TIBB-I NEBEVÎ’DE TIBBÎ ETİK
Ayhan Tekineş
Makalenin Özeti
Bu çalışmada tıbbi etik öncelikle İslam tıp
tarihi esas alınarak tarihsel açıdan tedkik edilmiştir. Bu dönemde yapılan
konuyla ilgili çalışmalar tanıtılmıştır. Daha sonra tıbbi etik, hadisler
ışığında incelenmiştir. Bu kısımda daha ziyade genel ilkeler üzerinde
durulmuş, tıbbi etik, hadislerdeki genel etik ilkeler çerçevesinde
incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler
Etik, tevhid, fıtrat, çevre, bütünlük,
kolaylık, emniyet, koruma, şefkat.
Giriş
Tıp diğer fen bilimleriyle
birlikte on dokuzuncu yüzyıldaki hâkim pozitivist düşüncenin etkisiyle din,
felsefe ve benzeri manevî unsurlardan arındırıldı. Tıp ve biomedizin tamamen
pozitivist aklın sınırlarında kalınarak geliştirildi. Halbuki tıbbın ana
konusu olan hastalıkların teşhisi ve hastanın tedavisi, tıp teknikleri ve
fen bilimleri ile sınırlı bir olgu değildir. Zira insan beden ve ruhuyla bir
bütündür. Bazı hastalıklar, fizikî olduğu kadar sosyal, psişik ve ruhla
alakalıdır, yani psikosomatiktir. Tıbbın psikoloji ve sosyolojiyi ihmal
etmesi bir eksiklik olduğu gibi, din gerçeğini ihmal etmesi de ciddi bir
eksikliktir. Son yıllarda tıp etiği alanında yapılan çalışmalar, bu
eksikliğin hekimler tarafından da fark edildiğini göstermektedir.
Tıp etiği, bir meslek etiğidir.
Meslek etiğini, uygulamalı etik şeklinde nitelendirmek mümkündür. Meslek
etiği, genel etik ilkelerin belirli yaşam ve eylem alanlarına uygulanmasıyla
ortaya çıkan özel ve somut bir etiktir. ( Pieper, s. 86). Her meslek
faaliyetinin kendine mahsus bir etiği olmaması imkansızdır. Durkheim bunu
“Bir birinden ayrı ne kadar meslek varsa o kadar da ahlâk vardır” sözleriyle
ifade etmiştir. Ona göre her sosyal faaliyetin kendine mahsus bir ahlâk
disiplinine ihtiyacı vardır. (Durkheim, s. 8, 22)
Tıp alanında sağlanan teknik
ilerleme ve yenilikler, tıp etiğinin son yıllarda yeniden önem kazanmasına
neden olmuştur. Tıpta tanı ve tedavideki ilerlemeler, etik cevaplar
gerektirmektedir. Bu etik cevapları ve hekimlerin riayet etmesi gereken
normları, tıp kendisi üretememektedir. Tıbbın etik alanında ihtiyaç duyduğu
normların bir kısmı hukuk, diğer bir kısmı da din ve ahlâk alanına
girmektedir.
Tıp, her ne kadar kendi
gerçekliği ve dinamiğine sahipse de toplumun ve kültürün bir parçasıdır.
Zira tıp toplumun ortaya koyduğu yerleşik değerlere dayanmaktadır.
Almanya’da tıp etiği alanındaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr.
Engelhardt, konuyla ilgili eserinin Türkçe çevirisi için yazdığı önsözde
“Tıp yalnızca bir fen bilimi değil, aksine insanı bedensel-ruhsal bir birim
olarak ele aldığı için, daima manevi bir bilimdir. Tıp etiği tüm
globalleşmeye karşın, tıbbî tedavi ve araştırmanın uygulandığı her ülkenin
kültürü, gelenekleri, dinî yönelimi ve hukuksal yapısına bağlıdır. Bu
nedenle evrensel ve yöresel boyutlar, daima birbiri ile ilişkilendirilip bir
dengeye kavuşturulmalıdır” demektedir. (Engelhardt, s.VII vd)
Tıp etiği, uygulamada hekimin
sıkça karşısına çıkan problemlere yanıtlar aramaktadır. Bu yönüyle hekimin
sık ihtiyaç duyduğu hususlardan birisidir. İçinde yaşadığımız yüzyılda
hastalıkların çeşitlenmesi, kültürler arası etkileşim ve globalleşme gibi
etkenlerle hasta-hekim ilişkileri son derece değişmiştir. Hekimlerin farklı
kültür ve milletlere mensup hastalarla diyalogu, özellikle Batı ülkelerinde,
sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu gibi durumlarda hastanın inançlarının,
sosyal ve kültürel çevresinin bilinmesi hastanın tedavisinde ve
rehabilitasyonunda son derece önem arz etmektedir.
Tıp etiği yakın zamanlara
kadar daha çok tıp tarihi bölümlerinde tarihsel bir perspektifle
incelenmiştir. Son yıllarda artan önemiyle birlikte başlı başına akademik
bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmıştır. Amerika’da yetmişli yıllardan
itibaren tıp etiği dersleri, hekimlik eğitiminin vazgeçilmez bir unsuru
haline gelmiştir. Üniversitelerde bioethik bölümleri tesis edilmiş, 1980
yılının başlarından itibaren de hemen hemen bütün tıp fakültelerinde tıp
etiği dersleri verilmeye başlanmıştır. Modern gen teknolojilerinin kazandığı
başarılarla birlikte tıp etiğinin yanında bioethik kavramı da gündeme
gelmiştir. Bioethik, yalnızca insan hayatını değil kainattaki bütün
canlıların hayatını ele almayı hedeflemiştir.
Almanya’da tıp etiği konusundaki çalışmaları yönlendirmek için 1988 yılında
Tıpta Etik Akademisi (Akademie für Ethik in der Medizin) kurulmuştur. Bunun
yanında tabib odalarında ve tıp fakültelerinde özel etik kurullar tesis
edilmiştir.
Batı ülkelerinde Kilise
ve İlahiyat fakültelerinin desteğiyle tıbbî etik konusunda ilmî toplantılar
ve araştırmalar yapılmaktadır.
Bu çalışmalarda daha ziyade kürtaj, organ nakli, ötenazi ve aids gibi
popüler konular ele alınmaktadır. Son yıllarda gen teknolojisinin
ilerlemesiyle birlikte bio-medizin alanındaki çalışmalar ve embriyo
araştırmaları da tıbbî etiğin önemli tartışma alanlarından birisi haline
gelmiştir. Tıp ahlâkının anılan aktüel konuları üzerinde ayrıca durulması
gereken hususlardır. Bu makalede önce klasik dönem İslâm literatüründe tıbbî
etiğin nasıl algılandığı üzerinde durulmuş, daha sonra, bu anlayışın
kökenini belirlemek maksadıyla, hadis-i şerifler incelenerek ilgili
hadislerin ortaya koyduğu meslek ahlâkı konusundaki ilkelerin tıp özelinde
araştırılması ve örneklendirilmesi hedeflenmiştir.
1. Tarihçe
Hekimlerin tıbbî bilgi ve
deneyim yanında bir kısım ahlâkî kurallara uyması gerekmektedir. Tıp
geleneğine sahip bütün kadim kültürlerde hekimlerin uyması gereken kurallar
üzerinde durulmuştur. Antik uygarlıklardan Sümerler’de hekimlerin uyması
gereken kanunlar bulunduğu, Asurlular’da ve eski Hind kültüründe hekimlerin
Hippokrat andının benzeri bir ant ile mesleğe başladıkları bilinmektedir.
(Terzioğlu, s. 1, 51) Eski Yunan'da milattan önce IV. yüzyılda yaşamış
filozof Heraklit’in talebelerinden Hippokrates’in (ö. m.ö.375) Yunan
Tanrıları’na seslenerek başladığı “Hipokrat Yemini” tıp ahlâkı ile ilgili
bilinen en eski metinlerden birisidir. Bu ant, başlangıcı Allah adına yemine
dönüştürülerek Kitâbu’l-Ahd adıyla Arapçaya tercüme edilmiş ve
geçmişte İslâm ülkelerindeki tıp eğitiminde bu yeminden yararlanılmıştır.
İbn Ebî Useybi’a (ö.668/1270), Kitâbu’l-Ahd’ın tıp öğrencileri için
yazıldığını, tıp öğrencilerinin bu ilkelere uyması ve muhalefet etmemeleri
gerektiğini vurgulamıştır.
Tıbb-ı Nebevî yazarlarından ünlü hadisçi Zehebî (ö.748/1374), Hippokrat
yeminini “Hekime nasihatler” başlığı altında nakletmiştir. Zehebî’nin
naklettiğine göre yemin “Tabib Allah’tan korkmalı, Allah’a itaat etmeli,
Allah için hayırhah olmalı” cümleleriyle başlamaktadır. Bitiş cümlesi ise
“Tabib, Allah’a yakın olmalıdır” şeklindedir. Bu ifadeyi naklettikten sonra
Zehebî, Hippokrat’ın Müslüman olmadığını hatırlatır. (Zehebî, s. 65)
Anlaşıldığı kadarıyla başlangıç kısmı tamamen İslâm inancına uygun hale
getirildiği halde, Zehebî, son cümleyi dini açıdan uygun bulmamıştır. Metnin
tercümesi filozoflar tarafından yapıldığından dolayı, muhtemelen bu son
cümle onların görüşünü yansıtır biçimde ifade edilmiş, ya da metne
eklenmiştir.
Bergamalı ünlü hekim
Galenos’un (ö.199) Hoti Ho Aristos Hiatros Kai Filosofos (Erdemli bir
hekimin filozof olması gereklidir) adlı eseri Abbasiler döneminde Arapçaya
tercüme edilmiştir. (Terzioğlu, s. 52) Bunun yanında eski Çin’de milattan
sonra VII. yüzyılda yaşamış taoist hekimlerden Sun Simiao’nun tıbbî
tavsiyeleri ve XV. yüzyılda yaşamış Gong Tingxian tarafından belirlenen
“hekimlerin uyması gereken on kural ve hastaların uyması gereken on kural”
tıbbî etik anlayışının bütün kadim kültürlerde bulunduğunu gösteren
örneklerdir. (Sass, s. 5)
İslâm’da tıp, diğer bir
çok ilim gibi, Kur’an-ı Kerim’e dayanmaktadır. İlk tıbbî pratikler ise
Peygamberimiz’in (s.a) uygulamaları ve tavsiyeleri ile ortaya çıkmıştır.
Kur’an’ın tıpla ilgili âyetlerine ve Hz. Peygamber’in tıpla ilgili
hadislerine “tıbb-ı Nebevî/Peygamber tıbbı” denilmiştir. Hadis kitaplarında
“Kitâbu’t-tıbb” adlı bölümlerde ve “tıbb-ı Nebevî” adlı müstakil eserlerde
tıbb-ı Nebevî ile ilgili âyet ve hadislere ulaşmak mümkündür.
İslâm bilginlerine göre Peygamber’in (s.a) tıpla ilgilenmesinin temel
sebebi, peygamberlerin gönderilmesinin gerçek gayesi olan dünya ve ahiret
saadetinin temin edilmesinde insanların beden sağlığına ihtiyaç
duymalarıdır. Allah’ı, yaratılışı ve kâinattaki kanunları bilmek bütün
ilimlerin ana konusu, temel hedefidir. İnsanlar arasında söz konusu
hususları en iyi bilenler ise peygamberlerdir. O halde onların tıpla
ilgilenmesi ve tıpla ilgili verdikleri bilgilere güvenilmesi gerekmektedir.
(İbn Kayyim, s. 324, 325)
İslâm bilginleri, genel
olarak, ahlâkla ilgili konuları “edeb” kavramı altında ele almışlardır.
Edep, bir toplumda örf, adet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar
veya bunları kazandıran bilgilerdir” şeklinde tanımlanmıştır. Edeb, sonraki
nesiller için birer kural olan gelenekler (sünnet) anlamını da ifade
etmektedir. (Çağrıcı, s. 33) Bu anlamıyla “edeb” kavramı ahlâkın yanında
örnek alınması gereken mesleki davranış biçimlerini de ifade etmektedir. Bu
nedenle devlet başkanları, kadılar, katipler gibi çeşitli meslek gruplarının
uyması gereken ilkeleri belirlemek maksadıyla “edeb” kitapları telif
edilmiş; hekimlerin uyması gereken kurallar da “Edebü’t-tabîb” adlı müstakil
eserlerde ele alınmıştır.
Tıpla ilgili hadisler “Kitâbu’t-tıbb” bölümlerinde ele alındığı için, hadis
kitaplarındaki “Kitâbu’l-edeb” bölümlerinde yalnızca genel ahlâkî konulara
temas eden hadislere yer verilmiş, meslek ahlâkı üzerinde durulmamıştır. Öte
yandan hadis kitaplarındaki “Kitâbu’t-tıbb” bölümlerinde de doğrudan tıp
ahlâkı incelenmemiştir. Ancak konunun ele alınışı itibarıyla tıp etiğini
ilgilendiren bazı başlıklar bulunmaktadır. Hadisçiler içinde özellikle
Tirmizî’nin (ö.279/892) el-Câmi’u-sahîh (Sünen) adlı eserindeki tıp
bölümünü ahlâkî bir perspektifle düzenlediği ve başlıklandırdığı müşahede
edilmektedir. Mesela, “Hastalarınızı yeme içmeye zorlamayın konusundaki
hadisler babı”, “Sarhoşluk veren şeylerle tedavinin mekruh olması babı”,
“Rukye ile tedavinin mekruh olması babı”, “Rukye ile tedaviye izin verilmesi
babı”. (Tirmizî, IV, 381-412)
Muhtemelen hicrî
dördüncü yüzyılın başlarında yaşamış ünlü hekimlerden İshâk b. Ali
er-Ruhâvî, doktorların uyması gereken kurallarla ilgili Edebu’t-tabîb
adlı bir eser telif etmiştir.
O, Aristo, Sokrat, Hippokrat ve Galenos gibi kadim ulemanın tıp konusundaki
görüşlerini yirmi ana başlık altında bir araya getirmiştir. Hatta yer yer
Hippokrat’ın ünlü yemini ve bu yemine Galenos’un yazdığı şerhten cümleler
nakletmiş ve bu sözleri izah etmiştir. (Ruhâvî, s. 165-167) Bu hususu
eserinin girişinde “Eski bilginlerin sözlerinden, faziletli insanların
edeplerinden tıbbî tavsiyeler derledim” diyerek dile getirmiştir. (Ruhâvî,
s. 39) Ruhâvî, doktorlarda ahlâki erdemler bulunması gerektiği fikrini
Aristo’nun “Hâkimler (kâdı, yönetici), asil olmalı, âlim olmalı,
kötülüklerden sakınmalı ve aceleci olmamalı” sözüne dayandırır. Ruhâvî’ye
göre, hâkimler insanların malları ile ilgili hususlarda tasarruf etmekte,
doktorlar ise bedenler ve nefisler konusunda hükümler vermektedir. Ticaretle
ilgili hususlarda yetkili olan hâkimlerde bu nitelikler aranacaksa,
doktorlarda öncelikle aranması gerekmektedir. (Ruhâvî, s. 39, 40)
Ruhâvî, bu eserinde
“Tabibin öğrenmesi uygun olan edebî ilkeleri, kişiliğinde bulunması gereken
ahlâkî güzellikleri, yapması lüzumlu işleri ve hastaya nasıl davranması
gerektiğine dair bilgileri” toplamıştır. (Ruhâvî, s. 35) Kitabın ilk babı
“Hekimde bulunması gereken emniyet ve itikâd (ilkeleri); hekimin ahlâkını
güzelleştirecek edepler” başlığını taşımaktadır. Müellif, hekimin güvenilir
olması için, öncelikle sahih bir inanca sahip olması gerektiğini belirtmiş
ve bu itikâdî ilkeleri onun güvenirliği (emânet) için gerekli görmüştür. Ona
göre hekim öncelikle şu üç esasa inanmalıdır:
“1. Hekim, Allah’ın
birliğine, kâinatın yaratıcısının O olduğuna, her şeye gücünün yettiğine,
her şeyi hikmetle ve belirli bir gaye ile yarattığına, hayatı verenin ve
öldürenin O olduğuna, hastalığı ve şifayı O’nun yarattığına inanmalıdır...
2.
Hekim, Allah Teâlâ’ya gerçek bir sevgiyle itaat
etmelidir...
3.
Allah Tealâ’nın insanlara elçiler gönderdiğine
inanmalıdır. Onlar, Allah’ın insanlara yararlı hususları öğretmek üzere
gönderdiği peygamberlerdir. Zira akıl, peygamberler gönderilmeseydi
insanların hayrına olan iyi ve güzel hususların (salah) hepsini
bilemezdi...”. (Ruhâvî, s. 41)
Edebü’t-tabîb
’in ikinci başlığı hekimin tıp konusunda bilmesi gereken temel tıbbî
bilgilere ayrılmıştır. Kitap içinde oldukça uzun olan söz konusu bölüm,
kitabın üçte birinden fazladır. (Ruhâvî, s. 60-162) Bu durum onun eserini
hekimler için temel tıbbî bilgilerin öğrenileceği bir tıp el kitabı, hatta
hekimlerin imtihan edileceği bilgileri içeren hekimliğe giriş kitabı
şeklinde tasarladığını göstermektedir. Nitekim o, ilerleyen bölümlerde
hekimlerin imtihan edilmesi meselesini müstakil bir başlık altında
incelemiştir. Tıp etiği konularıyla temel tıp bilgisi konularını birlikte
ele alması onun, hekimler için tıp bilgisinin yanında meslek etiğini aynı
derecede lüzumlu gördüğünü ortaya koymaktadır. Hekimde bulunmaması gereken
ahlâki özellikleri ise üçüncü bölümde ele almıştır. Ona göre “hekim, kindar,
hasetçi, aceleci, çabuk usanan, kibirli ve menfaatçi olmamalı, aksine
günahları bağışlayan, insanlara müsamahalı, ağırbaşlı, anlayışlı, yumuşak
huylu, mütevazi, iyilik yapmada istekli, kanaatkâr, övüldüğü zaman sevinen,
günahlara karşı iffetli, iç ve dış temizliği mükemmel bir insan olmalıdır”.
(Ruhâvî, s. 164) Zira Allah âdildir, hiç kimseye haksızlık yapmaz,
yaptıkları iyiliklere göre insanlara muamele yapar, “öldüren öldürülür,
başkalarını fakir bırakan kendisi de fakirliğe düşürülür, başkalarının
hastalanmasına sebep olan kendisi de hastalığa duçar olur, aldatan
aldatılır...”. (Ruhâvî, s. 165) Yine ona göre hasta ziyaretçileri hastanın
yanında uzun oturmamalı, hastanın yanına temiz elbiseler giyerek ve güzel
kokular sürerek gitmelidirler. Zira onların bu güzel durumu hastanın
psikolojisini güçlendirir. Hasta, onların durumuna bakarak kendini onlara
benzetmeye çalışır, bu istek de hastanın çabuk iyileşmesine yardımcı olur.
(Ruhâvî, s. 172) Görüldüğü gibi Ruhâvî, yalnızca öğüt vermekle yetinmemiş,
sebeplerini de zikrederek, ahlâkî öğütleri kimi zaman dinî kimi zaman da
aklî açıdan temellendirmeye çalışmıştır.
Ruhâvî’nin eserinin konu
başlıkları incelendiğinde tıp etiğinin temel meselelerine temas edildiği
görülmektedir. Bu başlıklardan bir kısmı şöyledir: “Hekim ilaç çeşitlerini
ve ilaçların nasıl bozulduğunu bilmeli”, “Hasta ziyaretçilerinin uyması
gereken kurallar (âdâb)”, “Hekimlik mesleğini her önüne gelenin yapmaması,
yalnızca yaratılış ve ahlâk bakımından uygun kişilerin hekim olması”,
“Hekimlerin imtihan edilmesi” ve “Hekimlere ve hastalara zarar verdiği
halde, halkın alışkanlık haline getirdiği kötü âdetler”.
Hekimlik mesleğinin
belirli kurallara bağlanması ve hekim adaylarının imtihan edilmesi ilk defa
Abbasî halifelerinden el-Muktedir tarafından 319/931 yılında yayınlanan
ferman ile resmiyet kazanmıştır. (Ruhâvî, s. 8, mukaddime) Daha sonraki
dönemlerde hastanelerin yaygınlaşması ile birlikte bu süreç hızlanmış; tıp
eğitimi ve doktorluk mesleği bir takım kurallara bağlanmış, bu kuralları
uygulamak ve denetlemek için “ihtisâb” kurumundan yararlanılmıştır.
Muhtesipler, diğer meslek erbabını denetledikleri gibi hekimleri de
denetlemişlerdir. Nitekim Eyyubîler döneminde yaşamış çeşitli şehirlerde
kâdılık da yapmış ünlü bilginlerden Abdurrahman b. Nasr eş-Şeyzerî
(ö.589/1193), Nihâyetü’r-rütbe fî talebi’l-hisbe adlı eserinde, söz
konusu dönemde hekimlerin nasıl denetlendiklerini ve nelerden imtihan
edildiğini anlatan bilgiler vermektedir.
Şeyzerî, bu küçük hacimli eserinde 34 meslek grubu hakkında bilgiler
vermektedir. Bu meslekler içinde eczacılar, hayvan hekimliği ve kan alıcılar
gibi tıpla yakından ilgili mesleklerin yanında “Doktorlar” başlığıyla
müstakil bir bölüm de bulunmaktadır. Bu bölüme bir doktorun bilmesi gereken
tıbbî hususları sıralayarak başlayan müellif, “Bu anlatılanları bilmeyen
birinin hastayı tedaviye kalkışması ve hastaya ilaç vermesi helâl değildir”
der. (Şeyzerî, s. 147) Ona göre doktor, önce hastaya, hastalığın sebebini,
neresinin hasta olduğunu ve hastalığa sebep olabilecek ne tür şeyler
yaptığını sormalıdır. Sonra hastaya verdiği ilacın terkibine neleri ne
ölçüde kattığını ve hastaya bu ilaçtan ne miktar verilmesi gerektiğini
bildiren bir reçete yazarak hastanın yakınlarına bırakır. Hastanın vefatı ya
da iyileşmemesi durumunda doktorun tedavi konusunda bir ihmali olduğu
düşünülürse, hastanın yakınları, bu reçeteyi şehirdeki en meşhur doktora
götürerek tedavinin doğru yapılıp yapılmadığını kontrol ettirirler. Şayet
doktorun bir ihmali olduğu belirlenirse doktor hasta yakınlarına tazminat
öder. (Şeyzerî, s. 148) Doktorların doktorluk yapmasına doktorlar karar
verirler, muhtesipler denetlerler. Doktor adaylarının göz hastalıklarında
hangi kitaptan, kırıklar konusunda hangi kitaptan ve cerrahîde hangi
kitaptan imtihan edileceği belirlenmiştir. Şeyzerî, bu kitapların adlarını
nakleder; ayrıca anılan branşlarda kullanılacak tıbbî aletleri zikreder,
tedavi yöntemleri hakkında bilgiler verir. (Şeyzerî, s. 150-152) Şeyzerî,
muhtesibin bu imtihanları başaran doktor adayı ile Hippokrat sözleşmesi
(andı) ile sözleşme yapması gerektiğini naklederek, Hippokrat andının
metnini nakleder. Daha sonra bütün bu sorumlulukları yerine getiren
doktorların uygulama esnasında yanında bulunması gereken tıbbî aletleri
sıralar. (Şeyzerî, s. 148, 149) Şeyzerî’nin naklettiği bu bilgiler dikkate
alındığında o dönemde tıp ilmine son derece önem verildiği, hekimlerin ciddi
bir şekilde denetlendikleri anlaşılmaktadır. Hekimlerin hukukî
sorumlulukları ile ilgili hususlar ise bilindiği gibi kâdılar tarafından
takip edilmiş; tabiblerin neden olduğu cezaî durumlar fıkıh kitaplarında ele
alınmıştır.
Tıbb-ı Nebevî müellifleri
tıp etiği hakkında tafsilatlı açıklamalarda bulunmamışlar, ancak tamamen de
ihmal etmemişlerdir. Bu konulara kısaca temas etmekle yetinmişlerdir. Zira
bu kitaplar daha ziyade halkın bilgilendirme maksadıyla kaleme alınmıştır.
Tıbb-ı Nebevî yazarlarından İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) “Kim tıbbı
bilmediği halde hekimlik yaparsa hastaya verdiği zararı tazmin eder” (Ebu
Dâvud, “Diyât”, 25; Nesâ’î, “Kasâme”, 40; İbn Mâce, “Tıbb”, 16) hadisini hem
dil hem fıkıh hem de meslek etiği açısından açıklamıştır. Ona göre uzman
(hâzık) bir hekimde yirmi nitelik bulunmalıdır. Onun üzerinde durduğu
nitelikler daha ziyade meslekî uygulamalarla ilgilidir. İbn Kayyim’e göre
hekimlerin taşıması gereken özellikler şunlardır:
1.
Hastalığı doğru teşhis etmeli.
2.
Hastalığın sebebini araştırmalı.
3.
Hastanın hastalığa direncini bilmeli. Hastalığı
ilaçsız yenebilecek hastalara ilaç vermemeli.
4.
Hastanın vücut yapısını (mizâc) bilmeli.
5.
Vücutta hastalık neticesinde ortaya çıkan yeni
vücut yapısını (mizâc) bilmeli.
6.
Hastanın yaşını bilmeli.
7.
Hastanın alışkanlıklarını bilmeli.
8.
Mevsim özelliklerini bilmeli.
9.
Hastanın memleketinin mevsim özelliklerini
bilmeli.
10.
Hastalık zamanında havanın durumunu bilmeli.
11.
Hastalığa uygun ilaçları araştırmalı.
12.
İlaçların kuvvetini ve hastanın durumuna uygun
dozajı araştırmalı.
13.
Tedavinin hasta üzerindeki yan etkilerine dikkat
etmeli.
14.
En kolay tedavi şeklini tercih etmeli.
15.
Tedavisi mümkün olmayan hastalıklarda hastayı
oyalamamalı.
16.
İlacın terkibini kontrol etmeli.
17.
Kalp ve ruh hastalıklarını bilmeli.
18.
Hastaya şefkatli davranmalı.
19.
Tedavide manevî (İlâhî) ilaçlardan ve moral verici
tedavi yöntemlerinden yararlanmalı.
20.
Bütün doktorların muhakkak uyması gereken şu temel
ilkelere uymalı.
a.
Mevcut sıhhat durumunun korunması. Hastaya zarar
verilmemesi.
b.
Kaybedilen sıhhatin yeniden kazanılmasına
çalışılması.
c.
Mümkün ise hastalığın tamamen ortadan
kaldırılması.
d.
Hastalığı tamamen ortadan kaldırmanın mümkün
olmadığı durumlarda hastalığın azaltılması.
e.
Daha büyük zarardan kurtulmak için en az zarar
veren tedavinin tercih edilmesi.
f.
En faydalı iki tedaviden en kolay ve hafif
olanıyla en yüksek faydanın temin edilmesine çalışılması. (İbn Kayyim, s.
112-114)
İslâm bilginlerinin
hekimlerde bulunmasını tavsiye ettikleri ve gerekli gördükleri niteliklerin
bir çoğu, Hippokrat yemininde ve bu yemine Galenos’un yazdığı şerhte
karşımıza çıkmaktadır. İslâm bilginlerinin tıp etiği konusunda ortaya
koydukları ilkelerin bir kısmının Yunan ve Roma tıbbında hatta eski doğu
kültürlerinde bulunması onların değerini ortadan kaldırmaz. Zira İslâm tıp
geleneğinin, tıp ilmine uygulama ve kuram açısından ne derece büyük katkılar
yaptığı bilinmektedir. Müslümanlar, tıp ilminin başlangıcının ilk
Peygamberlere (a.s) indirilen vahye dayandığını, gerçek kaynağının İlâhî
olduğunu kabul etmişlerdir. Bu nedenle de tıpla ilgili bilgileri diğer
milletlerden aktarmakta bir sakınca görmemişlerdir. Ancak onlar, diğer
kültürlerden istifade etmeye önem verdikleri gibi, bu bilgilerin Kur’an ve
Sünnet’e uygunluğuna da özen göstermişlerdir. Nitekim Hippokrat yeminini
Arapça’ya tercüme ederken İslâm’a uygun olmayan kısmını değiştirmişler, ona
İslâmî bir hüviyet kazandırmışlardır. Bunun yanında onlar, dinî metinlerin
yol göstericiliğinde kendi bilgi birikimleri ve tecrübeleriyle bir kısım
yeni ilkeler belirlemişler, eski ilkelere yeni formlar vermişlerdir.
2. Tıbb-ı Nebevi’de Tıp Etiğinin Temel İlkeleri
Ahlâk ile din arasında
sıkı bir birliktelik bulunmaktadır. Dine dayanan ahlâk ilkelerinin inançlı
insanlar üzerinde daha etkin olduğu bilinen bir gerçektir. Peygamberler,
ahlâkî normların belirlenmesinde ve bu normların uygulanmasında örnek
davranışlar sergilemişlerdir. Müslüman hekimlerin geçmişte meslekî çalışma
ilkelerinin tespitinde ve şahsî ahlâk anlayışlarının oluşmasında Hz.
Peygamber’den etkilendikleri açıktır. Bu nedenle onlar, geçmiş
medeniyetlerden yaptıkları tercümelerde, farklı kültürlerden edindikleri
tıbbî tecrübelerde inançlarına uygun değişiklikler yapmayı görev
bilmişlerdir. Ancak yine de farklı kültür havzalarının İslâm tıbbını hatta
az da olsa tıbb-ı Nebevî eserlerindeki yorumları etkilediği açıktır. Bu
nedenle hadis kitaplarında yoruma tabi tutulmadan tasnif edilmiş hadisleri
esas almanın daha uygun olacağı düşünülmüş; tıbbî etiğin Nebevî temelleri bu
çerçevede incelenmiştir.
İslâm bilginlerine göre Peygamber’in (s.a)
esas görevi insanlara Allah’ı tanıtmak ve O’nun emirlerini bildirmektir.
Resûlullah’ın (s.a) tıpla ilgili hadisleri ise dinî emirleri tamamlayıcı
nitelikte oldukları için önemlidir. İnsanların ihtiyaç duymalarından dolayı
tıbba önem verilir, ihtiyaç bulunmadığında bütün çabayı kalplerin
arındırılmasına ruhların terbiyesine sarf etmek gerekmektedir. Dinin asıl
gayesi kalplerin ve ruhların terbiye edilmesi, kalp ve ruhlardaki
hastalıkların tedavi edilmesidir. Kalp ve ruh ıslah edilmeden bedenin
sağlıklı olması bir anlam ifade etmez. (İbn Kayyim, s. 18)
Bu anlayış bazılarının tıp ve fen
bilimlerini ihmal etmesinin temel sebeplerinden birisidir. Halbuki
ibadetlerin ve dinî sorumlulukların yerine getirilmesi beden sağlığıyla
yakından ilgilidir. Sağlık olmadığı zaman bir kısım dinî vecibeleri yerine
getirme imkanı ortadan kalkmaktadır. Öte yandan yukarıda naklettiğimiz
görüşte belirtildiği gibi hastalıkları ruh ve beden hastalıkları şeklinde
ikiye ayırmak, muhtemelen zaruretten kaynaklanan bir sınıflandırmadır.
Bedende ortaya çıkan hastalıkların insanın kalp ve ruhuyla alakası bulunduğu
gibi bedendeki rahatsızlıkların da ruhu etkilediği bilinmektedir. Ayrıca
tedavi değerden arınmış basit bir işlem değildir. Tedavi edenin, hasta
üzerinde bir kısım manevî etkileri olabileceğini unutmamak gerekir. Bu
nedenle olsa gerek ki “Tedavi eden, (hasta üzerinde) hak ve salahiyet
sahibidir” sözü meşhur olmuştur. (Sass, s. 16)
a.
Tıbbın manevî boyutu ve Tevhid ilkesi
Müslüman âlimler, tıp ilminin başlangıç ilkelerinin vahiy
yoluyla insanlara bildirildiğini ifade etmişlerdir. Peygamberlere (a.s)
vahiyle temel ilkeleri bildirilen tıp, daha sonra tecrübe, gözlem ve kıyasla
geliştirilmiş; böylece tıbbî bilgiler çoğalmış, tıp ilmi ortaya çıkmıştır.
Bu görüş, yalnızca Müslümanlar tarafından dile getirilmemiş, Hristiyanlar
hatta putperest Romalı hekimler tarafından da benimsenmiştir. Meselâ İslâm
öncesi dönemin ünlü hekimlerinden Romalı Galenos, “Tıp sanatı Allah
Teâlâ’nın öğretmesiyledir, O’nun bağışıdır, insanoğluna O’nun bir lütfudur”
sözleriyle tıbbın kaynağının İlâhî olduğunu ifade etmiştir. (Ruhâvî, s. 155)
Keza Peygamber (s.a), bir hadislerinde tavsiye ettiği bir yiyeceğin
“Kendisinden önce yetmiş Peygamber tarafından övüldüğünü” bildirmektedir.
(Ali el-Müttekî, X, 19) Bu ifade geçmiş peygamberlerin ümmetlerine şifalı
bitkiler konusunda bilgi verdiğini bildirdiği gibi, bu bilgilendirmenin
peygamberlik vazifesiyle bağlantısını da kurmaktadır. Şurası bir gerçektir
ki din ile tıp bütün kadim geleneklerde sürekli beraber olmuşlardır. Hatta
tıbbı felsefenin içinden çıkararak tıbbı ilk defa bir ilim hüviyetinde ele
aldığı öne sürülen Hippokrat’ın ünlü yemininde bile bu birlikteliği müşahede
etmek mümkündür. Yeminin başlangıcında sağlık tanrılarına yemin edilmesi,
tıbbî etiğin Tanrı’ya bağlı dinî bir karakter arz ettiğini göstermektedir.
Bu nedenle bazı tıp tarihçileri, Hippokrat yeminindeki etik kuralların
kökeninin Hippokrat öncesi döneme ait olduğunu söylemektedirler. (Terzioğlu,
51)
Hadisçiler, tıp hadislerini derledikleri bölümlere “Allah
Teâlâ, hastalığı ve devasını indirmiştir”
hadisini zikrederek başlamışlardır. Şüphesiz bu bilinçli bir tercihtir. Zira
söz konusu hadis tedavi olmanın meşruluğunu pekiştirdiği gibi “hastalık ve
deva”nın her ikisinin de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını
bildirmektedir. Bu ontolojik yakınlık, hastalık ve devanın birlikte, aynı
seviyede ele alınması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Nitekim “hastalığın
Allah’ın kaderiyle olduğunu” öne sürerek tedavi olmak istemeyenlere
Peygamber (s.a) “Tedavi ile iyileşme de Allah’ın kaderidir” diye cevap
vermiştir. (Tirmizî, “Tıbb”, 21; İbn Mâce, “Tıbb”, 1) Hadisin bazı
rivayetlerinde ise “Deva, kaderdendir. Allah’ın izniyle fayda verir”
denilmiştir. (Ali el-Müttekî, X, 4) Hastalığın yaratılmış olması keyfiyeti
hastalığı bir yokluk, vücudun tabii şeklinin kaybolması şeklinde algılayan
klasik yaklaşımın isabetli olmadığını ortaya koymaktadır. (İbn Kayyim, s. 4)
Hayat ve ölüm ilişkisinde olduğu gibi sağlık ve hastalığın da bizatihi
varlığı bulunmaktadır.
Peygamber’in (s.a) hastalığın ve devanın Allah Teâlâ tarafından
indirildiğini bildirmesi, tıp ilmine daha başlangıçta manevî bir boyut
kazandırmaktadır. Tıp hadislerinin bu manevî boyutunu gören bazı
araştırmacılar, tıbb-ı Nebevî yazarlarının veya muahhar dönem bilginlerinin,
söz konusu manevîleştirme çabalarını tıbba itibar kazandırmak için
yaptıklarını öne sürmüşlerdir. (Fazlur Rahman, s. 62, 63) Halbuki tam aksine
tıbb-ı Nebevî müellifleri, tıp hadislerine tıbbî bir hüviyet kazandırmak
maksadıyla hadislerdeki bu manevîlik niteliğini zaman zaman ihmal etmişler,
rasyonel ve kendi zamanlarının tıp anlayışına uygun yorumları tercih
etmişlerdir. Hatta bazı modern araştırmacılar, Hz. Peygamber’in tıbbı ilmî
temellere kavuşturmadaki başarısını anlatmak için onun tıp telakkisinin
ruhani değil “dünyevî/laique” bir karakter arz ettiğini öne sürmüşlerdir.
Hz.
Peygamber, tıbbı ilmî temellere dayandırmış, insanları hastalıkların
sebeplerinin araştırılmasına teşvik etmiş, ancak tıbbın manevi yönünün
bulunduğu, her şeyin yaratıcısının Allah olduğu (Tevhid) fikrini vurgulamayı
da ihmal etmemiştir. Hz. Peygamber, şifanın Allah Teâlâ tarafından
yaratıldığını ifade ettiği gibi ölümün de Allah’ın takdiri ile olduğunu
belirtmiştir. Sa’d b. Zürare (r.a) ağır hastalandığı zaman Resûlullah (s.a)
onu dağlamış fakat Sa’d vefat etmiştir. Bunun üzerine “Yahudiler için kötü
bir ölüm. Şimdi derler ki “Muhammed’in arkadaşına bir faydası olmadı”. Ben,
ne onun için ne de kendim için Allah’a karşı hiçbir şey yapamam” diyerek bir
yandan üzüntüsünü diğer yandan da Allah’a bağlılığını ve O’nun kudretini
dile getirmiştir.( İbn Mâce, “Tıbb”, 24; Heysemî, V, 98)
Nebevî tıbbın manevî boyutu bulunduğunu zikrederken
unutulmaması gereken bir husus da o dönemdeki bütün tıp geleneklerinde
tıbbın din ile ya da büyü ile birlikte ele alınmış olmasıdır. Hz.
Peygamber’in de tedavide manevî unsurlardan yararlandığı, dua edilmesini ve
Kur’ân’dan bazı surelerin okumasını teşvik ettiği bilinmektedir. Ancak
hastalıkların sebeplerinin bir takım kötü ruhlara, mahiyeti bilinmeyen bazı
görünmeyen güçlere ya da şeytanlara bağlanmasını şiddetle reddetmiş; bu
anlayışı şirk olarak nitelendirmiştir. (Buhârî, “Tıbb”, 42, 54) Helenizm’de,
Ortadoğu’da, Hindistan’da ve Hıristiyanlık’ta bulunan söz konusu anlayışı
İslâm’ın benimsemediğini Fazlur Rahman “İslâm tıp geleneği, kötü ruhlar
tarafından ele geçirilme (demonic possession) fikirlerini reddeder. Bu inanç
İslâm tıp geleneğinde ve Ehl-i Sünnet akîde geleneğinde ortaktır” sözleriyle
ifade etmiştir. (Fazlur Rahman, s. 122) Böylece İslâm tıbbını akîdenin nasıl
biçimlendirdiği, geçmiş medeniyetlerin ittifakla kabul ettiği meselelerde
bile, tıbb-ı Nebevî’nin kendi orijinalliğini nasıl koruduğu ortaya çıkmış
olmaktadır.
Hz. Peygamber, hastalıkları ve tedaviyi önemsediği için
onları cennet-cehennem gibi kavramlarla bağlantılı anlatmıştır. Bu tür
hadislerde mecazî bir üslup kullanıldığı için zaman zaman yanlış anlamalar
da ortaya çıkmış, bir meyvenin doğrudan cennetten geldiği ya da bir
hastalığın cehennemden çıktığı gibi hatalı yorumlar yapılmıştır. Resûl-u
Ekrem, hastalıkları cehenneme, şifalı gıdaları ise cennete benzetmiştir.
“Hummanın (şiddetli ateş) cehennemin (en-nar/ateş) kükremesinden olduğunu ve
soğuk su ile soğutulmasını” emretmiştir. Bazı rivayetlerde ise hummayı
“cehennem ateşinden bir parça” şeklinde nitelendirmiştir. (Müslim, “Selâm”,
78; Tirmizî, “Tıbb”, 25) Bu benzetme ile ateşli hastalıkların insana verdiği
sıkıntı vurgulanmıştır. Ayrıca hadiste dolaylı olarak ateşli hastalığa
yakalanan mü’minin sanki cehhenneme girmiş çıkmış gibi bu hastalık
vesilesiyle günahlardan arınacağına işaret edilmiştir. Nitekim başka bir
hadiste hastaların titremesinin silkelenen ağacın yapraklarını dökmesi gibi
insanı günahlardan arındıracağı anlatılmıştır. (Buhârî, “Mardâ”, 2) Ateşli
hastalıkların cehenneme benzetilmesi insana ahireti hatırlatmakta aynı
zamanda hastalıkların günahların bağışlanmasına vesile olduğu vurgulanarak
ümit duygusu kuvvetlendirilmektedir.
Mecazî anlatım Arap dilinin vazgeçilmez bir üslubudur.
Hz. Peygamber’in hadislerinde bu tür anlatımın bir çok örneği bulunmaktadır.
Mesela Resûlullah (s.a), bir kısım meyveleri “cennet meyvesi” diyerek
övmüştür. Bir hadislerinde “Acve hurmasının cennet meyvelerinden olduğunu,
zehire karşı şifası bulunduğunu, mantarın da (İsrailoğullarına semadan
indirilen) kudret helvası (el-mennü) gibi olduğunu, suyunun göze şifa
verdiğini” söylemiştir. (Tirmizî, “Tıbb”, 22; İbn Mâce, “Tıbb”, 8) Hz.
Peygamber, bu teşbih ile bir yandan şifa kavramına yüklediği olumlu imajı
kuvvetlendirmekte öte yandan da cenneti hatırlatarak insanların gönüllerinde
cennet arzusunu diri tutmaktadır. Hadisin devamında “Mantarın İsrail
oğullarına semadan indirilen kudret helvası gibi olduğu, suyunun göze şifa
verdiği” ifadesi bulunmaktadır. Bu cümlenin mecaz olduğu açıktır. Mantarın
kudret helvasına benzetilmesi belki ormanlarda ve kırlarda bitmesinden
dolayıdır. Bunun yanında şifalı olduğunu vurgulamak için yapılmış bir
benzetme de olabilir. (İbn Kayyim, s. 281) Bazı bitkilerin ya da meyvelerin
cennetten olduğunun belirtilmesinin sebebi, muhtemelen onların
besleyiciliklerinin yanında şifalı olduklarını vurgulamaktır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, tıbbın manevi
yönünü vurgulamak için özel bir çaba sarf etmemiştir. Aksine tedavi olmayı
kader inancına aykırı zanneden bazı kişileri uyararak, insanları tıbbî
tedaviye teşvik etmiştir. Onun hastalar için yaptığı duaların kabul
edildiğini gösteren bir çok örnek vardır. Buna rağmen hastaları tedavi
olmaya teşvik etmiş, yaptığı benzetmelerle hastalığı cehennem ile şifayı ise
cennet ile ilişkilendirmek suretiyle hastalık ve tedavinin önemini
göstermiştir. Bunun yanında o, Tevhid inancına bağlılığını her vesile ile
belirtmiş, hastalığı ve şifayı yaratanın Allah olduğunu, ölümü Allah’ın halk
ettiğini ifade etmiştir.
b.
Ruh-beden bütünlüğü
İnsan, beden ve ruhuyla
bir bütündür. Bu nedenle insan tek boyutlu ele alınmamalı, onun aşkın/müteâl
boyutu ihmal edilmemelidir. Bu bütünlüğü Hz. Peygamber, bir hadislerinde
“Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi
olur, bozuk olursa da bütün beden bozuk olur. İşte o et parçası kalptir”
şeklinde mucizevî bur üslupla ifade etmiştir. (Buhârî, “Îmân”, 39)
Hastalıkların ruhî bunalımlarla, hissî sıkıntılarla bağlantısı bulunduğu
bilinmektedir. Üzüntü, keder ve stres bir çok hastalığın sebebidir.
Dolayısıyla sağlığı korumak ve hastalıkları tedavi etmek için ruh-beden
bütünlüğünün dikkate alınması gerekmektedir. Tıbb-ı Nebevî müellifleri, tıp
hadislerini tasnif ederken göz değmesi ve rukye (hastaların Kur’ân okuyarak
tedavi edilmesi) gibi konuları birlikte inceleyerek, bu bütünlüğü dikkate
almışlardır. Duanın hasta üzerindeki sağaltıcı etkisi bilinmektedir. Bu
nedenle Hz. Peygamber, tıbbî tedavinin yanında ruhu arındırma, kalbi Allah’a
yakınlaştırma düşüncesiyle duaya teşvik etmiştir. Hasta ziyaretine gittiği
zaman, şifa bulması için dua etmiş, hastaya da dua etmesini öğütlemiştir.
Medine’ye hicret ettiğinde önce Medine’nin hastalıklardan arınması için dua
etmiştir. (Buhârî, “De’avât”, 43)
Klasik dönem İslâm bilginleri, ilaçları üç kısma
ayırmışlardır: Tabiî ilaçlar, İlâhî ilaçlar ve her ikisinin birlikte
kullanıldığı ilaçlar. (İbn kayyim, s. 17) Tasnif zaruretiyle yapılan bu
ayırım bile tıbbî tedavide manevî unsurların kullanılmasının zaruretini
göstermektedir. Ancak tıbbî tedavi ile manevî tedavi yöntemlerini,
birbirinden ayrı düşünmek yerine, birinin diğerini desteklediği tamamlayıcı
yöntemler olarak görmek kanaatimizce daha isabetli olacaktır. Nitekim
Resûl-u Ekrem, ateşli hastalara ısrarla soğuk su ile yıkanarak tedavi
olmalarını emretmiş, bunun yanında “Yüce Allah’ın adıyla, fışır fışır akan
bütün damarlardan ve ateşin hararetinden Allah Teâlâ’ya sığınırım” diyerek
dua etmelerini öğütlemiştir. (Tirmizî, “Tıbb”, 24) Peygamber’in (s.a), bu
davranışı göstermektedir ki, maddi tedavi ile manevi tedavi unsurlarını
birbirinden ayırmak ya da birini diğerinin yerine ikame etmek yerine her
ikisinden birlikte yararlanmak daha isabetlidir.
Hz. Peygamber, insanın ruh-beden bütünlüğüne uygun
düşecek şekilde, tedavi ile ibadetler arasında bağlantılar kurmuştur. Mesela
bir hadislerinde ashâbına “Size şifalı iki şeyi, bal ve Kur’ân’ı tavsiye
ederim” demiştir. (İbn Mâce, “Tıbb”, 7) Bu hadiste fiziki tedavi aracı olan
bal ile ruhî tedavi aracı olan Kur’ân kıraati birlikte zikredilmiştir.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, bedenlerin ve ruhların tedavisini birbirinden
ayırmamıştır. Yine bir başka hadiste “İlaçların en hayırlısı Kur’ân’dır”
buyurarak, Kur’ân’ı tıbbî bir nitelikle övmüştür. (İbn Mâce, “Tıbb”, 34)
Kur’an’ın “ilaç” diye nitelendirilmesi bir benzetme olabilir; bu durumda
ilacın bedeni tedavi ettiği gibi Kur’ân’ın da ruhları tedavi ettiği
anlatılmak istenmiştir. Ancak hadisin ilk anlamını dikkate alarak Kur’ân
okumanın hastalar için şifa olduğunu söylemek de mümkündür. Nitekim
“Hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz” hadisinde sadakanın tedavi edici
özelliği vurgulanmıştır. (Ali el-Müttekî, X, 11) Ruh ile beden arasındaki
sıkı ilişki dikkate alındığında Kur’ân okumak, sadaka vermek gibi
ibadetlerin, ruh ve hisleri etkileyerek beden üzerinde iyileştirici
tesirinin olabileceği kabul edilebilir. Kur’an okumanın insan beynindeki bir
takım noktaları etkileyerek doğrudan beden üzerinde iyileştirici etkisi de
olabilir. İbadetlerin tedavi edici özelliğini gösteren önemli örneklerden
birisi de namazdır. Peygamber-i Zişan ile birlikte gece namazı kılan Ebû
Hureyre (r.a) karnı ağrıdığı için namaza ara vermek istemiş, bunun üzerine
Hz. Peygamber, Ebû Hureyre’ye “Kalk, namaz kıl. Namazda şifa vardır”
diyerek, namazın tedavi edici niteliğine işaret etmiştir. (İbn Mâce, “Tıbb”,
10)
Hz. Peygamber, hastanın
bedenini güçlendirmenin yanında ruhunun dinginleştirilmesi gerektiğini
vurgulamıştır. Nitekim hastalara sütlü bulamaç, ya da hamur bulamacı
yedirilmesini tavsiye etmiştir. Bu yiyeceklerin hastanın üzüntü ve kederinin
bir kısmını gidereceğini, kalbini de güçlendireceğini söylemiştir. (Buhârî,
“Tıbb”, 8; Müslim, “Selâm”, 90) Hastanın moral açıdan desteklenmesi için
hasta ziyaretine önem vermiş, hastaların ziyaret edilmesini toplumsal
görevlerden birisi kabul etmiştir. Hasta ziyaretinde, hastanın moralinin
yüksek tutulmasını tavsiye etmiştir. “Hastanın yanına girdiğinizde, eceli
konusunda onu rahatlatın. Bu onun ecelinin vaktini değiştirmez, ama hastayı
rahatlatır” buyurmuştur. (Tirmizî, “Tıbb”, 35) Nitekim ağır ağrıları olan
bir hastayı ziyaret ettiğinde “Sana müjdeler olsun. Allah Teâlâ, “Cehennem
ateşine girmesinler diye, günah işleyen kullarımı dünyada hastalık ateşiyle
imtihan ederim” buyurmuştur” diyerek hastayı teselli etmiştir. (Tirmizî,
“Tıbb”, 35; İbn Mâce, “Tıbb”, 19)
c.
Güven duygusu/emniyet
Güvenilir olmak (emin), İslâm’da yalnızca ahlâkî bir
fazilet değil, imanın temel niteliği kabul edilmiştir. “Mü’min, malları ve
canları hususunda insanların güven duyduğu kimsedir” hadisi bu gerçeği ifade
etmektedir. (İbn Mâce, “Fiten”, 2; Tirmizî, “İmân”, 12) Güven duyulan ve
kimseye zarar vermeyen kişilerin fazileti bir çok hadiste vurgulanmıştır.
Bir hadiste “Sizin hayırlınız, hayrı umulan ve şerrinden emin olunan
kişidir; şerliniz ise hayrı beklenilmeyen ve şerrinden emin olunamayan
kişidir” (Tirmizî, “Fiten”, 76) buyuran Peygamber (s.a), bir diğer
hadislerinde “Temiz ve helal yiyecekler yiyen, sünnetimi uygulayan ve
insanların kötülüklerinden emin olduğu kimse cennete girer” müjdesini
vermiştir. (Tirmizî, “Kıyâme”, 60)
Hekimin bütün mü’minlerde bulunması gereken güvenirlik
vasfının yanında mesleki açıdan da güvenilir olması gerekmektedir.
Peygamberimiz, hasta tedavisi için gelen iki hekime önce “Tıbbı hanginiz
daha iyi biliyor?” diye sormuştur. (Muvattâ, “Ayn”, 12) Bu soru, her ilim ve
her sanatta en bilgili ve uzman kişiye başvurmanın daha uygun olduğunu
göstermektedir. Zira bilgili hekimler, doğru tedavi yöntemini daha kolay
tespit ederler. (İbn Kayyım, s. 105) Peygamber (s.a), hekimlik konusunda
bilgisi olmayan kişilerin hekimlik yapmaya kalkışması durumunda, hastaya
verdiği zararı tazmin etmesi gerektiğini söylemiştir. (Ebu Dâvud, “Diyât”,
25; Nesâ’î, “Kasâme”, 40; İbn Mâce, “Tıbb”, 16) Hastanın ölmesi ya da sakat
kalması durumunda bu kişiler, hastaya ya da yakınlarına verdiği zararın
karşılığını ödemek zorundadır. (İbn Kayyım, s. 109 vd)
Tıbbî bilginin kaynağına güven duyulması, hastaların bu
bilgilerden yararlanmalarını kolaylaştırır. Bu nedenle Resûlullah (s.a),
kendisine vahiyle bildirilen tıbbî bilgilerin kaynağını açıklamıştır. Tıpla
ilgili bazı bilgiler, Peygamber’e (s.a) vahiyle bildirilmiştir.
Peygamberimiz, kendisine vahiyle bildirilen tıbbî bilgileri büyük bir
samimiyetle yerine getirmiştir. Nitekim vahiy meleği Cibril-i Emin’in misvak
kullanmayı emretmesi üzerine sürekli misvak kullanmış, o kadar ki neredeyse
diş etleri dökülecek gibi olmuştur. (İbn Mâce, “Tahâre”, 7; Ahmed b. Hanbel,
V, 263) Miraçta karşılaştığı bütün melek toplulukları “Ümmetine kan
aldırmayı tavsiye et” diye öğütlemişlerdir.( Tirmizî, “Tıbb”, 12) Resûlullah
(s.a) bu tıbbî bilgilerin kaynağının vahiy olduğunu bize bildirmekle,
naklettiği tıbbî bilgi konusunda muhataplarına güven vermekte; ruhlarının
mutmain olmasını hedeflemektedir. Böylece o, sağlığın önemini vurgulamakta,
sağlıkla ilgili meselelerin basit, değersiz dünyevî sorunlar gibi
algılanmasını ortadan kaldırmakta, sağlıkla ilgili emirlerinin yaptırım
gücünü pekiştirmektedir.
Peygamber (s.a), Kur’ân’da geçen tıbbî tavsiyeleri büyük
bir güven duygusu içinde uygulamıştır. Hatta hastanın önerilen tedavi ile
iyileşmediği kendisine haber verildiği halde teşhisinden vazgeçmemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyette “Balın şifa olduğu” (Nahl, 16/68)
zikredilmiştir. Karnı ağrıyan bir hastaya bal şerbeti içmesini tavsiye eden
Resûl-u Ekrem, hastanın yakınının birkaç defa gelip kardeşim bal şerbeti
içti ama karnının ağrısı geçmedi diye şikayet etmesi üzerine “Allah doğru
söylemiştir, kardeşinin karnı yalan söylüyor, ona bal içirmeye devam et”
diye cevap vermiştir. Neticede hasta iyileşmiştir. (Buhârî, “Tıbb”, 4)
d. Fıtrat ve çevreyle
uyumlu tedavi
Hz. Peygamber, tedavinin fıtrata ve çevreye
zarar vermesini yasaklamıştır. Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem,
dağlama yapmayı yasaklamıştır. (Ebu Dâvud, “Tıbb”, 7; Tirmizî, “Tıbb”, 10)
Zira dağlama verdiği acının yanında hastada kalıcı bir iz bırakmakta,
fıtratını değiştirmektedir. Ancak bazı sahabilerinin yaralarına bizzat Hz.
Peygamber’in dağlama yaptığı bilinmektedir. (Müslim, “Selâm”, 74, Tirmizî,
“Tıbb”, 11) Hatta dağlamanın nasıl yapılması gerektiğini anlatmıştır. (Ahmed
b. Hanbel, V, 170) Dağlama, Hz. Peygamber’in hoşlanmadığı bir yöntem olmakla
birlikte bazı hastalıkların tedavisinde, o zamanki şartlarda daha farklı bir
yöntem bilinmediği için, zaruri durumlarda dağlama yapılmasına izin
verilmiştir. Nitekim bir hadislerinde “Şifa üç şeydedir. Bal şerbeti içmek,
hacamat ve dağlama. Ancak ben ümmetime dağlamayı yasakladım” buyurmuştur.
(Buhârî, “Tıbb”, 3; İbn Mâce, “Tıbb”, 23) Hadisin bir başka rivayetinde
“Ancak ben dağlamadan hoşlanmam” buyurmuştur. (Buhârî, “Tıbb”, 17) İslâm’da
insanlara ateşle azap edilmesi yasaklanmıştır. Resul-u Ekrem, “Ateşle ancak
ateşin Rabbi azap eder” buyurmuştur. (Ebu Dâvud, “Cihâd”, 122) Hatta bir
hadislerinde “Ateş kimseye şifa vermez” demiştir. (Ali el-Müttekî, X, 22)
Resûlullah (s.a),
insanlara zarar vermeyen hayvanların öldürülmesini yasaklamıştır. (Müslim,
“Selâm”, 127-134) Hz. Peygamber, ilaç yapılmak maksadıyla hayvanların
öldürülmesini onaylamamıştır. Nitekim ilaç yapmak için kurbağa öldürmek
istediğini söyleyen bir hekime izin vermemiştir. (Ebu Dâvud, “Tıbb”, 11)
Hz. Peygamber, insan
fıtratının korunmasına önem verdiği gibi hayvanların fıtrî hususiyetlerinin
değiştirilmesini de hoş karşılamamıştır. O, kendisine hediye edilen bir
katıra binmiştir. Hz. Ali’nin (r.a), “Eğer eşeği atın üzerine çeksek bizim
de böyle bir hayvanımız olur” diyerek. Melez çiftleşme yöntemini önermesi
üzerine buna karşı çıkmış, “Böyle bir şeyi ancak bilgisizler yapar”
buyurmuştur. (Ebû Dâvud, “Cihâd”, 59; Ahmed b. Hanbel, I, 100, 158; Nesâî,
“Hayl”, 2) Hadisten anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber, fıtratın bozulmasına,
yaratılışa müdahale edilmesine sıcak bakmamış, bunu “bilgisizlik” olarak
nitelendirerek, kınamıştır.
Fıtrî ilaçları kullanmayı tercih etmiş,
hekimlerin “akrâdîn” dedikleri karışımla elde edilen ilaçları
kullanmamıştır. (İbn Kayyim, s. 5) Tavsiye ettiği ilaçlar incelendiği zaman
aynı zamanda gıda olarak kullanılan meyve ve bitkileri önerdiği
görülmektedir. Karışıma girmediği için bu gıdaların hasta üzerinde yan
etkileri de son derece azdır. Peygamber (s.a), pis (habis) maddelerin ilaç
olarak kullanılmasını yasaklamıştır. (Ebu Dâvud, “Tıbb”, 11) Bazı
hadisçiler, hadiste geçen “habis” teriminin zehirli maddeleri ifade ettiğini
söylemişlerdir. (Tirmizî, “Tıbb”, 7) Hadiste muhtemelen insan fıtratının
hoşuna gitmeyen maddeler ve dinen yasaklanan maddeler kastedilmiştir.
Nitekim Peygamber (s.a), “Yeryüzünde hastalığı ve şifayı var eden Allah
Teala’dır. O, her hastalığın şifasını yaratmıştır. Tedavi olunuz. Ancak
haram olan şeylerle tedavi olmayınız” buyurmuştur. (Ebu Dâvud, “Tıbb”, 11)
Bu nedenle içkinin ilaç olarak kullanılmasına karşı çıkmış, onun ilaç
olduğunu söyleyen bir sahabiye “o hastalıktır” diye cevap vermiştir. (Ebu
Dâvud, “Tıbb”, 11; Tirmizî, “Tıbb”, 8)
Tedavi edilemeyen bazı hastalar,
kendilerine özel muamele yapılmasını ve toplumdan dışlanmayı arzu etmezler.
Onlara karşı fıtrî davranmak en azından rehabiliteleri açısından yararlı
sonuçlar verecektir. Resûlullah (s.a), “Cüzzamlı hastalara bakıp durmayın”
diyerek onların toplum tarafından lanetliler gibi algılanmasını engellemek
istemiştir. (İbn Mâce, “Tıbb”, 44) Bilindiği gibi Resûlullah (s.a), cüzzamlı
hastalara yaklaşmayı yasaklamıştır. (Buhârî, “Tıbb”, 19) Cüzzamın bulaşıcı
olduğunu bilmektedir. Ancak cüzzam çabuk bulaşan hastalıklardan değildir.
Ayrıca Hz. Peygamber, “bulaşmanın” yalnızca zahirî bir sebep olduğunu,
gerçekte hastalığı Allah Teâlâ’nın yarattığını insanlara göstermek
istemiştir. Muhtemelen bu düşünceyle cüzzamlı bir hastanın elini tutmuş
“Allah’a güven, O’na tevekkül et” diyerek onu teselli etmiştir. Öte yandan
elini tutarak kendisine bağlılığını bildirmek (bey’ât) isteyen cüzzamlı
hastaya, uzaktan bey’ât ettirmiştir. (İbn Mâce, “Tıbb”, 44) Böylece o,
bulaşıcı hastalıklardan nasıl sakınılması gerektiğini göstermiş, bunu
yaparken bey’ât etmek isteyen cüzzamlıyı dışlamamış; onun isteğini kabul
ederek psikolojik açıdan dışlanmışlık duygusuna kapılmasını önlemiştir.
e. Tedavide kolaylık
Tıp uygulama yönü esas
olan bir ilimdir. Bu nedenle tıp, geçmişte ilimden ziyade sanat olarak
değerlendirilmiştir. Abbâsîler döneminde yaşamış ünlü hekimlerden Ebû Sa’îd
el-Bahtîşû (ö.450/1058), tıbbı felsefecilerin değil, uygulamalı hekimlik
yapan doktorların daha iyi bileceğini vurgulayarak, şöyle der: “Hekim, sözü
fazla uzatmamalı, göz boyayıcı ve aldatıcı şeylerle insanları kandırmamalı,
‘söz hekimi’ değil ‘iş hekimi’ olmalıdır”. (el-Bahtîşû, s. 24, 25)
Peygamberimiz (s.a) döneminde de tıpta uygulama ve pratiklik önemliydi. Bu
nedenle, Hz. Peygamber, tıbbî uygulamalarda özellikle kolay ulaşılan ve
basit uygulanan tedavi yöntemlerini tavsiye etmiş ve daha ziyade koruyucu
hekimlik üzerinde durmuştur. Kur’ân’da tababet üzerine bir eseri bulunan
Karl Opitz, “tıbb-ı Nebevî”nin bu karakterini “O, bilgi satıcılık ‘malumat
furuşluk’ çemberinden sıyrılarak, kanunları basitleştirmiştir” sözleriyle
vurgular. Ona göre “Hz. Peygamber’in koruyucu hekimlik konusundaki görüşleri
de tamamıyla aklın (tıbbın) kabul ettiği şeylerdir”.( Opitz, s. 87)
Tıbb-ı Nebevî’nin temel
niteliklerinden birisi, insanlara kolaylık göstermek ve onların
sıkıntılarını gidermektir. Resûllah (s.a) bir hadislerinde “Kim bir Müslüman
kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir
Müslüman kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da o kişinin kıyamet
günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın kusurunu
gizlerse Allah da kıyamet gününde onun kusurunu gizler” buyurmuştur.
(Buhârî, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 59) Bu hadiste uygulamalı ahlâkın en
can alıcı esasları zikredilmiştir. İhtiyaç sahibi insanlara yardım etmek,
sıkıntılarını gidermek ve kusurlarını gizlemek sosyal hayatta dayanışma ve
saygının tesis edilmesi açısından son derece önemlidir. Yardımlaşma duygusu
hastalık durumlarında daha bir önem kazanmaktadır. Sahabîlerden birisinin
dua okuyarak bir hastaya yardım etmeye çalıştığını duyan Peygamberimiz
(s.a), “Sizden biri kardeşine yardımcı olabilecekse, bunu yapsın” buyurarak,
hastaların tedavi edilmesine insanları teşvik etmiştir. (Müslim, “Selâm”,
60, 62, 63)
Resûlullah (s.a) iki iş
arasında seçme hakkı bulunduğu zaman günah olmadıkça kolay olanı tercih
etmiştir. (Buhârî, “Menâkıb”, 23; Müslim, “Fedâil”, 77) Meşhur bir
hadislerinde “Kolaylaştırınız” buyurmuştur. (Buhârî, “İlim”, 11; Müslim,
“Cihâd”, 5) Bu nedenle Peygamber (s.a), tedavide de kolay ve sade yöntemleri
tercih etmiştir. Rahatsızlık veren ilaçların alınmasını uygun bulmamış,
içimi kolay ilaçları tavsiye etmiştir. Müshil ilacı olarak boğumluca otu
kullanan Esmâ binti Umeys’e (r.anha) “Onun keskin ve ağır olduğunu, sinameki
kullanmasını” tavsiye etmiştir. (Tirmizî, “Tıbb”, 28)
Hastaya eziyet veren
tedavilerin yerine daha kolay ve acı vermeyen tedavi şekillerinin
uygulanmasını tavsiye etmiştir. Çocukların bademciklerinin elle sıkılarak
patlatılmasını yasaklamış, bunun yerine topalak bitkisini (kustu’l-bahrî)
tavsiye etmiştir. “Boğazlarını sıkarak çocuklara eziyet etmeyin” demiştir.
(Müslim, “Müsâkat”, 63; Buhârî, “Tıbb”, 13) Konuyla ilgili bir başka
rivayette Peygamber (s.a), Araplar arasında çocukların bademciklerini
ovalayarak, bademciklerin üzerine ilaç yapıştırma adetine de karşı çıkmış,
bademcikler için öd ağacı (udu’l-hindî) suyunun burundan damlatılmasını
önermiştir. (Müslim, “Selâm”, 86, 87; İbn Mâce, “Tıbb”, 13)
Hastalara yumuşak
davranmayı emretmiş, hastaların zorlanmalarını uygun bulmamıştır. Bir
hadislerinde “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın; Allah, onları yedirir,
içirir” demiştir.(Tirmizî,
“Tıbb”, 4; İbn Mâce, “Tıbb”, 4) Hastaların gönüllerinin hoş tutulmasını
öğütlemiştir. Hasta ziyaretinde hastaya “yemek istediğin bir şey var mı”
diye sormuş; “Hastanızın canı bir şey çekerse, onu yedirin” buyurmuştur.
(İbn Mâce, “Tıbb”, 2) Hastaların acılarını hafifletmek için dua etmelerini
önermiş, “Duyduğum sancının şerrinden, Allah’ın izzet, kudret ve gücüne
sığınırım” şeklinde dua etmelerini öğütlemiştir. (Tirmizî, “Tıbb”, 27)
f. Hastanın
korunması/Şefkat duygusu
Resûlullah (s.a), insanlara
karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Allah Teâlâ, onun bu özelliğini “Size
kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır
gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir”
(Tevbe, 9/128) âyetinde tasvir etmiştir. Bu merhamet ve şefkat duygusu,
hastalanan arkadaşlarını tedavi etmek ve hekimlere tedavi ettirmek için
büyük çaba sarf etmesine neden olmuştur. Keza onun hastalara karşı
davranışında da bu şefkatli tutumunu müşahede etmek mümkündür.
Hastanın tedavi esnasında yan etkilerden korunması, tedavi sonrası nekahet
döneminde iyi bakılması gerekmektedir. Hastanın korunması tıpta son derece
önemli bir husustur. Nitekim ünlü hadisçi Tirmizî, el-Câmi’u’s-sahîh
adlı eserinin tıp bölümüne “hastanın korunması (hımye)” konusundaki
hadisleri naklederek başlamıştır. (Tirmizî, IV, 381)
Peygamber (s.a) dualarında hastalıklardan kurtulmak için dua ettiği gibi,
hastalığın tamamen kalkması için de dua etmiştir. O, “Ey insanların Rabbi!
Şifa ver, Şâfi sensin. Gerçek şifa sendendir. Geride hiçbir hastalık
bırakmayacak şekilde şifa ver” diyerek dua etmiştir. (Müslim, “Selâm”,
46-48; İbn Mâce, “Tıbb”, 39) Bu duada hastalıktan tamamen kurtulmanın,
hastalık sonrası nekahet dönemini sıkıntısız atlatmanın önemi
vurgulanmıştır. Ayrıca bu duada hastalığın neden olacağı komplikasyonlardan
kurtulma temennisi de vardır. Hanımları hastalandığı zaman onlara şefkatle
davranmış, onları hastalık esnasında evlilik külfetleriyle rahatsız etmemeye
özen göstermiştir. (ez-Zehebî, s. 227)
Peygamber (s.a), nekahet dönemindeki hastaların yeme içmelerine dikkat
etmeleri gerektiğini belirtmiştir. Hz. Ali, hastalıktan yeni kurtulduğu bir
sırada Resulullah (s.a) ile birlikte bir eve misafir olur. Evde asılı duran
çağla hurmalarından yemek ister, Peygamber (s.a) “Yavaş ol, sen daha
toparlanma dönemindesin” buyurarak onu uyarır. Sonra arpa unu ve pazıdan
yapılan bir yemek getirilir, Resulullah (s.a) “Ali, bundan ye, bu sana daha
faydalıdır” buyurur. (Ebu Dâvud, “Tıbb”, 2; Tirmizî, “Tıbb”, 1)
Hz. Peygamber, hastayı
korumanın (hımye) yanında hastalıklardan korunmaya (tıbb-ı vikaî) da özel
önem vermiştir. Hastalık nedenlerini ortadan kaldırmayı, hatta muhtemel
hastalık sebeplerine karşı tedbir almayı emretmiştir. Anne karnındaki
çocukların korunmasına önem verdiği çocukların anne karnında düşürülmesini
(kürtaj) yasakladığı bilinmektedir. Bunun yanında süt emen bebeklerin daha
iyi beslenmeleri ve zayıf düşmemeleri için önerilerde bulunmuş, anne
babaların onlara zarar verebilecek davranışlardan uzak durmalarını tavsiye
etmiştir. (Ebu Dâvud, “Tıbb”, 16)
Hastaların kendinde
olmadığı, şuurlarının kapalı olduğu zamanlarda kişilik haklarının korunması,
iradesine saygı gösterilmesi gerekmektedir. Hastaya istemediği ilaçların
içirilmesi, iradesi dışında tedavi edilmeye çalışılması tedaviden istenen
sonucun ortaya çıkmasını engelleyecektir. Peygamber (s.a), “Buruna ilaç
damlatmak, ilaç içmek, kan aldırmak ve bağırsakları boşaltmak,
tedavilerinizin en hayırlılarıdır” buyurmuştur. Ancak bir hastalığında,
yanında bulunanlar kendisine ağızdan ilaç vermek isterler, eliyle işaret
ederek içmek istemediğini anlatmaya çalışır. Yanındakiler, herhalde o da her
hasta gibi ilaç içmekten hoşlanmadığı için böyle yapıyor, diyerek ilacı
içirirler. Resûllullah (s.a) biraz düzelince, kendisine zorla ilaç
içirenlerin hepsine aynı ilaçtan içirerek, onları cezalandırır. (Tirmizî,
“Tıbb”, 9) Bu uygulama göstermektedir ki, tedavide hasta iradesine saygı
gösterilmeli, mümkün ise tedavide hastanın izni alınmalıdır. Hastanın
onayıyla ve gönlü alınarak yapılan tedavilerin başarı şansı diğerlerine göre
daha yüksektir.
Resûl-u Ekrem, intiharı ve ağır hastalıklarda hastanın kendisini öldürmesini
yasaklamıştır. (Buhârî, “Tıbb”, 56) Hastanın böyle zayıf ve çaresiz
durumlarda “Allahım, hayat benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat,
ölüm benim için hayırlı olduğunda ruhumu kabzet” şeklinde dua etmesini
öğütlemiştir. (Buhârî, “Tıbb”, 19; Müslim, “Zikr”, 10)
Sonuç
Bütün kadim geleneklerde tıp ile
din arasındaki ilişki üzerinde durulmuştur. Modern tıp, on dokuzuncu
yüzyıldan itibaren bu ilişkiyi tamamen koparmış ancak yerine bir şey
koyamamıştır. Bu boşluk günümüzde tıbbî etik alanındaki çalışmalarla
doldurulmaya çalışılmaktadır. Tıbbî etik konusunda yapılan çalışmalarda
tıbbî etiği yönlendiren temel ilke ya da ilkelerin ne olması gerektiği
hususunda bir ittifak bulunmamaktadır. Bu çalışmada hadislerde ortaya
konulan tıbbî etiğin temel ilkelerinin tevhid, bütünlük, emniyet, fıtrîlik,
kolaylık ve şefkat olduğu tespit edilmiştir. Bu ilkelerin, yalnızca tıp
alanını değil, Müslüman ferdin hayatın diğer alanlarına bakışını da
belirleyen temel prensipler olduğu açıktır.
Allah Teâlâ’nın birliği
(tevhîd), kudretinin sonsuzluğu ve her şeyi yaratanın Allah olduğu inancını
bildirmek ve bu inancın hayata nasıl yansıdığını uygulamalarıyla göstermek,
Peygamberlerin (a.s) temel vazifesidir. Hastalık ve şifa gibi hususların en
fazla unutulduğu, ihmal edildiği kritik konularda, Hz. Peygamber, tevhid
inancına aykırı düşmeden sebeplere nasıl riayet edilmesi gerektiğini, atalet
ve tembelliğe saplanmadan tevekkül ve Allah’a itimadın bir arada nasıl
uygulanacağını ümmetine öğretmiştir. Bu hususu dikkate almadan hadisleri
inceleyenlerin bir kısmı, onun tıbbî tatbikatını dünyevî, diğer bir kısmı
ise ruhanî zannetmişlerdir. Halbuki o, her ikisinin bir denge içinde nasıl
uygulanacağını göstermiştir. Sebeplere riayet edilmesini, ancak gerçekte
sebepleri de yaratanın (müsebbibü’l-esbâb) Allah olduğunun unutulmaması
gerektiğini uygulamalarıyla ortaya koymuştur.
Hz. Peygamber, insanları
ruh-beden bütünlüğü, dünya-ahiret dengesi içinde değerlendirmiştir. Biri
için diğerini feda etmeyi ve insanın tek boyutlu ele alınmasını hoş
görmemiş, insanların Allah’ı ve ahireti unutmamaları gerektiğini
vurgulamıştır. Hem hekimin hem de hastanın ahireti ve hesap gününü
düşünmelerini, tedavinin maddi menfaat temini için değil, insanlara faydalı
olmak maksadıyla yapılması gerektiğini belirtmiştir.
İslâm ahlâkında en önemli
erdemlerinden birisi güvenirliktir. Bütün inananlar, öncelikle her konuda
kendisine güven duyulan insan olmalıdır. Ancak emniyet, tıpta diğer bütün
mesleklerden daha fazla üzerinde durulması gereken bir kavramdır. Hekim
güvenilir olmalıdır, hasta hekime ve tedavi yöntemine güven duymalıdır.
Hastane hizmetlerinin yerine getirilmesinde hastanın güven duygusu
zedelenmemelidir. Tedavide hastaya maddi ve manevi zararlar verilmemelidir.
Hastaya faydalı olunamadığı durumlarda, hasta kendisine en azından zarar
verilmeyeceğine emin olmalıdır.
Tedavinin insanların
fıtratlarına zarar vermemesi, çevreyi tahrip etmemesi esastır. Hayvanların
gereksiz yere deneylerde kullanılması son derece sakıncalı sonuçlar
doğurmaktadır. Gen teknolojisinin gelişimi ile birlikte, günümüzde çevrenin
tahrip edilmemesi, canlıların fıtrî özelliklerine müdahale edilmemesi daha
da önem kazanmıştır. Zira teknolojinin gelişimi ile birlikte çevrenin ve
canlıların yaratılış özelliklerinin tahrip edilmesi imkanı daha da
artmıştır.
Tıbbın temel ilkelerinden
birisi kolaylıktır. Kolaylık, tıbbî uygulamalarda esas olmalıdır. İnsanlara
yardım etmek, sıkıntılarını hafifletmek ve kolaylık sağlamak, dinî açıdan
övülmüştür. Sağlık konusunda da bu hususlara riayet edilmesi gerekmektedir.
Zira insanların en fazla yardıma muhtaç oldukları anlar, ruhen ve bedenen
zayıf oldukları hastalık anlarıdır.
Tedavi düşüncesinin
temelinde hastayı korumak ve hastaya duyulan merhamet hissi bulunmaktadır.
İnsanların hastalıklardan korunması, hastaların haklarının korunması,
hastalıktan yeni kurtulan kişilerin tekrar hastalanmaması için korunması
gerekmektedir. Hastayı koruma ise merhamet ve şefkat hissi ile
bağlantılıdır. Hekimlerin merhametli, hoşgörülü ve insanların kusurlarını
gizleyici olması gerektiği hekimlik mesleğinin en temel ilkeleridir.
Tıbbî etik konusunda Hz.
Peygamber’in ortaya koyduğu bu ilkeler, tıbbın, hatta hayatın her alanında
yararlanılacak temel ahlâkî ilkelerdir. Ahlâk, teorik yönünden ziyade
uygulama yönü bulunan bir ilimdir. Uygulanmayan ahlâkın ciddi bir değerinin
olduğunu söylemek güçtür. Uygulamalı ahlâkın tıp özelinde ele alındığı bu
çalışmada, hekimlik mesleğinin temel ahlâkî ilkelerinin hadislerden
kaynakları gösterilmeye çalışılmıştır. Böylece tıbbî etik alanındaki
çalışmalara bir katkı sunulmaya çalışılmıştır. Tevfik ve hidayet Allah
Teâlâ’dandır.
Kaynaklar
Ali el-Müttekî,
Kenzu’l-ummâl, Beyrut 1998.
el-Âmilî,
Ca’fer Murtazâ, el-Âdâbu’t-tıbbîyye fi’l-İslâm, Kum 1403.
Buhârî,
Muhammed b. İsmail, el-Câmi’u’s-sahîh, İstanbul 1981.
Çağrıcı,
Mustafa, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul 2000.
Durkheim,
Emile, Meslek Ahlâkı, çev. Mehmet Karasan, İstanbul 1986.
Ebû Dâvud,
Süleymân b. el-Eş'as es-Sicistânî, Sünen, Beyrut 1988.
Fazlur Rahman,
İslâm Geleneğinde Sağlık ve Tıp, çev., Adnan Bülent Baloğlu, Adil
Çiftçi, Ankara 1997.
el-Heysemî,
Mecma’u’z-zevâid, Kahire 1352’den ofset.
İbn Ebî Useybi’a,
Uyûnu’l-enbâ fî tabakâti’l-etibbâ, Kahire 1299’dan ofset Frankfurt
1995.
Nesâî,
Ahmed b. Ali, Sünen, Beyrut ts.
Opitz,
Karl, Kuran’da Tababet, “Die Medizin im Koran”, çev. Feridun Nafiz
Uzluk, Ankara 1971.
Pieper,
Annemarie, Etiğe Giriş, çev. Veysel Atayman-Gönül Sezer, İstanbul
1999.
Terzioğlu,
Arslan, Tıbbî Deontoloji ve Biyomedikal Etik’in Ana Hatları, İstanbul
1998.
et-Tirmizî,
Ebû İsâ, el-Câmi’u’s-sahîh, Beyrut ty.
Viefhues,
Herbert, “Medizinische Ethik in einer offenen Gesellschaft”, Medizin und
Ethik içinde Stuttgart 1999.
ez-Zehebî,
Şemseddin Muhammed b. Ahmed, et-Tıbbu’n-Nebevî, nşr. Ahmed Rıf’at
el-Bedrâvî, Beyrut 1995.
Züheyr Ahmed es-Sıbâ’î,
Muhammed Ali el-Bâr, et-Tabîb edebuhu ve fıkhuhu, Beyrut 1993.
|