BİR DİSİPLİN ARACI OLARAK SOSYAL
HİZMETLER
Emrah Akbaş
Araştırma Görevlisi
Hacettepe
Üniversitesi - Sosyal Hizmetler Blm.
Bu çalışmada modern devletin sosyal
alanı düzenle
mek suretiyle kendi meşruiyetini
oluşturduğu yolundaki savdan hareketle sosyal hizmet uygulamaları
tartışılmaktadır. Günümüzde sosyal hizmet mesleği bir yol ayrımında
bulunmaktadır. Ya özgürleştirici bir pratik olmayı seçecek ya da
uyumlaştırıcı misyonunu sürdürecektir. Söz konusu iki tercihin farklı
ideolojik kaynakları bulunmaktadır. Özgürleştirici pratikler statükoya
meydan okudukları oranda toplumların diyalektiğinden türemektedir.
Uyumlaştıran pratikler, öte yandan, toplumları disipline edici
mekanizmalarla iş görmekte ve itaat kültürünü yaygınlaştırmayı
hedeflemektedir.
Uyumlaştırıcı bir perspektiften kurulan
sosyal hizmet pratiği bireylerin yaşamlarına odaklanır ve birey
edimlerini kişisel arızalar olarak görerek arzu edilen yönde
değiştirmeyi ve/veya disipline etmeyi hedefler. Özgürleştirici ve
eleştirel bir sosyal hizmet pratiği ise birey edimlerini etkileyen
ve/veya belirleyen üst toplumsal-ekonomik-siyasal yapıları anlamaya
yönelir. Bu çalışmada uyumlaştırıcı ortodoks sosyal hizmet anlayışının
bir eleştirisi yapılmakta ve özgürleştirici bir pratik olarak sosyal
hizmet anlayışı önerilmektedir.
Bir Yönetme Tekniği Olarak Sosyal
Politikalar ve Sosyal Hizmet Uygulamaları
Driver’a göre (1993, s.6-7), sosyal
politika kavramı, “siyasa”nın nesnesi olan nüfus gruplarından oluşan
farklı sosyal alanları varsayar ve bu sosyal alanların idare
edilebileceği, yönetilebileceği fikrine ve böylelikle bazı normlar,
davranış kalıpları ile sağlık ve refah gibi kavramlara dayanır. Bu da,
bir yandan nüfusa ilişkin bilgi toplama ihtiyacını, diğer yandan da
düzenlemeler ve yönetmelikler hazırlama kapasitesini imlemektedir. Sonuç
olarak, sosyal politikanın ortaya çıkışı, modernitenin ve modern
devletlerin gelişimiyle eşzamanlı olarak değerlendirilebilir.
Sosyal politikaların ortaya çıkışını
“sosyal” olanın ortaya çıkışıyla ilişkilendirmek gerekir. Sosyal alanın
ortaya çıkışı modern devletin gelişimiyle paralel bir seyir izlemiştir.
Merkezi ve bürokratik modern devlet “sosyal” alanı bir sektör olarak
tanımlar. Buna göre, modern devlette vatandaşlar politik irade
tarafından tanımlanır ve kategorize edilir. Sonuçta ortaya belirli
kurumlardan ve nitelikli uzmanlardan oluşmuş[1]
bir “sektör” çıkar (Deleuze, 1997, s. ix-xvii). Bu nitelikli uzmanlar
kadrosu toplum içindeki dilenciler, suçlular, fahişeler ve madde
bağımlıları gibi “anormal” olanları eğitmeye, rehabilite etmeye ve
uygarlaştırmaya çalışırlar (Göral, 2003, s.11-12).
Sosyal alanın bir sektör olarak yeniden
inşa edilmesi ve kamusal ve özel alan gibi bir dualitenin yaratılmış
olması devletin özel alana müdahalesini kolaylaştırmıştır. Sosyal ve
politik güçlerin bu müdahalesini meşru kılmak üzere oluşturdukları
söylem ise sosyalin bir sektör olarak güvenilir uzmanlardan kurulu
olmasıdır. Söylemler kişisel olmayan formlardır; bireylerin dışında
kurulurlar ve sosyal, ekonomik ve politik faktörlerle ilişkilidirler. Bu
anlamda, sosyal sorun da, kamusal ve özel alan ile çalışma hayatı ve
aile arasındaki ilişkilerin tanımlandığı söylemsel bir alan
oluşturmuştur (Canning, 1996, s.216).
Politik ve ekonomik alanın sosyal alana
girme ve onu denetleme stratejilerini Michel Foucault governmentality[2]
kavramsal çerçevesinde tartışmaktadır. Foucault’ya göre (1991,
s.102-103), bu yeni “yönetim zihniyeti” iktidarın pratikteki yansımaları
olan kurumlar, prosedürler, analizler, hesaplar ve taktiklerden oluşur
ve bu iktidarın hedefi nüfustur, ana bilgi formu politik ekonomidir ve
asli teknik araçları güvenlik aparatlarıdır. İktidarın yeni bilgi
formları ve sosyal olanı düzenlemenin yeni biçimleri ise, ezelden beri
hüküm süren klasik politik hükümranlığı ters yüz eden yeni
disiplinlerdir (Parton, 1991, s.5). Tıp, psikiyatri, psikoloji,
kriminoloji ve sosyal hizmet gibi yeni disiplinler disipline edici
mekanizmalar üzerinden hayata geçen yeni iktidar rejimleri kurmuşlardır.
Bu disiplinler “normal” aile, sağlıklı çocuk, kusursuz eş, uygun insan
gibi tanımlar yapmışlardır. Normaliteyi hem insanların kullanımı için
hem de gözetim ve denetim gibi amaçlar için tanımlamışlardır. Buna göre,
artık hayati önem taşıyan kararlar, hukuk kurallarına göre mahkeme
salonlarında değil; “normalleşme” kriterlerine göre hastanede, klinikte
veya refah dairesinde (sosyal hizmet kurumunda) alınacaktır.
Yukarıda verilen kuramsal çerçeve
uyarınca, ortaya çıkan yeni sosyal alanın “bilimsel” belirleyicileri,
normalitenin tanımını yapmakta ve normalite sınırları dışında kalan
toplum kesimlerinin normalleştirilmeleri için teknikler
geliştirmektedir. Bu noktada, sosyal hizmet mesleği bakımından
uygulamanın belkemiği niteliğinde olan “uyum” kavramı öne çıkmaktadır.
Kut’un sosyal hizmet tanımına göre (1988):
“Sosyal hizmet
mesleği, bireyin karar verme özgürlüğünü kendi yararına kullanması
açısından bilinçlenmesinde ve yaşadığı çevrenin değişen sosyo-ekonomik
koşullarına ve normatif sistemine uyum sağlayarak toplumda verimli bir
unsur olması yönünden gerekli olan değişmenin yaratılmasında müdahale
edebilecek bilgi, yöntem ve becerilere sahip ve hatta bu tür bir
müdahaleye yetkisi olan bir meslektir.”
Sosyal hizmet, müracaatçıları ve
ailelerini hükümet alanına çekmek üzere önemli bir işlev görür. Bunu
baskı yoluyla yapmayacaktır; bireylerin yaşamlarına ve öznelliklerine
yatırım yaparak gerçekleştirecektir (Parton, 1991, s.11). Foucault’ya
referansla, sosyal hizmetin yapacağı şey aslında “davranışın
yönetimi”dir (the conduct of conduct), yani, insanların
davranışlarını şekillendirmek, etkilemek ve yönlendirmektir (Gordon,
1991, s.2). Kut’un tanımına göre, davranışları yönlendirme sürecinde
müdahaleye bile hakkı vardır.
Sosyal hizmet mesleğinin müracaatçıları
düşünüldüğünde, yeniden kurulan sosyal alan için en büyük tehditlerden
birinin yoksulluk ve yoksullukla bağlantılı sorunlar (evsizler,
dilenciler, sokak çeteleri, vb.) olduğu görülmektedir. On sekizinci
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da merkezi hükümetler
yoksullara yardım etkinliklerinde doğrudan rol almaya başlamışlardır.
Örneğin, kurallara uymayan ve başıboş dolaşan gençler için birtakım
kurumlar açılmıştır. Devletin bu doğrudan müdahalesi, refahın amaçlarına
dair algıyı toptan değiştirmiştir. Cavallo’ya göre (1995, s.225-227),
artık amaç salt yardım değil, yoksul işgücünün disipline edilmesidir. Bu
aynı zamanda yoksullar arasında da bir ayrıma yol açmıştır: yardımı hak
eden yoksullar ve hak etmeyenler. Örneğin, modern Mısır’ın oluşumu
sırasında Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Kahire sokaklarındaki dilencileri
“tembel” köylüler olarak tarif etmiş ve sokaklarda gezinen yoksullara
ilişkin politikalar oluşturmaya başlamıştır. Buna göre, kırsaldan göç
edenler ya tutuklanacaklar ya da geri gönderilecekti; “hak eden”
yoksullar ise barınaklarda kalacaklardı (Ener, 1999, s.321).
“Sosyal”in Türkiye’deki serencamına
bakıldığında, erken Cumhuriyet döneminde “sosyal” alanın kurulumunda
ideolojik referansın, yeni toplumun yeni toplumsal ilişkilerinin harcı
olarak işlev görmesi planlanan solidarizm olduğu görülecektir (tesanütçülük;
dayanışmacılık). Solidarizmin temel ilkesi her vatandaşın topluma
yararlı bir birey olmasını bir sine qua non olarak sağlamaktır.
Türk solidarizmi büyük oranda Fransız
Aydınlanmasından ve özellikle meşhur Fransız Sosyolog Durkheim’dan
esinlenmiştir. Durkheim’a göre, ahlak, kaynağını bireyden değil, bireyi
aşkın bir güç olarak toplumdan alır. Buna göre, bizler birbirimize
bireyselliklerimiz ile değil, bireysellikleri aşan ve ayrı ayrı
bireyselliklerin toplamından daha fazla şey ifade eden toplumsal bağ ile
bağlıyızdır.
Solidarist ideoloji, her bir bireyin
topluma verdiği katkıyı önemsediği oranda toplumu olabildiğince kontrol
altında tutmayı hedefler. Her bir bireyin toplum için yararlı ve üretken
olmasını devlet garanti altına alır. Bu bağlamda, ulusuna yararlı
olanlar ve olmayanlar gibi bir ikili zıtlığın söylemsel bir anlamı
bulunmaktadır. Bir biçimde, ulus için beklenen yararı sağlamayanlar
anormal olarak sınıflandırılmakta ve potansiyel bir tehdit unsuru
olmaktadır:
Öztamur’a göre (2002, s.186; 2003,
s.39), erken Cumhuriyet döneminde, görüntü ve tutumlarıyla potansiyel
olarak tehlikeli olan sokak çocukları şehir hayatı için bir tehdit
olarak algılanıyordu. Terkedilmiş, yoksul, sokakta çalışan ve yaşayan
çocuklar toplum için bir tehdit olarak görülüyordu. Yani, bu çocuklar
aslında toplumun bütünlüğü ve uyumu için bir tehditti. Dönemin genel
söylemine göre, bu çocuklar eğitilmeliydi, ancak gerçekte, daha iyi bir
geleceğe sahip olmaları için değil, toplum için bir tehdit olmaktan
çıkarılmaları için eğitilmeliydiler. Hoşgörü ve acıma yerine denetim
gerekliydi bu çocuklar için.
“İnsan, içtimai bir mahluktur, cemiyete
mahsus ve cemiyete mevdudur. Onun için analar, babalar, hocalar, ustalar
çocuğu muhitine alıştırmak için müdahale ediyorlar. Bir yandan çocuğun
âciz olan vücudünü himaye ediyorlar, bir yandan da bu âciz vücudü ile
birlikte vahşi olan ruhunu temin ediyorlar. Hem büyütüyorlar, hem de
ehlileştiriyorlar” (Baltacıoğlu, 1931, s.10).
Erken Cumhuriyet dönemi yazarlarından
Ş’ye göre, böyle bir eğitim sürecinden geçmeyen çocukların sonu gün gibi
ortadadır. Şu halde bu çocukların özel bir “terbiye”ye ihtiyaçları
vardır:
“…Fakat kırlarda yolkesen bu genç
haydut hakikaten bu kadar kabahatli miydi? Acaba, ‘daha bacak kadar boyu
ile ilk hatasını’ işlediği zaman, ruhşinas ve munsif bir heyet
tarafından sıkı bir imtihana çekilseydi, müstakbel serserinin, kendini
şuuri olarak fenalığa sevkeden bazı tesirlere maruz kaldığı görülmez
midi?” (1929, s.347)
Önemli Bir Kırılma Noktası Olarak
Endüstri Devrimi ve Sosyal Hizmet Mesleği
On sekizinci yüzyıldan önce yaşama dair
düşünme biçimlerinin zeminini edebiyat ve felsefe oluşturuyordu. Bu
yüzyıldan önce edebiyat yalnızca “yaratma” ve “imgelem” alanı değildi,
aksine tüm yazma biçimleri (tarih, mektuplar, vb.) edebiyat altında
sınıflandırılıyordu. On sekizinci yüzyılın bitiminde edebiyat bir
yaratma ve imgelem aracı olarak dönüştü. Şiirler artık ayetlerden başka
şeyler halini aldı. Edebiyat şiirselleşti (Eagleton, 1983). Felsefe ise,
on sekizinci yüzyıla değin, daha çok doğayı anlamaya ilişkin bir alandı.
Bununla birlikte, kozmolojik çıkarımların toplumsal izdüşümleri de
felsefenin konusuydu.
On sekizinci yüzyıl, endüstriyel
kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı yüzyıldır. Hemen her şeyin
maddeleştiği oranda ciddiye alınır olduğu bir dönemdir. Bu dönemde
düşler değil olgular var olmaktadır artık. İşçi sınıfının şekillendiği
bu dönem aynı zamanda bu sınıfın ücretler bağlamında sömürüldüğü bir
dönemdir. Tam da böyle bir dönemde edebiyatın yaratıya ve düşleme
kaymasını bir kaçış olarak görmemek gerekir; bu derin bir muhalefetin
temsilidir. Olguların dünyasına düşlerin başkaldırışıdır (Eagleton,
1983).
Bu dönemde, felsefenin serencamı ise
edebiyattan daha farklı olmuştur. Endüstriyel kapitalizmle birlikte
değişen üretim biçimi ve ilişkileri, toplumsal yaşam üzerinde derin ve
radikal değişimlere yol açmıştır. Daha önce görülmemiş sosyal sorunlar
yeni düşünme biçimlerini zorunlu kılmıştır.
Aslında bu dönemin en önemli özelliği
yeni bir olgu olarak “sosyal” alanın ortaya çıkmasıdır. Bu yeni olguya
ilişkin yeni kavramsal tahayyüller kadim felsefe geleneğini derinden
sarsmış ve nihayet parçalamıştır. Yeni dünyayı anlamak ve açıklamak
üzere yeni disiplinler “sosyal bilimler” çatısı altında
bağımsızlıklarını ilan etmiştir.
“Sosyal” alanı anlamaya ve açıklamaya
ilişkin çabanın bir ürünü olarak ortaya çıkan yeni disiplinlerin yeni
devlet paradigması açısından önemli işlevleri de olmuştur. Diğer yandan,
yeni devlet paradigmasının meşruiyetini sağlamak üzere bu yeni
disiplinlerin birikimiyle donanmış birtakım uzmanlar da ortaya
çıkmıştır. Sosyal hizmet bu uzmanlıkların arasında yer almaktadır.
Endüstri Devrimi’nin ardından oluşan
yeni dünyada sosyal hizmet statükonun arzu ettiği toplum düzenini
gerçekleştirmeye soyunan bir alan olarak ortaya çıkarken sosyal bilimler
de ayrı ayrı kendi ontolojilerini ve epistemolojilerini tanımlamaya
girişmişlerdi. Bunu yaparken temel belirleyici ise doğa bilimleri
oluyordu.
Sosyal Hizmetin Sosyal Bilimler ile
İkircikli İlişkisi
Sosyal bilimlerde meydana gelen hızlı
gelişmeler karşısında sosyal hizmet daha çok tepkisiz kalmış ve bu
gelişmeleri geriden takip edebilmiştir. Ulus devletin toplumu disipline
edici aracı olmaya soyunduğu oranda statükonun sesi haline gelmiş ve
belki daha önemlisi salt bir uygulama olarak kalmıştır. Sosyal hizmetin
sosyal bilimlerle ilişkisi salt uygulamayı besleyen bilgilerle donanmak
çerçevesine mahkûm olmuştur.
Sosyal bilimlerde İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından yepyeni tarzlar ve düşünme biçimleri ortaya çıkarken
sosyal hizmet geleneksel pozitivist yönelimini sürdürmeyi tercih
etmiştir. Bugün dahi sosyal hizmetin en sorunlu yanları bu tercihten
kaynaklanmaktadır.
Ne tamamıyla sosyal bilimler içinde
konumlanabilen ne de sosyal bilimler dışında epistemolojik bir açılım
getirebilen sosyal hizmet, yalnızca sosyal bilimlerin birikimini acemice
uygulamaya aktarmaya çalışmıştır, ancak uygulamaya bilimsel bir merak
duygusuyla yaklaşmayan sosyal hizmetin en büyük olumsuzluğu uygulamaya
yabancılaşmış olmasıdır. Bu durumda, sosyal hizmet salt uygulayıcı olan
teknisyenlikten kurtulamadığı oranda uygulamada eşitlikçi ve adil bir
pozisyon alamamış ve uygulamadan ne bir toplumsal yarar çıkarabilmiş ne
de kuramsal birikime katkı sağlayabilmiştir.
Eleştirel Bir Sosyal Hizmet Yaklaşımı
Bir bilim ve meslek olarak sosyal
hizmetin ontolojik olarak eleştirel ve muhalif olması beklenirken o
bugüne değin çoklukla statükonun koruyucusu ve pekiştiricisi olmayı
tercih etmiştir. Eleştirel bir sosyal hizmeti yeniden kurmanın yolu onun
geleneksel ortodoks yönelimini tersyüz etmekle başlamalıdır.
Sosyal hizmetin salt bir meslek
düzeyine indirgenmiş olmasını onun felsefe ve sosyal bilimlerle
bağlarının çok zayıf bir biçimde kurulmuş olmasıyla açıklamak olasıdır.
Felsefeden yoksun bir sosyal hizmet uygulaması
yaşama ve yaşamın sorunlarına karşı entelektüel bir merak duygusu
geliştirememiş ve böylelikle sorunların nedenlerine ilişkin soruşturma
ihtiyacı duymamıştır. Sorunların bireyler üzerindeki etkilerine
odaklanmakla yetinen sosyal hizmetin bu sorunların ortadan
kaldırılmasına ilişkin hiçbir iddiası söz konusu olamamıştır. Statükoyla
kurduğu ilişki de burada aranmalıdır. Sorunların yapısal nedenlerine
ilişkin bir soruşturma statükonun eleştirisini zorunlu kılacaktır,
hâlbuki sosyal hizmet geleneksel yönelimi itibariyle statükonun toplum
tasavvuruna hizmet etmektedir.
Sosyal hizmet statükoyla ilişkisini
ancak ontolojisini yeniden kurmak yoluyla gözden geçirebilir. Buna göre,
sosyal hizmet, bilim felsefesi çerçevesinde
yeniden tanımlanmaya muhtaç görünmektedir. Bu çalışma sosyal
hizmeti herhangi bir uygulama alanı olarak değil bilimlerin uygulaması
olarak yeniden tanımlamayı önermektedir. Günümüzde toplumsal yaşamdan
enikonu uzaklaşmış ve gitgide ezoterikleşen bilimler aslında doğaları
gereği yaşama içkin ve müdahil olmak ve gelişmeden yana taraf tutmak
zorundadır. Bir diğer deyişle, bilimlerin varolma nedeni ezoterik
kozmoloji soruşturması değil, “kozmos”a müdahale etmek ve toplumsal
yaşamın her bakımdan gelişmesi için çaba harcamaktır. Şu halde, tüm
bilimler aynı zamanda uygulamaya dairdir. Sosyal hizmetin bu ontolojinin
dışında ele alınması söz konusu değildir. Sosyal hizmet, bilimlerin
uygulaması olarak yeniden kurulduğunda hem uygulamaya yabancılaşmaktan
uzaklaşacak hem de uygulamadan bilimlere katkı sağlayacak kuramsal
açılımlar çıkaracaktır.
Diğer taraftan, sosyal hizmette kuram,
uygulamayı anlamak ve geliştirmek konusunda sosyal hizmet uzmanlarına
yardımcı olmak yerine, genellikle otoriteryen veya ezoterik bir biçimde
ya da en iyi ihtimalle uygulamaya yararlı olmak yerine ona bir ilave
olarak deneyimlenmektedir (Healy, 2000:1).
Türkiye özelinde ise kuram zaten başka ülke bağlamlarından aktarılma
yoluyla ülkemiz için ilgisiz ve bağlamından kopuk bir biçimde
oluşturulmaktadır.
Sosyal hizmetin aldığı görünüm
bakımından 1980’ler büyük önem taşımaktadır. Bu dönemde “sosyal alan”
bambaşka bir görünüm kazandı. Sermaye, bilgi ve siyasetin ulusal
sınırları tanımaksızın uluslararası ve uluslar üstü bağlamda serbestçe
dolaşmaya başladığı dünyada sosyal hayat üzerindeki etkiler de hızla
yaygınlaştı. Artık “sosyal alan”a tam bir “güvensizlik” hâkimdi.
Zayıflayan ulus-devletle birlikte sosyal alanın da kontrolü belli oranda
belirsizleşiyordu. Endüstrileşmeyle ortaya çıkan sosyal sorunlara bir
tepki olarak yükselen Keynes’vari refah devleti ve sosyal politikanın
hâkimiyeti yerini piyasanın adaletine bırakıyordu.
1980’lerle beraber sosyal devletten
vazgeçilmesi, o güne değin dizginlenen kriz eğilimlerinin yeniden baş
göstermesini beraberinde getirmiştir. Böylece liberal toplumların
bütünleşme kabiliyetini aşan sosyal sorunlar ortaya çıkmıştır (Habermas,
2002, s.60). İşsizlik, hızlı kentleşme, suç oranlarının artması, madde
kullanımı, evsizlik, şiddetin artması, her türlü yozlaşma ve benzeri
sorunların orta yerinde, “sosyal alan” doğrudan devletin denetiminden
çıkmaya başlamıştır.
Küreselleşmeyle ve refah devletinin
büyük oranda geri çekilişiyle birlikte, temel sosyal hizmetlerin
sunumuna ilişkin güven ve kesinlik ortadan kalktı ve refah hizmetlerinin
yeniden örgütlenme olasılığı belirsizleşti. Refah söylemine evvela
1970’lerde giren managerialism dili yerleşiklik kazandı. Yeni bir
terminoloji sosyal hizmetlerin örgütlenmesinde yaygın parlans halini
aldı. Sosyal hizmet uzmanları artık bireyler için biçilmiş vaka
paketleri kullanan vaka yöneticileri olarak görülmeye başladılar (Healy,
2000: 1-2).
Ancak 1980’lerden sonra sosyal hizmet
literatüründe eleştirel bir meydan okuma ortaya çıkabildi. Bazı
eleştirel yazarlar baskıcı koşulların yeniden üretilmesinde sosyal
hizmet uzmanlarının rolünü vurgulayarak bir bakım hizmeti veren meslek
olarak sosyal hizmetin mesleki öz-imajına meydan okumaya başladı. Çoğu
aktiviste göre, geleneksel sosyal hizmet anlayışı güç kişisel ve
toplumsal koşullarla karşı karşıya olan müracaatçıların bu durumunu
bireysel bir kusur olarak görme eğilimindedir. Buna karşın, eleştirel
sosyal hizmet uzmanları uygulamayı, hizmetten yararlananların
karşılaştığı sorunların orijinal yapısal nedenlerini ortadan kaldırmaya
doğru yönlendirmek iddiasındadır (Healy, 2000:2-3).
Eleştirel diye tanımlanabilecek
modellerden bir kısmı şunlardır: ırkçılık karşıtı ve çok kültürlü sosyal
hizmet, baskıcı ve ayrımcı karşıtı sosyal hizmet, feminist sosyal
hizmet, toplum çalışmasının çeşitli kolları, Marksist sosyal hizmet,
radikal sosyal hizmet, yapısal sosyal hizmet ve katılımcı ve eylem
biçimindeki araştırma türleri.
Eleştirel sosyal hizmet yaklaşımlarının
en önemli vurgusu müracaatçı-uzman ilişkisinin eşitlikçi ve adil bir
düzlemde yeniden kurulduğu çerçeve olarak ülke bağlamını öne çıkarmak ve
müracaatçının deneyimlediği sorunların nedenleri olarak yapısal
açıklamalara yönelmektir.
1980’lerin ardından ortaya çıkan yeni
ekonomi-politik ve beraberinde ortaya çıkan yeni sosyal sorunlar
karşısında sosyal hizmet çoklukla yine statükodan yana taraf olmuş ve
“neo-liberal bir dil” geliştirmiştir. Bu çalışma bu yeni dilin yapı
sökümünü önermektedir. Öyle ki, neredeyse dogmatik bir kabulle
karşılanan pek çok kavramın yeniden ele alınmasına ihtiyaç vardır.
Günümüzde statükonun meşruiyetini sağlayan en
önemli ideolojik araç, rıza kültürüdür. İnsanların bulundukları
durumdan rahatsız olmamalarını sağlayacak türlü medyalar kullanmak
suretiyle statüko varlığını pekiştirmektedir. Bu noktada sosyal hizmet
de çoklukla insanların içinde oldukları durumla uyumlarını sağlamak
üzere iş görmeyi tercih etmektedir.
Sosyal hizmet, ekonomi-politik
karşısında pozisyon geliştiren bir alan haline gelmelidir. Böylelikle
hem sosyal sorunların yapısal nedenlerine ilişkin bilinç geliştirecek
hem de birey odaklı uygulama yerine daha makro çözüm arayışlarına
girecektir. Böylelikle ait olduğu yerde yani sosyal bilimler içinde
yeniden konumlanacaktır. Müracaatçı
sorunlarını bireylerin kişisel yetersizlikleri ve arızaları olarak
görmek yerine, müracaatçıları özgürleştirmek sosyal hizmetin ideolojik
tercihi olmak zorundadır. Diğer türlü, sosyal hizmet sosyal
adaletten değil statükodan yana taraf almış olacaktır.
REFERANSLAR
Baltacıoğlu, İ.H. (1931) Terbiye
Felsefesi. Istanbul : Cumhuriyet Matbaası.
Canning, K. (1996) Social Policy, Body
Politics: Recasting the Social Question in Germany, 1875-1900. Gender
and Class in Modern Europe (ed. Reader, L.L. ve Rose, S.O.). Ithaca:
Cornell University Press.
Cavallo, S. (1995) Charity and Power
in Early Modern Italy. Benefactors and Their Motives in Turin,
1541-1789. Cambridge: Cambridge University Press.
Deleuze, G. (1997) “The Rise of the
Social,” The Policing of Families (Donzelot, J.).
Baltimore ve Londra: The Johns Hopkins University Press.
Driver, F. (1993) Power and
Pauperism, The Workhouse System, 1834-1884. Cambridge: Cambridge
University Press.
Eagleton, T. (1983) Literary Theory
An Introduction, Minneapolis: University of Minnesota Press.
Ener, M. (1999) Prohibition on Begging
and Loitering in Nineteenth-Century Egypt. Die Welt Des Islams
39/3.
Foucault, M. (1991) “Governmentality,”
The Foucault Effect: Studies in Governmentality (ed. Graham
Burchell ve ark.), Chicago: University of Chicago Press.
Gordon, C. (1991) Governmental
Rationality: an Introduction. The Foucault Effect: Studies in
Governmentality (ed. Burchell, G. ve ark.). Chicago: University of
Chicago Press.
Göral, Ö.S. (2003) The Child
Question and Juvenile Delinquency During the Early Republican Era.
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Enstitüsü’ne
Sunulan Yüksek Lisans Tezi.
Habermas, J. (2002) Küreselleşme ve
Milli Devletlerin Akıbeti (çev. Beyaztaş, M.). Istanbul:
Bakış.
Healy, K. (2000) Social Work
Practices Contemporary Perspectives on Change, London: Sage
Publications.
Kut, S. (1988) Sosyal Hizmet Mesleki
Nitelikleri, Temel Unsurları, Müdahale Yöntemleri. Ankara. Akt.
Küçükkaraca, N. (2002) Sosyal Sorunlar ve Sosyal Hizmet Eğitimi Üzerine.
Sosyal Hizmet Eğitiminde Yeniden Yapılanma I (ed. Karataş, K. ve
İl, S.). Ankara: HÜ Sosyal Hizmetler Yüksekokulu, Yayın No. 12.
Öztamur, P. (2002) Büyük Buhran ve
Cumhuriyet Gazetesinde Yoksulluk Söylemleri. Toplum ve Bilim, No.
94.
Parton, N. (1991) Governing the
Family Child Care, Child Protection and the State. New York: St.
Martin’s Press. |