TÂRİH ŞUURU ve ÇEVRE
M. Serhan TAYŞİ
I.
GİRİŞ:
Toplumun inanç ve kültürü ile uyumlu, imkân ve ihtiyâçlarının bütününü hedef
alan, geçmişi inkâr ve geleceği mahkûm etmeyen, mevcut millî kültür
potansiyelini en yüksek vasıfta kullanıp, gayesine en uygun bir tarzda
yönlendirirken, bunu çağdaş metot ve teknikle, millî kültürü bağdaştırabilen
bir insan olmak önemlidir.
İnsanın arzda zuhuru ile çevre problemi gündeme gelmiştir. İnsan kelimesi,
"ins", üns, ünsiyyet kelimelerinden türemiş olup, insanın zahiri ile dış ve
bâtını ile iç âleme olan bağlılığını ve ihtiyâcını ifade eder. Hilkatin ve
eşyanın zıtlar üzerine kuruluşu gibi, insanlık târihi de, müsbet-menfî diye
ifâde edebileceğimiz bir duâlite üzerinde bu günlere gelebilmiştir.
Dünya
kültür ve medeniyeti, kendi içinde gizli bir uyum ifâde eder, zıtlar
manzumesi içinde varlığını temadi ettirmiştir. Bu zıtlık onun varlık sebebi,
vücûd-i hikmetidir. Tabi'î kânunlar, sosyal nizâmı da etkileyen en önemli
faktördür. Sosyal nizâm ise, dünyâ üzerinde bulunan farklı kültür ve
medeniyet dâirelerinin sıhhat ve zindeliğine bağlıdır. Nasıl ekolojik denge,
dışarıdan müdâhale ile tahrip oluyorsa, çevrenin tahribi ile inşân da her ân
yok oluşa doğru gitmektedir.
Muhtelif kültür dâireleri, dışarıdan müdâhale ile, velev ki çağdaşlık adına
medeniyet ve teknoloji sağlamak gibi sebeplerle olsun, birbirlerine benzer
bir yapıya ulaşırsa, bu insan nesli ve kültürünün top yekûn yok olmasına
sebep olacaktır. İnsan ve çevresi arasındaki uyum, dünyanın farklı
kültürleri arasında da mevcuttur (1).
İslâm
nizâmını kendisine şiâr edinen İslâm milletleri, fethettikleri ülkeleri,
asla fetihlerinin mahkûmu yapmamışlar, onların örf, âdet, din ve sosyal
yaşayışlarına müdâhale etmemişlerdir. İslâmî
devletlerin en büyüğü ve en uzun
ömürlüsü olan Osmanlılar, bu ölçüyü daima kullana gelmişlerdir. Diğer
İslâm milletlerinde olduğu gibi,
Osmanlılar da, târih önünde, hiç bir zaman ne
genosit, ne de kültürel asimilasyonla
suçlanılmamışlardır. Bilakis, İslâm millet
ve devletleri târihi, insanlık târihinin
yüzünü güldürecek, adalet, insaf
müsamaha, şefkat ve cesaret sahneleri ile doludur. Batılı bâzı münsîf
âlimlerin ve ediplerin
eserlerinde itiraf etmekten çekinmedikleri, rönesans ve ilmî
inkişâflarının temelinde İslâm kültür ve medeniyetinin yattığı gerçeğidir.
İslâm'ın ilim aşkı ve saygısı ile
değerli yazma klâsik eserlerinin tetkiki, batı dünyası tarafından bu günlere
değin taşınmıştır. İslâmî tetkik ve şarkı araştırma
düşüncesi batıda bir siyâset oluşturmuş ve bir "Şark Mes'elesi" doğmuştur
(2).
Ancak medeniyet meş'alesi, İslâm dünyasından batıya intikal ettiğinde,
yukarıda zikr edilen içtimaî dengeler bozulmuş, batı bin yıllık ilmî
ataletinin faturasını, Hıristiyanlığında dahliyle "Orientalizm /
Şarkıyatlık" politikasıyla
400 yıldan bu yana kesip durmaktadır.
Batı, yüksek teknolojik güce ulaşma sürecinde, dünyanın en verimli bölgelerini
teşkil eden, kıtaların biyolojik, ekolojik ve sosyal yapısını tahrip ederek,
bugünkü durumu hazırlamıştır.
Bir Tarih araştırıcısı olarak diyebiliriz ki, bütün bu maddî ve manevî bozulma
ve kokuşmanın tek müsebbibi tüketim ekonomisi île dünyanın maddî
imkânlarının, gayr-i nizamî ve gayr-i âdil bir şekilde paylaşılmasını
kendine
prensip etmiş olan batı düşüncesidir.
Bugün dünya milletleri için tek çıkış yolu, tıkanıklık noktasına gelmiş
sosyalist ve kapitalist düşünceye alternatif teşkil eden İslâm düşüncesidir.
Üstelik,
İslâm kültür ve medeniyeti, tarihi devirler içinde kendini ispatlamıştır.
Aslında hayatımızın idamesi, dünyevî kıymetlerin tüketimi üzerine kurulmuş
olup, insanoğlunun bunları tasarruflu ve dengeli bir biçimde
kullanabilmesine bağlıdır. Bu kullanma, içtimai bir denge ve mukavelenin
gereğidir.
Târihî zaman akışı içinde, muhtelif milletlerin mücadelesi, iktisadî, fikrî
ve dînî temayüllerinin sonucudur. Vahye dayanan ilâhî dinlerin temel
prensipleri incelendiğinde, bunların: "Bir Allah'a inanmak, adaletle
hükmetmek, akraba ve yakınlarına bağış ve ihsanda bulunmak, münkerden,
eşkıyalıktan, yol kesicilikten
sakınmak, Allah'ı çok çok zikr etmek" olarak ifâde edilir, bu "On
Emir", on prensipler, Tevhîd Akîdesi'nin temel kânunlarıdır.
Ancak
tarihin her devrinde nefsine mağlup ve galib olan insanların
mücâdelesi olarak ifade edilebilen
tevhîd mücâdelesinin tek bir hedefi vardır. O da insanlığı iyiye, güzele,
doğruya, adalete, hikmete ve kıymetleri tasarrufa
yönlendirmektir.
İslâm târih, kültür ve medeniyeti, bunun tahakkuk etmiş sayısız misalleriyle
doludur. İslâm devlet düşüncesinin en devamlı ve güçlü bir örneğini teşkil
eden Osmanlı Devleti'nin bütün siyâsî, kültürel ve sanat mahsûllerinin,
başarılı
şaheserlerinin altında dinî inanç ve ibâdet anlayışı yatar.
A - Çevre - Târih Münâsebetleri:
Milletlerin yaşayışında çevre ile tarihleri içice, biribirlerinin senetleri
olagelmiştir.
Batı düşüncesinin tarihine bakıldığında, insanın değeri ve medenî
anlayışı, insanın tabiatla, çevre ile savaşından gâlib çıkması ile ölçüle
gelmiştir.
Bu takdirde inşân, sahib olduğu manevî değerleriyle, mahlûkatın Haliki
ile uyum ve ünsiyet içinde yaşarken, maddî ihtiyaçlarının gereği olarak,
çevresi
içinde uyum ve dengeyi bulmak zorundadır. İnsan için kemâlleşmenin, zü'l-cenâheyn
olmanın başka bir alternatifi de yoktur. Böyle bir insan ise, torağa,
suya, semaya, ağaca, kuşa, böceğe ve nitekim, kültür ve irfan iklimimizin en
yüce burçlarından Yûnus Emre bize seslenirken.
"Yaradılanı seerim, Yaradandan ötürü." Bu gerçeği bize duyurmak istemektedir.
İşte İslâm insanının çevreye bakış açısı budur. Her medeniyet, böylesine
yücelmiş bakış açıları ile vardır ve varlığını devam ettirmeğe hak kazanır.
Bu nedenle, her canlı için, kendi istidadındaki vasıflarla "Değişme", her
inşân
için de "Kemâlleşme" esastır (3),
B - Tarihi Akış İçinde Çevre-İnsan Münasebetleri:
Tarihî akış içinde insan-çevre münasebetleri incelendiğinde;
1.İnsanın insanla olan münasebetleri,
2.İnsanın bitkiler ye hayvanlarla olan münasebetleri,
3.İnsanın tüm maddî varlıklarla olan münasebetleri diye üç grupta
incelemeye
tâbi tutabiliriz.
l - İnsanın insanla olan münasebetleri:
İslâm düşünce sistemi ve ahlâkî prensipleri İslâm insanını eğitip
kemâlleştirdiğini görüyoruz. İslâm düşüncesinde asıl olan kişinin her
nefeste
kemâli ve kemâlleşmeyi aramasıdır. İnsan, iskân politikaları ile İslâmî yaşayışta
denge ve uyum içindedir.
Özellikle Osmanlı dönemi vakıf eğitim ve hayır kurumlarından (Cami',
medrese, tekke, sıbyân mektebi, hamam, çeşme, kütüphane, kitap, darü'-şifâ,
dârü'z-ziyâfe, ribât, köprü yol ve kervansaray) gibi eserlerin kuruluş,
gayesi ve
hizmet hedeflerini ayırmaksızın bütün mahlûkata dönüktür. Aynı zamanda bu
mimarî eserlerin çevre düzenlemesi, mimari şekli ile, çevresi ile uyumu
sağlamakta
da idiler. İstanbul'u ziyarete gelen yabancı seyyahlarının tarafsız ve hatta
zaman zaman kasıtlı ifâdeler kulanmalarına rağmen, İstanbul'un mimarî
eserlerine, onların zarif, çeşme ve
sebillerine, çiçekli zarif bahçelerine, tatlı kuş nağmeleri, mis gibi çiçek
kokuları ve lâhûtî ezan sesleriyle meşbû'lâtif rüzgarları ile, İstanbul'un
çiçek ve ağaç denizi içinde bir köşk, bir hayal ülkesi olarak,
bize sunmaktadırlar. (4)
Osmanlı vakıf binalarının çevresinde, nefis ve zarif kuş evlerinin bir taç
gibi bu binaları süslediğini görüyoruz. Böylece, mimari eserle tabiat ve
çevre arasında bir uyum sağlanmış, bu binalarda yaşayan insanların stressiz,
dengeli bir hayat sürmeleri sağlanmıştır. (5)
Sultan II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed Hân asrında, Edirne'de bina
edilen Dârü'ş-Şifâ ve Bîmârhâne’lerde hastalar klasik mûsikî, ney sesleri,
güzel
Kuran kırâ'eteri, bülbül eserleri, güzel çiçeklerle nefis gül kokulu gül bahçeleri
içinde, akarsu sesleri ile tedavi edildiklerini biliyoruz. (6)
Eğer Osmanlı, dönemi minyatür ve tezhiplerine dikkatle bakarsak, insanoğlu'nun
hayalindeki, stilize edilmiş, ağaç, kuş, çiçek ve hayvan figürleri,
masmavi göğü, yeşil çimenleri, çiçeklerle bezeli dağlan, masmavi akan
dereleri
ile bu resimler, cennetin irem bağlarım temsil etmektedir, insanoğlu ise, bu
zarif tablonun gaye ve ufuk motifidir. Yine bu minyatürlerdeki insan
figürlerine dikkat edersek, bunların sol
elinde İslâmî temizliği ve terâveti remz eden bembeyaz bîr mendil;
sağ elinde ise, insan ve çevre uyum ve dengesini remz
eden bir gonca gül bulunduğunu
görmekteyiz. Bu tablo bize, Osmanlı kültür ve medeniyetinin insanın çevresi
ile bir bütün olduğunu apaçık gözlerimizin Önüne
sermektedir. Yine Osmanlı donemi kütüphanelerinden bize intikâl etmiş,
değerli Çiçek yazma kitaplarımız
ve içme sularımız için çizilen "Su yollan haritalarımız"
medeniyetimizin namus ve haysiyet belgeleri gibidir.
Eğer biz bu araştırmayı o tarihteki batı resimlerine bakarak yaparsak,
iki fikir dünyası arasındaki büyük farklılığı bir anda kavramamız mümkündür.
Batılılarca "Türk asrı" adı yerilen 15. ve 16. asırlarda, maddî ve manevî
kudret, ilmî ve estetik gücün zirvesinde bulunan Osmanlı medeniyetinin ve
dünyânın politik ve kültürel merkezi olan İstanbul, hayâlleri süsleyen,
büyüleyici ve cezbedici bir şehir
olduğunda, herkes birleşir.
Nitekim yabancı seyyahların ifâdelerine bakarak, Osmanlı ülkesinde
cinayet, hırsızlık, eşkıyalık, sarhoşluk ve gürültü, yok denecek kadar az
olduğunu; hattâ bâzı şehirlerde hiç bulunmadığını, bunun sebebinin, adaletin
harfîyyen
uygulanmasından ve verilen cezâların caydırıcı olmasından kaynaklandığını;
iyi dinî terbiye görmüş olan halkın bu gibi suçlara müsamahakâr
bakmamasından kaynaklandığını ileri sürmektedirler. (7)
Yine bu seyahatnamelerde, Osmanlı ülkesi; "Zabıta vak'ası olmayan, gece
gündüz asayişin tam olduğu, Müslüman Türklerin son derece doğru ve dürüst
bir hayat sürdüğü bir ülke" olarak bildirilmektedir. Bunların hayatlarını
Kuranın şekillendirdiğini; dürüstlük ve ahlâklarının kaynağının, Kur'ân ve
İslâm Peygamberinin ahlâk anlayışı olduğu", İngiliz gezgin A. Brayer tarafından
bildirilmektedir. (8) Yine, A. Ubicini eserinde; "İstanbul'da geceleri
kapıların
kilitli olmadığını, bir çok değerli eşyanın sokakta bırakıldığı hâlde,
bırakıldığı yerde haftalarca kaldığını
bunu kendi ülkesiyle mukayese ederek, hayret ve takdir hissi ile
bahsetmektedir. (9) yine aynı zât, "Osmanlı Pâdişâhının son derece âlicenâb
olduğunu, Avrupa'da Mezhep savaşları sebebiyle takibe uğrayıp,
yakalananların, engizisyon Kilise meclisi karan ile râfizı ilân edilip, diri
diri yakıldıkları bir sırada,
oradan kaçanlara ülkesinde oturma izni verip, müsamaha ve insanlık
dersi verdiğim" nakletmektedir. (10)
Seyyah Motraye ise, "Osmanlı Türkü'nün sarsılmaz bir ahlâk ve namus
âbidesi
olduğunu, haksız kazanca, kalitesiz mala ve saygısızlığa, asla müsamaha
etmediğini nakille; dünyânın en kibar ve uyumlu milleti olduğunu, temizlik
ve terbiyenin ilk hayat düsturları
olduğunu, halkın birbirine karşı mükemmel
bir muaşeret usûlü ile muamelede
bulunduğunu, birbirlerine güler yüzle ve
"Paşam, ağam, beyim, Sultânım" gibi
haşmetli hoş kelimelerle hitap ettiklerini;
Kadınlarına son derece nâzik ve saygılı
davrandıklarım; esasen Osmanlı
lisânının son derece ahenkli, haşmetli ve tumturaklı bîr dil olduğunu,
şairane bir üslup ve âhenge sahip olduğunu, Osmanlı toplumunda sınıf
farkının bulunmadığını, batıda nezâket
insanın iç yüzüne bir perde iken, Osmanlı Türk'ünde samîmi bir hâl
olduğunu; terbiye ve anlayışın esas olduğunu yazmaktadır. (11)
İsrafı sevmeyen Osmanlı milletinin, ihtiyaçlarından fazla yemek yemediklerini,
cirit, atçılık, okçuluk, yüzme ve güreş sporlarını çok sevdiklerini, içki,
afyon, esrar, düello, zina, hırsızlık, sahtekârlık, tabasbus ve,gıybet gibi
cemiyte
hastalıklarını hiç bilmediklerini. Öyle ki, bir kişi eğer oyuna meraklı ise,
Osmanlı
adliyesi onun şahâdetini asla kabul etmediğini naklederler. (12)
Yine bu seyahatnamelerde, Osmanlı Türklerinin son derece âlicenâb ve
misafirperver olduğu ve kapısına gelen kişiyi "Allah misafiri" düşüncesi ile
evinde en az üç gün ağırladığını, zalimlere karşı haşin ve tavizsiz olduğu,
hayvanlara ve ağaçlara şevkat ve
merhamet gösterdiklerim hatta ölmüş hayvanlara
bile acıyıp, onları gömdüklerini görürüz. Kış mevsiminde, dağdaki vahşî
hayvanlara aç kalmamaları için et dağıtan vakıflar, her gün şehirlerdeki
kedi ve köpeklere et ve manço
veren vakıflar, leylekler, kediler ve köpekler için hayvan
hasta haneleri kurmuşlardı" denilmektedir.
Çok sade bir hayat yaşayan Osmanlı Türkleri tasarruflarını hayır işleri
için
vakıflar kurmak, bunları işletecek destek akar ve gelirlerini de tahsis ederlerdi.
(13)
Öte yandan, İstanbul'da fazla nüfûsun iskân edilmemesi, İstanbul Çevresinde
ağaç kesilmemesi, avcılık yapılmaması, yapılacak saray köşk ve evlerinin
lüks ve israfkâr olmaması, İstanbul mahallelerinde kefilsiz kimselerin,
bekârların, ahlaken düşük kadınların şehir dışına çıkarılması, mahalle
aralarında gizli mahalle açılmaması, sokak kaldırımlarının onarılması,
Kağıthane
çayırları ve mesire yerlerinde koyun otlatılmaması Rumeli ve Anadolu ahâlisi
çiftçilerinin İstanbul'a gelip yerleşmelerinin yasaklanması hakkında, hâmile
koyunların Hıdırellezden önce kesilmemesi, koyunların bıçakla değil yumrukla
tulum çıkarılarak yüzülmesi hakkında hepsi de sosyal ve tabiî çevre ile
ilgili
son derece
orijinal "Fermân-ı Hümâyûnlar" isdâr edilmiştir. (14)
DİPNOTLAR
1)ÜLKEN, H. Ziya, Uyanış
Devrelerinde Tercümenin Rolü (İst. 1935), s. 3.
2)Haydar BAMMAD, İslâmiyetin Manevî ve Kültürel Değerleri, Ank. 1963,
s. 24-25/M. WATT, İslamın
Avrupa'ya Tesiri, İst. 1985, 36-53/S. HUNKE,
Avrupanın Üzerine Doğan
İslâm Güneşi, İst. 1975, 43. s.
3)H.Z.
ULKEN. İslâmda Tercümenin Rolü, s. 14
4)Amicis, istanbul. 1874, s. 4-5
5)Dânişmend, Garb Menbâlarına göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, s. 24
6)Peremeci, O.N., Edirne Tarihi, İst. 1948, / Ahmed Bâdî EF., Riyâz-ı Belde-i
Edirne, C.I-III, (Bayezid Devlet Ktb. 10391-93)
7)Dânişmend, s. 8-10 // (8) a.g.e., s. 3 // (9) a.g.e., s. 14 // (10)
a.g.e., s. 15 //
(11) a.g.e., s. 36-37 // a.g-.e., s. 45-46 // (12) a.g.e., s. 75-87.
13)ATINAY, A. Refik, X. Asr-ı
Hicrîde İstanbul Hayâtı, s. 5-8
14)a.g.e,, s. 205-217
BİBLİOGRAFYA:
1.AKDENiZ
(SARI), Dr. Nil, Osmanlılarda Hekimlik Ahlâkı, İst. 1982
2.AMİCİS,
Edmond de, (Çev. Dr. Beynun Akyavaş), İstanbul-1874. Ank.
1981, Kültür Bakanlığı Yay.
3.
ARNOLD, T.W. İntişâr-ı İslâm Tarihi, İst. 1971.
4.AYNİ.
M.A. Türk AzizIeri-I, İsmail Hakkı Bursevî, İst. 194.
5.BAMMAT, Haydar (Tere. Bahadır Dülger), İslâmiyetin Manevî ve Kültürel
Değerleri, Ank. 1963.
6.DÂNİŞMEND, İ. Hâmî, Garb Menbâlarına Göre Eski Türk Seciye ve
Ahlâkı, İst. 1961.
7.DÜZDAĞ, Ertuğrul. Şehyhü'l-İslâm Ebu's-Su ud Efendi'nin Fetvaları Işığında
16. Asır Türk Hayâtı. İst. 1972.
8.EREMYÂ ÇELEBİ, (Kömürcüyan-H. Andreasyan, XVII. Asırda İstanbul
Tarihi, İst. 1988.
9.HUNKE, Dr. Sigrid. (Servet Sezgin), Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm
Güneşi, 2. bs. 1975.
10.KONYALI, İ. Hakkı, İstanbul Abidelerinden İstanbul Sarayları, I.C., İst.
1942.
11.ALTINAY, Ahmed Refik, Onuncu, Onbirinci, Onikinci ve Onüçüncü Asr-ı
Hicrî'de İstanbul
Hayatı. (1495-1591/1592-1688-1785/1786-1882M),
Enderun Kitabevi, İst.
1988, (Dört kitab)
12.NEDEVİ, Ebû'l-Hasan ali, Müslümanların gerilemesiyle Dünyâ Neler
Kaybetti. İst. 1966
13.OLİVER, DR, (Çev. Oğuz Gökmen), Türkiye Seyahatnamesi (1790 Yıllarında
Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu Seyahatnamesi), Ank. 1977,
14.
REYHANLI, Dr. Tülây, İngiliz
Seyyahlarına (Gezgin)lerine göre XVI. Yüzyıl'da
İstanbul'da Hayât. (1582-99), Kültür Bak. Yay., Ank. 1983.
15.SLADE, Sir Adolphus (Müşavir Paşa) (Çevr. A.R. Seyfioğlu), TürkiyeSeyahatnamesi
ve Türk Donanması ile yaptığı Karadeniz Seferi, İst.1945.
Askerî Deniz Matbaası.
16.TURAN, Dr. Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Tarihi c.1-2, İst. 1968-69.
17.ÜLKEN, H. Ziya, Târin Felsefesine Giriş, 1933-34,
18.ÜLKEN, H. Ziya, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü İst. 1935.
19.ÜNVER, Dr. A. Süheyl, İstanbul Üniversitesi Tarihine Başlangıç, Fâtih
Külliyesi ve Zamanı
İlim Hayâtı, ist., 1946.
20.W
ATT, Dr. Montgomery. (Çev. H. Yavuz) İslâmın Avrupa'ya Tesiri. İst.1986
21.AKSEL, Mâlik, İstanbul Mimarisinde Kuş Evleri (Fatih ve İstanbul Dergisi)
c. III, İst. 1953 s. 33-55. |