diğer toplumsal ve siyasal oyuncularla nasıl bir
ilişki içinde olduğuna dair bir nevi belirsizliğin söz konusu olmasıdır.
Mesela, tüm alimler asil sınıfa dahil değildir, tersi de doğru (asillerin
hepsi alim değildir); buna rağmen dini prestij ve eğitim asil olmanın temel
bir unsurudur -bir kimse ancak dini ilimleri öğretme yetkisine sahipse
gerçek anlamda asil olmaktadır (s. 56 ve devamı). Pratikte asil ve alim
işlevsel anlamda aynı kişilerdir. Görüldüğü gibi Bulliet büyük yerleşim
merkezlerinin uleması ile ilgili değerli malzeme ortaya koyuyor ve
mezheplerin nasıl siyasi partiler olarak çalışabileceklerine dair ilginç
hipotezler ileri sürüyor. Ama, sonuçta bu sürecin tarihsel gerçekliği açık
değildir ve onun hipotezleri hipotez olarak kalıyor. (1 Kıta Avrupa şehrinde
vatandaş (Alman veya Hollandalı)
Makdisi’nin İbn ‘Akil ve Bulliet’in Nişapur’unun bizi
getirdiği yerden daha ileriye -gidebilmek için, bir kaç şey gereklidir.
Birincisi, bizim ulemanın kim olduğu ve onların toplumdaki diğer sınıflarla
nasıl ilişkiye geçtiklerine dair daha kesin tanımlara ihtiyacımız var.
İkincisi, Ulemanın içinde çalıştıkları din ve eğitim kurumlarının daha
tafsilatlı bir bilgisini istiyoruz. Son olarak, ulemanın içinde yer aldığı
ve kendisi vasıtasıyla onların faaliyetlerinin bir anlam ve değer kazandığı
toplumsal düzenin daha kapsamlı ve tutarlı bir görüşünü geliştirmek
zorundayız.
Şeylerin kurumsal yönüne dair en önemli yeni bir çalışma
George Makdisi tarafindan yaklaşık yirmi yıllık araştırmasını topladığı
The Rise of Colleges: Institutiön of Learning in Islam and the
West (1981) isimli eserdir. (O, “Madrasa” EI2, v, 1123-1134 maddesinde
fikirlerinin özlü ama oldukça iyi belgelendirilmiş bir anlatımını
vermektedir; Robert Hillenbrand’ın bu kurumun mimari gelişimini incelediği
dikkatli taramasına da bakılmalıdır, Ibid., 1136-1154.) Onun (Makdisi)
daha önceki çalışması için, özellikle “Muslim Institution of Learning in
Eleven-century Baghdad”, BSOAS, xxiv (1961),1-56 ya bakılabilir.
Makdisi’nin konuyu kavrayışı o zaman ve o yerle çok derinden ilişkilidir ve
The Rise of Colleges Eyyubi - Memluk Kahire’si ve Şam’ından
pek çok malzeme içerse de orada o pek evinde görünüyor.
Başlığına rağmen, The Rise of Colleges
esasında nitelik olarak tarihsel değildir; kökenler ve gelişim sorunlarından
çok o, “olgun” biçimiyle medresenin temsil ettiği karmaşık kurumlar ve
uygulamalar bütünüyle ilgilenmektedir. Kısaca, onun analizi dinamik ve
diyakronik olmaktan çok statik ve senkroniktir. O medreseyi İslami öğretim
kurumlarının bir tipolojisi olarak tanımlayıp onun nasıl vakıf hukukunun bir
sonucu olduğunu gösteriyor. O müfredatı ortaçağ İslam‘ının genel bilgi
kavramıyla ilişkilendiriyor. Son olarak, o “skolastik toplumu” -
profesörler, çalışanlar ve öğrencileri - inceliyor.
Makdisi bize ulemanın ulema olarak nasıl bir işlev
gördüğünün tam manasıyla bir anlatımını sunuyor, ancak onun resmettiği dünya
çok bağımsız, kendi kendine yeten bir dünyadır. Ulemanın toplumdaki diğer
unsularla, mesela sultanlarla, çiftçilerle, ilişkileri ortaya
konulmamıştır. Ve her ne kadar biz ulemayı tanımlanabilir, bütüncül bir grup
yapan ortak kültürel yükümlülükler ve faaliyetleri açıkça orada görsek bile,
bu yükümlülükler ve faaliyetlerin neden ve hangi yollarla toplumun diğer
üyeleri için anlamlı olduğu üzerine sadece tahmin yürütebiliriz.
Makdisi’nin anlatımı işlevd (Jimetionalist)
olmaktan çok biçimcidir (formalist) -yani o tartışmasını, eğitim
sistemi içinde kullanılan ders konuları, rütbe ve görevlerin biçimsel
kategorilerinin bir açıklaması üzerinde temellendiriyor. Aslında belli bir
anlamda, bu kitap bir lerieon olarak görülebilir, yani İslam yüksek
eğitiminin karışık teknik sözcüklerini tanımlama ve tarama çabasıdır;
kesinlikle o bu şekilde kullanılmaya hazır bir düzenliliğe sahiptir. Makdisi
tereddüt ve muğlaklığa yer bırakmayacak bir açıklık peşindedir. Bunu
başarıyor ama belki de konunun elverdiği kesinlikten daha fazlası pahasına.
O, şeyleri sabit, bilinçli olarak düzenlenmiş bir sistem olarak görüyor, bu
özellikle de hukuk derslerinin müfredatı için doğrudur. Ayrıca, o Batı
üniversitelerinde kullanılan terimleri hatırlatan (ve açıkça bunu
hedefleyen) bir dil kullanıyor -mesela, “fellows”, “syllabus”, eourses”,
“graduate” ve “undergraduate” . Bunun sebebi onun 4. Bölümde
İslam ve Latin Hıristiyanlığının yüksek eğitimi arasındaki çok yakın
paralellikleri göstermek kaygısıdır. Bu iddialı ama oldukça tartışmalı bölüm
bizi engellememeli, ama gerçek şu ki, bu onun bütün araştırmasının ana
hedefini temsil etmekte ve salt İslam dünyasına yoğunlaşan daha önceki
bölümleri de çok derinden şekillendirmektedir.
Laoust, Maketisi ve Bulliet’in kaygılarını bir anlamda
birleştirmeye çalışan bir çalışma da Louis Pouzet’nin Damas au vii
e/xili e s. Vıe et struktures religieuses dans une
metropole islamique (1988) isimli çalışmasıdır. Pouzet’nin hedefi
gerçekten çok hırslı -sözü edilen yüzyılda Şam’ın dini hayatırun bütününü
resmetrnek ve onu devrin oldukça karmaşık siyasal tarihine eklemlemek.
Dolaysıyla o (Şia da dahil) değişik mezheplerin ana doktrinleri ve bunlara
üyeliği ele almaktadır; yani adalet, eğitim ve ibadet kurumları, tasavvuf ve
folk dini, büyük çoğunluğun Müslüman olduğu bir çevre de Yahudi ve
Hristiyanların yeri ve son olarak din adamlarıyla idareciler arasındaki
etkileşimi ele almaktadır. Doğal olarak, eser bazı hatalar içeriyor, ancak
madde madde Pouzet’nin sunuşu zengin ve ilgi çekicidir. Ancak, bütün olarak
kitap açıklıktan uzak ve yoğunlaşma sorunuyla malûldür; konuyu bilen
okuyucuların bile bütün olarak kavramasına engel olacak bir biçimde konular
gereğinden fazla iç içe geçmiş, haddinden fazla ilginç konu birbiriyle
kesişmektedir. Kitap çok değerli olmasına rağmen parça parça
hazmedilmelidir.
Makdisi ve Pouzet çoğunlukla 5./1 ı. yüzyıl ve sonrasıyla
ilgilendiğinden daha erken devirlerin eğitim sistemi için bir çalışmaya
ihtiyaç var. Şimdilik, Munir-ud-Din Ahmed’in Muslim Educatİon and the
Schow’s Social Status up to the Fifth Century Muslim Era in the Light of
Ta’rikh Baghdad (1968) ismli çalışmasıyla yetinmek durumundayız. Her ne
kadar Ahmed’in kitabı pek çok açıdan yüzeysel olsa da, çok iyi kaynak
tespiti yapmaktadır ve onun teknik terimler ve eğitimin organizasyonunu
açıklayıcı tartışması Makdisi’ninki ile karşılaştırıldığında faydalı
sonuçlar doğurabilir. O erken dönemlerin aşırı informalliğine (kural ve
biçim takip etmeme) ve bireyselliğine vurgu yapıyor. Böylece o (Makdisi’nin
aksine) bilim adamlarını daha geniş toplumsal çerçeveye oturtmaya çalışıyor,
ama onun buradaki anlatımı pek fazla sağlamayacak şekilde aşırı idealize
edilmiş durumdadır. Eğitim sistemiyle ilgili, A. S. Tritton’ın Materiili
on Muslim Educatİon in the Middle Ages (1957) isimli eseri hala göz
önünde bulundurulmasında fayda olan bir çalışmadır - iyi tahlil açısından
fakir ve çok dağınık bir bilgi, ama ilginç ve değerli verilerle dolu.
Belki de bu güne Kadar, ulemayı daha geniş
toplumsal-siyasal düzenin bir parçası olarak kavrayan en başarılı çabalar
bizzat ulemayı konu edinmeyen, bunun yerine toplumsal-siyasal sistemi bütün
olarak inşa etmeye çalışan çalışmalardır. İki eser bu türden bir yaklaşımın
imkanlarına işaret ediyor: Ira M. Lapidus, Muslim Citİes in the Later
Middle Ages (1967; notlar olmaksızın tekrar basım, 1984) ve Jean-Claude
Garcin, Un centre musu1man de la Haute-Egypte medievale: Qus (1976).
Her iki eser de şehir üzerine çalışmalar olsa da dikkat çekecek ölçüde
yaklaşım farklılığı gösteriyorlar: Lapidus sosyolojik ve karşılaştırmacı
bir yöntem izlerken, Garcin tarihseidir.
Memluk Kahire’si ve Suriye’sindeki şehir hayatına dair
yaptığı çalışmada, Lapidus genel olarak 5. ve 6. Bölümlerde ulemayı konu
ediniyor. O toplumsal entegrasyon ve bütünleşmeyle başlıyor. Daha belirgin
anlamda, bütün şehri kuşatan organizasyonların (loncalar, cemaatlar, vs.)
olmadığı ve devletin dar askeri ve mali kaygılarının bulunduğu
düşünüldüğünde, şehirli nüfusun eğitim, hayır-hasenat, kamu ve ticaretle
kamu ahlakını düzenleme gibi ortak gereksinimlerini karşılaması nasıl mümkün
oluyordu? O cevabı ulemada buluyor, “toplumun tümüne sızan bir kişiler
kategorisi onlar toplumsal iletişimin kendileri vasıtasıyla icra edildiği
süreçlerde ve böylece toplumu çalışan bir bütüne dönüştürülmesinde çok
hayati bir rol oynadılar” (s. 108). Toplumun saygın grupları içinden
gelmeleri ya da hepsiyle evlilik bağlarına sahip olmaları sebebiyle, onlar
salt toplumsal-ekonomik ağları ve geçmişleri vasıtasıyla tüm sistemi temsil
ediyorlar. Ayrıca, “daha geniş bir cemaat için bu temel ulema etrafında
odaklaşan bir örgütlü hayatın belirginleşmesi yoluyla güçlendirilmiştir.”
(s. lll). Bu örgütlü hayat önde gelen bilim adamları etrafında
şekillenen bir çalışma gurubundan ibaretti. Resmi ulema -kadılar, naibler,
şahitler bu birliklerin odak noktasıydı ve doğal olarak kendi mezheplerinin
ileri gelen üyeleriydiler. Ulema etrafında birleşen gruplar, üyelik,
liderlik, finans, vs. gibi şeyleri düzenleyecek hiç bir hukuki temeli ve
formel örgütsel yapısı olmayan gönüllü kuruluşlardı. Ancak işte tam da bir
sebepten ulema-merkezli gruplar Memluk askeri sınıfı, gençlik çeteleri,
komşuluk birimleri, aşiretler, vs.nin doğurduğu bölünmüşlüğü aşan
hafifletici bir rol oynamışlardır. “Aralarında ayırım yapılamayacak bir
elit,” (s. 114) onlar Memluk şehir hayatının esas yapıştırıcı
unsuruydu.
Aynı zamanda, ellerinde hiç bir zecri tedbir aracı
olmaması ve hiç bir formel örgüte sahip olmamaları sebebi ile, onlar
toplumsal-siyasal rollerini ancak Memluk devletiyle pek de iyi gitmeyen bir
işbirliğiyle İcra edebiliyorlardı. Dahası, onlar, toplumdaki ana refah
kaynaklarını kontrol ve maniple eden askeri elitin sağladığı bağışlar ve
hediyelere çok fazla bağlı durumdaydılar. Ulemanın rejime karşı saygısı
temel manada bir sadakat olarak alınmamalıdır, belki o sadece belli ölçüde
hukuk ve düzeni ve İslami hayat biçimini tesis etmek için yapılmış bir
işbirliğidir. İşbirliği çeşitli yollarla rejime meşruiyet kazandıran bir
şekil almıştır -mesela, fetva yayınlama, vaaz, görev kabulü, vs. Bu manada
çok önemli bir figür kadıdır: devletin ana yargı görevlisi, cami ve
medreselerde ortodoksi ve sahih ahlakın kollayıcısı, vakıf ve atamaların
gözetleyicisi. Pek çok alim yargı ve maliye görevlisi olarak bürokrasiye de
girmişti. Onlar hiç bir zaman tam manasıyla aday gösterilerek
seçilmemişlerdir; özellikle orta ve daha aşağı rütbeler (rank)
şehirli nüfusla daha yakın bağlara sahipti ve hatta bazıları geçimini
perakendeci veya zanaatkar olarak kazanmaktaydı. Ayrıca, grup bütün olarak
insanın kendisini rejimden ve onun eylemlerini kirleten ahlaki bozulmadan
belli bir uzaklıkta tutmasına çok değer vermiştir.
Lapidus’un ulema üzerine yazdıkları, Oryantalist
düşüncenin Snouck Hurgronje’dan Gibb’e (kendisinin üstadı) uzun bir zaman
diliminde ürettiği fikirlerin mükemmel bir ayıklanmasından ibarettir ve
burada fonksiyonel sosyoloji diliyle yeniden ifade edilmiştir. Lapidus’un
seçtiği dil bilinçli bir biçimde kültür merkezli değildir, ama o genel ve
soyuttur ve bu gerçek onun betimlemesini karşılaştırmalı bir tahlil için çok
uygun kılmaktadır. O ortaçağ İslam’ındaki başka tarihi bağlamlara da kolayca
uygulanabilir ve sınanabilir. (Aslında o bunun genel uygulanabilirliğini
-oldukça başarılı bir biçimde- göstermeye çalıştı: “Muslim Cities and
Islamic Societies” Lapidus (der.), Middle Eastem Cities [1969],
isimli eserin 47-79 sayfaları arası. )
Lapidus’un eseri bizim ulema algılayışımıza açıkçası
önemli bir boyut katıyor; ilk defa bu bölümde taranan literatürde biz onları
bir toplum bütünün yaşayan ve çalışan üyeleri olarak görmekteyiz; onların o
toplumda kendilerini bütünlük sahibi bir unsur olarak tanımlayabildikleri
çeşitli yolları bulmaktayız; onların başka gruplarla -sadece sarayla değil
popüler gruplarla da- oluşturdukları ilişki türlerini ayırabiliyoruz. Her
şeye rağmen böyle bir yaklaşımın önemli sorunları vardır. Öncelikle,
Lapidus’un ulemanın ortaya koyduğu somut fikirlerle ilgili söyleyeceği
neredeyse hiç bir şey yok; -onların toplumsal rollerinin çok önemli bir
veçhesi olan- ideolojik boyut onda bu nedenle çok zayıftır.
Laoust’un doktrinel analizi ile Lapidus’un sosyolojik
sunuşu arasında gerçekten bir boşluk vardır ve hiç birisi bunu doldurmak
niyetinde görünmüyor. (Lapidus’un bizzat kendisinin daha yakınlardaki bir
çalışmasında dikkat çektiği gibi) ikinci bir eksiklik de belki yukarıdakiyle
bağlantılıdır -yani Memluk devri yazarlarının yazıları belirli olaylar ve
şahsiyetlerin değerlendirmesiyle dolu olmasına rağmen, ulemanın rolü ve
konumuna dair ne düşündükleri hakkında çok az aydınlatılıyoruz. Yine bu
kitabın ana fikrine dönüyoruz, yani tarihsel analiz bir toplumun kendisini
betimlemesini yeniden inşa etme çabasıyla başlamalıdır (her ne kadar onunla
bitmese de). Bu iki sorun da şüphesiz Lapidus’un dilinin genel, soyut
yaklaşımından kaynaklanmaktadır, öyle ki tarihsel somutluk analitik açıklık
ve karşılaştırmacılığa kurban edilmiştir .
Son olarak, değişim meselesi var: 250 yıllık Memluk
tarihi açıktır ki hayatın pek çok alanında çok derin değişimler gördü ve
bunlar zorunlu olarak ulemanın durumunu etkilemiş olmalıdır. Ancak
fonksiyonel analiz böyle bir sorunla baş edecek bir donanıma sahip değildir
ve gerçekte değişim delillerini, istikrarlı kurumlar belirleme adına,
önemsiz gösterme eğilimindedir. Aslında fonksiyonel bir çerçevede değişim
genellikle anlaşılabilir makul bir süreç olarak değil de keyfi kesintiler
olarak görülür. Yukarıdakilerin hiç birisi iyi bir başarıyı küçümsemek için
söylenmemiştir, bilakis, ne kadar tutarlı ve ikna edici olursa olsun, hiç
bir yaklaşımın tek başına ulema karmaşık gerçekliğine uymadığı kısaca
gösterilmeye çalışılmışur.
Jean-Claude Garcin’nin Qus çalışması somut bir yer
ve zaman ve değişim boyutunu anlamlandırma çabasını temsil ediyor. O sadece
dar anlamda Qus şehriyle değil, ayın zamanda onun çevre bölgeleriyle de
ilgileniyor ve İslam hakimiyetinin başlangıcından Çerkez Memluklerinin
çöküşüne kadar olan uzun dönemi kuşatıyor ve hatta 18. ve 19. yüzyıllardaki
gelişmelere dair de bazı değerlendirmeler de bulunuyor. Böyle geniş bir
bağlamda, dini kurumlar ve liderler sadece tek bir unsurdur; ama Eyyubiler
ve erken dönem Bahri Memluklular altında bölgesel bir merkez olarak Qus’un
en uzak noktası için Garcin onları genel anlamda vazgeçilmez bir unsur
olarak görüyor:
İşte Yukarı Mısır kırsal
bölgesi halkı arasında yukarıya doğru bir hareketliliği sağlayan medreseydi,
hatta daha doğru ifade etmek gerekirse o (medrese) normalde onları (kırsal
bölge halkını) (Qus) şehir-sakinleri karşısında görece aşağı bir
pozisyonda tutuyordu... Aksi halde sadece ortak mali çıkarlarının bir araya
getirebileceği mahalli gruplar arasında yeni bir ilişkiler ağı yaratmaya
katkıda bulunan -yargı kurumunu temsil edenlerle birlikte- yine medrese
olmuştur; medresenin etki alanının ve kesişen yargı kariyerlerinin
tanımladığı yeni bir toplumsal mekan, Qus bölgesi, doğmuştur....
Bu yan-kırsal halkın
medresede eğitimi neticesinde “bir taşra çevresi” doğdu Bu taşra çevresinin
kültürü zengin değildi; aksine, medresede öğretilen yan teknik disiplinlerin
pratik uygulamasına güçlü bir eğilimle yönelmişti...Kırsal kesimin şehre her
zaman çok yakın olduğu Mısır’da ve bu uzak vilayette, şehirleşme sürecinin
karakterini belirleyen şey farklı bir hayat tarzı olmaktan çok, bu asgari
dilsel, hukuki ve dini eğitimdi. (s.356-357)
O halde, Lapidus’un tahlilinde olduğu gibi, toplumsal
entegrasyonun özünü ulema oluşturmaktadır, ancak söz konusu edilen toplum bu
kez dar anlamıyla şehirli değildir, tersine nitelik açısından yöreseldir. Ne
de hayati öneme sahip olan, ulemanın ulema olarak varlığıdır; aksine önemli
olan medreselerin, dini-hukuki eğitimin vakfiyelerle tespit edilmiş
kurumlarının, varlığıdır. Qus’a onu çevreleyen bölgede itibar kazandıran
böyle kurumların (toplam on altı tane) varlığıydı. Onlar ayın zamanda Qus’un
dış dünya ile bağlantısını sağlamışur, çünkü Qus’un önde gelen aileleri bazı
fertlerini Kahire’ye göndermekteydiler ve orada bazıları büyük kariyerler
başarmaya muktedir oluyorlardı (mesela, EI-Nuveyri ve İbn Dakik el-’iyd).
Ayrıca, Qus vilayetinin kadısı vilayet sınırları dahilinde naibler (kadı
temsilcileri) atama yetkisine sahiptiler ve bu gerçek Qus’ta eğitim gören
küçük. kasaba ve köy fakihlerine yeni öğrendikleri bilgi ve becerileri
kullanma inıkanı sağlıyordu.
Garcin’in Qus weması için topladığı deliller çok
sınırlıdır -esasında yukarı Mısır’da Edfou’dan göçmen bir bilim adamı
tarafindan 740’larda/1340’larda telif edilen 600 maddeli tek bir biyografik
sözlük.: Kemal el-Din Ca’fer el-Üdfuvi, m-Ta’li el-Sa’id el-Cami’ li-Esma
el-Pudma ve el-Ruvat bi-’A1a el-Sa’id (tahk. Kahire, 1914; S. M. Hasan
tarafından yeni tahk., 1966). Memluk Mısır’ının sayısız vakanüvisleri
güneydeki olaylara sadece bu olaylar rejimi tehdit etmesi halinde ilgi
duyuyorlardı ve İbn Hacer el-Askalani ve el-Sahavi gibi büyük sözlük
müellifleri onlardan sadece Kahire’de dikkat çeken bir kariyer yapan
Sa’idileri dahil etmişlerdir. Böylece biz sadece 1348 yılına kadar ki Qus
ulemasının oldukça sistematik bir hülasasına sahibiz. Bunun yanında, biz
onları sadece birbirleriyle olan ilişkileri sırasında akademisyenler, yargı
görevlileri olarak görüyoruz, yoksa onların toplumsal deneyimlerinin başka
boyutlarını değil (toprak ağaları, tüccar kasaba ileri gelenleri vs.).
Ancak eğer akademik hayatın kalıpları iyi ve dikkatli bir
biçimde kurgulanır ve (Kızıldeniz ticareti, mali idare ve siyasi
gelişmelerle bağlantılı) başka delillerden elde edilen kalıplarla
karşılaştırılırsa, onları Qus’daki toplumun daha kapsayıcı bir yapısına
eklemleyebiliriz. Dahası, ulemanın ve onların kurumlarının rolünü, Qus’un
kendisi vasıtasıyla Kahire’de bilinen kozmopolit İslami hayat ve düşünce
formlarına bağlandığı yavaş ve neredeyse fark edilemeyecek bir süreç
içerisine yerleştirebiliriz. Bu vilayetteki erken Memluk idaresi sadece
idari bir kontrol ve mali çıkar meselesi değildi, aynı zamanda toplumsal ve
kültürel asimilasyon sorunuydu. Bir düzeyde İslam tarihi daima bir
vilayetler ve bu vilayetlerin merkezle olan ilişkilerinin tarihi olmalıdır;
bunun ışığında Garcin’in getirdiği bakış açısı mümkün olan yere kadar
izlenmelidir .
Lapidus ve Garcin’in tahlilleri neredeyse tamamen
nitelikseldir (qua1itadve); sayılar ,ara sıra ve sadece salt sözsel
bir çerçevede geliştirilmiş önerileri örneklerle açıklamak için
kullanılmıştır. Doğal olarak sayısal (quandtadve) tahlilin onların
oluşturduğu yorum seviyesinin ötesine geçecek ölçüde bir ilerlemeyi
başaracak en güvenli yol olup olmadığı merak edilebilir. Bu noktada onu
söylemek zor. Bir çeşit sayısal verinin imkan dahilinde olduğu kesin veya en
azından inşa edilebilir; ancak böyle bir verinin aksi halde çözümlenemeyecek
veya hatta etkin bir biçimde sunulamayacak sorunların ele alınmasında
kullanılıp kullanılamayacağı sorusu ortada durmaktadır. Her şeye rağmen,
sayısal tahlile özgü temel zaaf olağanüstü bir deha ve çabanın tekerleğin
yeniden icadına yatırılmasıdır. Bu yolu izlemek isteyen bir tarihçi, oyunun
böyle bir zahmeti hak edip etmediğine karar verebilmek için, Amerikan
sömürge dönemi ve erken devir modern Avrupa’sı gibi başka alanlarda yapılmış
çalışmalara bakarak başlayabilir. Ek olarak, tarihçi için ne
yapılabileceğine ve hangi matematiksel tekniklerin kullanılacağına dair,
bugün artık eski ama hala faydalı, iki genel kılavuz var:
1. Roderick Floud, An
Introduccion to Quantitative Methods for Histonans (1973);
2. C. M. Dollar and
R.J.N. Jensen, Histonan’s Guide to Statiscies: Quantitative Anairsis and
Histoncal Rcsxeardı (1971).
Eğer birisi bu konuda ciddi olarak çalışmak istiyorsa,
açıkçası biraz düzenli istatistik ve bilgisayar eğitimi alması gereklidir;
bunun için birine yapılacak en iyi tavsiye hemen ilgili departmandaki
meslektaşlarını ziyaret etmektir.
Ulema ile ilgili erken sayısal bir çalışma çok sıklıkla
an[ yapılan Hayyim J. Cohen’in şu makalesidir: “The Economic Background and
the Secular Occupations of Muslim J urisprudents and Traditionists in the
Classical Period of Islam (until the Middle of the Eleventh Century)”
JESHO (Journal oiEeonomle and Social History oithe Orient), xili (1970),
16-61. Cohen’in ulaştığı sonuçlar ilginç ve ufuk. açıcı, ancak onun
metodolojisi -hem sorduğu sorular hem de tahlille ilgili- çok basit. çalışma
kesin delillere dayanmaktan çok deneme-yanılma yöntemini izliyor. Ayın
şekilde, onun ele aldığı konu hiç bir şüpheye yer bırakmayacak ölçüde
önemlidir: maaşlı görevlerin en azından mümkün olduğu medreseler öncesi
zamanlarda, bilim adamları yaşamlarını nasıl kazanıyorlardı?
Ekonomik sistemdeki üretken kesimlerle onlar hangi
ilişkileri kurmuşlardı ve bizzat onlar faal olarak refah üretimine hangi
boyutta katılmışlardı? Açıkçası bu türden sorular Cohen’le ortaya çıkmış
değildir, ama onun çalışması bu konularla ilgili delillerin ne olduğuna dair
çok daha kesin bir açıklama ortaya koymuştur. Ancak üzülerek belirtelim ki,
şu ana kadar aslında kimse bu alanda daha sistematik ve teknik olarak daha
gelişmiş araştırmalar yürütmeyi düşünmemiştir. (Bu kesin yargıya kısmen bir
istisna, ulemanın profesyonelleşmesinde erken bir aşamayı temsil eden devir,
yani 6./12. yüzyıl Şam üzerine yazılan bir makaledir: Joan E. Gilbert,
“Institutionalization of Muslim &holarship and Proffesionalization of the
‘ulama in Medieval Damascus,” SI (Studia Islamica), ili
(1980),105-134.)
İki yeni çalışma en azından teknik bir düzeyde gerçekten
ileri bir adımı işaretliyor. Bu iki durumda inşa edilen sistem sonuçların
desteklediğinden daha detaylı olabilir; diğer yandan, her iki çalışma da
deneme-yanılma yöntemini amaçlamıştır. Bu çalışmalar en azından yeni
araştırma stratejilerini incelemek ve geliştirmek niyetindedir. Bu örnekte
açılmak istenen strateji, biyografik sözlüklerin görünürdeki kuru
formüllerinde saklanan prozopografik verilerin bilgisayarın
yardımıyla toplanması ve tahlil edilmesinin mümkün olduğudur. Ancak, her
bir bilim adamınca ortaya atılan soruların türleri oldukça farklıdır ve bu,
bilgisayar yardımıyla değinmemiz imkan dahilinde olan meselelerin bütününü
anlamlandırmakta bize yardımcı olabilir.
Carl F. Petry’nin The Civilian Elite ofCairo in
the Later Middle Ages (1981) isimli eseri, İslam tarihinin belli bir
zaman ve belli bir yerdeki “eğitimli sınıflar “larla ilgili şu ana kadar
elimizdeki eserlerin en iddialısıdır. Petry 9./15. yüzyıla ait
yaklaşık 4600 eğitimli insanın nüfusunu inşa etti. Nüfus sayımına dahil
olmanın ana kriteri bir kimsenin Kahire’de ikamet ettiğinin bilinmesiydi ve
nüfus sayımı iki büyük sözlüğe dayanıyordu: el-Sehavi’nin Dav’el-lamPsi
(1491 yılında tamamlanmış ve yaklaşık 12000 madde içermektedir) ve
yaklaşık 600 ilave isim de İbn Tağribirdi’nin elMenhal el-sali ve l
Müstavii ba’d el-vali isimli eserinden alınmıştır. Petry ‘illerna’ ile
ilgili görüş alanını dar anlamda sınırlarnamış, tersine eğitim mesleğini
izleyen herkesi kapsamı altına almıştır. William Popper’ın Egypt and
Syria under the Circassian Sultans (2 cilt, 1955-57) isimli
eserinde yaygın olarak kullanılan tasnifi izleyerek o çalıştığı insanları
altı geniş meslek sınıfına ayırıyor: yani, askeri-İcra, bürokratik, hukuki
(kadılar, noterler, muhtesibler), zanaatkar-tüccar, bilimsel-eğitsel, dini
işlevler. Ardından bu insanların coğrafi kökenleri, ikamet yerleri ve
Kahire’deki işi ve mesleki hareketlilik -yani insanların farklı nitelikli
işler üstlenme oranı.
Petry çalışmasını çok dikkatli bir şekilde yürütüyor ve
her ne kadar bir kaç sürpriz olsa da, çok önemli nüanslar ortaya çıkmıştır.
Mesela Kahire’nin eğitimli estabilihmentmm (toplumun önde gelen
unsurlar) en büyük insan kaynağı Delta ve Şam’dı. İtibar açısından, eski
Fatımi çevrenin medreseleri, Kale etrafındaki zengin kaynakları olan ana
kurumları bile çok geride bırakmıştır ve gerçekte Mısır-kökenli olmayan
bilim adamları büyük ölçüde birinci bölgede yoğunlaşmışlardır. Son bir
örnek: eğitimli sınıf ayrışmaya tabi tutulmamış değildir, aksine üç-parçalı
bir elit teşkil etmektedir. Yani, üç ana kariyer kalıpları (bürokratik,
yargısal-bilimsel, dini) arasındaki hareketlilik mümkün ama kesinlikle kolay
ve yaygın değildi. Bu grupların her biri farklı toplumsal gruplardan
devşirilmiş ve her biri Memluk toplumsal-siyasal düzeninde belirli ve iyi
organize olmuş bir rol oynadı.
Petry’nin ulaştığı sonuçlar görmezlikten gelinecek türden
değil ve o uzun zamandan beri şüphelenilen şeyi en basitiyle onayladığında
bile, bu kavramları sağlam bir dokümantasyonla pekiştirmiştir. Diğer yandan,
onun incelemeye dahil etmediği pek çok araştırma hatları mevcuttur. Mesela,
onun çalıştığı kişilerin toplumsal geçmişlerİnİn temel hususiyetleri ile
ilgili söyleyeceği çok az şey var -aile meslekleri, etnik kimlik, “eğitimli”
statünün tevarüsü, vs. O bu adamlarca takip edilen işlerin sıralarını, yani
cursus honorumı (bir iş dalında yükselme yoluyla geçilen rütbeleri) ,
tespit etmeye çalışmıyor; hırslı genç insanların yükselmek için hangi
kariyer patikalarını izlediklerini doğal olarak merak edebiliriz. 9./15.
yüzyıl esas ta tek bir blok olarak görülmüş,ve onar ya da yirmişer yıllık
aralarla bir zaman-dizimi ciddi olarak çabalanmamıştır. Yine, onun statiksel
tavrı çok basit: sadece oranları ve (coğrafi kökenlerle ilgili yalnızca)
basit bir yoğunlaşma coef Edent’i veriyor, burada onun detaylı
tablolarının önemini genellikle kavratmada yardımcı olabilecek hiç bir
grafik de yok. Şaşılacak oranda o sonuçları eldeki verilerin basit görsel
incelemesi yoluyla temellendiriyor. Ancak, Petty’nin belki de en önemli
zaafi dikkate aldığı şeylerdir. O çalışmasını halihazır literatüre
eklemlemeyi amaçlıyor ve bu şüphesiz gürültülü bir hedeftir; bu kesinlikle
Abu Lughod, Ayalon, Popper ve (herkesten çok) Lapidus’un zaten geliştirdiği
hipotezler ve kavramsal çerçevenin faydalı bir sınaması anlamına gelir.
Ancak o bu parametrelerle çalışmakla, kendine ait soruları sorma ve
bilgisayar temelli bir tahlilin sebep olabileceği yeni imkan ve bakış
açılarını genişletme fırsatını kaçırmış oluyor.
Dominique Urvoy Le monde des u1ema andalousdu ve/xi
e au vii e/xiii e sicele (1978) isimli eserinde aksi halde
sorulamayacak soruları yakalamak için bilgisayar-analizli bir araya
getirilmiş verileri kullanmaya çalışıyor. Petry’ninki sosyolojik bir çalışma
iken Urvoy’nurıki şu noktalara eğilen bir entelektüel tarih çalışmasıdır:
(I) Halifeliğin sonu ermesiyle (420/1030) Muhammedilerin iktidarı (630/1233
ve takip eden yıllar) arasında İspanyadaki ana eğitim merkezlerinin
belirlenmesi; (2) aralarındaki farklılıklara özel bir itina göstererek, her
bölgenin kendine özgü çalışma sahaları (hadis, furu-u fıkıh, gramer, vs.);
(3) bu bölgeler arasında göç ve seyahatle oluşan bağlantılar; (4) her
bölgenin önde gelen aliminin diğeriyle olan ilişkisini sağlayan öğrenci
ağları); (5) Yukarıdaki boyutların her birinde meydana gelen değişimin
yirmişer yıllık zaman dilimleriyle analiz edilmesi. Tuhaf ve moral bozucu
bir gerçek de onun hiç bir harita kullanmıyor olmasıdır. Onun verileri
genellikle karmaşık ve okunması zor çizelgeler serisi aracılığıyla
sunulmuştur, ama o, 4 Numara için (Öğrenci Ağları) sonuçları açıklayıcı bir
dizi geometrik figürler oluşturmuştur.
Urvoy’nun kaynak temeli çok sınırlı olsa da (bu ve başka
noktalarla ilgili Rachel Arienin Islam, Ix [1983]’teki
değerlendirmesine bakılabilir) ve onun sonuçları her zaman kabul edilebilir
olmasa da, o sayısal yöntemin, her zaman dar metin tahlilinin kutsal korusu
olarak görülen bir alanda bile çok verimli sorular setine yol
verebileceğini göstermekte başarılı olmuştur. Onun özlü sunumu
olabileceğinden daha az etkin, çünkü o verilerinin kültürel önemini
göstermek için ihtiyaç duyulan kurumlar bağlamını ve bireysel durumları
halledilmiş farz ediyor. Bu açıdan, o daha çok bir uzman monografi.dır. Daha
şaşırtıcı olan, onun çok zahmet harcayarak topladığı sayfalarca sayıya hiç
bir formel istatistik uygulamamasıdır. Onun çizelgeleri sadece birkaç
çizgisel eğim ve sınırlayıcı grafikle düzeltilerek çok daha iyi olabilirdi,
ancak bunlardan hiç biri orada yok. Hatta hiç bir oran da yok. Toplanmış
veriler bütünü İnşa ettikten sonra, o salt sözsel önermeler çıkarmak
amacıyla bu veriyi sadece görsel olarak inceliyor. (Özellikle ciddi bir
istatistikçi) onun elindeki veri tabanı ışığında, matematiksel usullerin hiç
bir anlamlı sonuç doğurmayacağını iddia edebilir. Buna benim cevabım şudur:
kitabın amaçları deneme-yanılmaya dayandığından istatistiksel sınama ve
manipülasyon fırsatının kullanılması gerekirdi. Diğer yandan, -Urvoy ve
Petty’de- bir okuyucuyu bunu kendisi için denemekten alıkoyacak hiç bir
neden yok. Gerçekte, bu iki yazar tarafından sunulan türden bir toplamanın
İnşa edilmesi için gerekli olağanüstü çaba ışığında, sayısal yöntemi düşünen
herkesin, işe Petry ve Urvoy’nun çizelgelerini denemekle başlayıp onlardan
başka ne gibi sonuçlar çıkarılabileceğini ve önerilen tasarının zaman ve
para maliyetine değip değmeyeceğini sorması makul görünüyor.
Bu bölümde tartışılan
diğer her yaklaşım için geçerli olduğu gibi, açıktır ki, sayısal yöntem
ulemanın kim ve ne olduğunu belirleme bilmecesinde son anahtar değildir.
Onun geçerliliği kullanılan verilerin hipotez ve kategorilerinin niteliğine
son derece bağlıdır. En azından şimdiye kadar bunlar daha çok geleneksel
araştırma biçimleriyle tanımlanmış durumdadır. Geleneksel
araştırmalar da ulemayı haddinden fazla bir kapalı grup, yani üyelerinin
sadece birbirleriyle iletişim içinde olduğu bir yapı olarak görme
eğilimindedir. Bu oldukça anlaşılır bir önyargıdır ve kesinlikle bizim ana
kaynağımız olan biyografik sözlüğün her şeyiyle yapmaya teşvik ettiği bir
şeydir. Ancak bu çok yanıltıcı bir durumdur. Gelecekte, biz ulemayı
toplumsal-kültürel sistem bütününün üyeleri olarak ele almalıyız ve bizim
vazifemiz onların dahil olduğu toplumsal ve kültürel ilişkiler bütününü
belirlemek olmalıdır. Ulemanın gerçekte ortaçağ İslam toplumunda bizim
doğrudan bilebileceğimiz tek ana topluluk olduğu. doğru olabilir. Ama onları
iyi bilebilirsek bu bizi onların yaşadığı ve büyük ölçüde şekillendirdiği
toplumun sağlıklı bir kavrayışına götürebilir. |