aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

<<<Sosyal Hizmetler Makaleleri

 

BİR DİSİPLİN ARACI OLARAK SOSYAL HİZMETLER

Emrah Akbaş

Araştırma Görevlisi

Hacettepe Üniversitesi - Sosyal Hizmetler Blm.

Bu çalışmada modern devletin sosyal alanı düzenle

mek suretiyle kendi meşruiyetini oluşturduğu yolundaki savdan hareketle sosyal hizmet uygulamaları tartışılmaktadır. Günümüzde sosyal hizmet mesleği bir yol ayrımında bulunmaktadır. Ya özgürleştirici bir pratik olmayı seçecek ya da uyumlaştırıcı misyonunu sürdürecektir. Söz konusu iki tercihin farklı ideolojik kaynakları bulunmaktadır. Özgürleştirici pratikler statükoya meydan okudukları oranda toplumların diyalektiğinden türemektedir. Uyumlaştıran pratikler, öte yandan, toplumları disipline edici mekanizmalarla iş görmekte ve itaat kültürünü yaygınlaştırmayı hedeflemektedir.

Uyumlaştırıcı bir perspektiften kurulan sosyal hizmet pratiği bireylerin yaşamlarına odaklanır ve birey edimlerini kişisel arızalar olarak görerek arzu edilen yönde değiştirmeyi ve/veya disipline etmeyi hedefler. Özgürleştirici ve eleştirel bir sosyal hizmet pratiği ise birey edimlerini etkileyen ve/veya belirleyen üst toplumsal-ekonomik-siyasal yapıları anlamaya yönelir. Bu çalışmada uyumlaştırıcı ortodoks sosyal hizmet anlayışının bir eleştirisi yapılmakta ve özgürleştirici bir pratik olarak sosyal hizmet anlayışı önerilmektedir.

Bir Yönetme Tekniği Olarak Sosyal Politikalar ve Sosyal Hizmet Uygulamaları

Driver’a göre (1993, s.6-7), sosyal politika kavramı, “siyasa”nın nesnesi olan nüfus gruplarından oluşan farklı sosyal alanları varsayar ve bu sosyal alanların idare edilebileceği, yönetilebileceği fikrine ve böylelikle bazı normlar, davranış kalıpları ile sağlık ve refah gibi kavramlara dayanır. Bu da, bir yandan nüfusa ilişkin bilgi toplama ihtiyacını, diğer yandan da düzenlemeler ve yönetmelikler hazırlama kapasitesini imlemektedir. Sonuç olarak, sosyal politikanın ortaya çıkışı, modernitenin ve modern devletlerin gelişimiyle eşzamanlı olarak değerlendirilebilir.

Sosyal politikaların ortaya çıkışını “sosyal” olanın ortaya çıkışıyla ilişkilendirmek gerekir. Sosyal alanın ortaya çıkışı modern devletin gelişimiyle paralel bir seyir izlemiştir. Merkezi ve bürokratik modern devlet “sosyal” alanı bir sektör olarak tanımlar. Buna göre, modern devlette vatandaşlar politik irade tarafından tanımlanır ve kategorize edilir. Sonuçta ortaya belirli kurumlardan ve nitelikli uzmanlardan oluşmuş[1] bir “sektör” çıkar (Deleuze, 1997, s. ix-xvii). Bu nitelikli uzmanlar kadrosu toplum içindeki dilenciler, suçlular, fahişeler ve madde bağımlıları gibi “anormal” olanları eğitmeye, rehabilite etmeye ve uygarlaştırmaya çalışırlar (Göral, 2003, s.11-12).

Sosyal alanın bir sektör olarak yeniden inşa edilmesi ve kamusal ve özel alan gibi bir dualitenin yaratılmış olması devletin özel alana müdahalesini kolaylaştırmıştır. Sosyal ve politik güçlerin bu müdahalesini meşru kılmak üzere oluşturdukları söylem ise sosyalin bir sektör olarak güvenilir uzmanlardan kurulu olmasıdır. Söylemler kişisel olmayan formlardır; bireylerin dışında kurulurlar ve sosyal, ekonomik ve politik faktörlerle ilişkilidirler. Bu anlamda, sosyal sorun da, kamusal ve özel alan ile çalışma hayatı ve aile arasındaki ilişkilerin tanımlandığı söylemsel bir alan oluşturmuştur (Canning, 1996, s.216).

Politik ve ekonomik alanın sosyal alana girme ve onu denetleme stratejilerini Michel Foucault governmentality[2] kavramsal çerçevesinde tartışmaktadır. Foucault’ya göre (1991, s.102-103), bu yeni “yönetim zihniyeti” iktidarın pratikteki yansımaları olan kurumlar, prosedürler, analizler, hesaplar ve taktiklerden oluşur ve bu iktidarın hedefi nüfustur, ana bilgi formu politik ekonomidir ve asli teknik araçları güvenlik aparatlarıdır. İktidarın yeni bilgi formları ve sosyal olanı düzenlemenin yeni biçimleri ise, ezelden beri hüküm süren klasik politik hükümranlığı ters yüz eden yeni disiplinlerdir (Parton, 1991, s.5).  Tıp, psikiyatri, psikoloji, kriminoloji ve sosyal hizmet gibi yeni disiplinler disipline edici mekanizmalar üzerinden hayata geçen yeni iktidar rejimleri kurmuşlardır. Bu disiplinler “normal” aile, sağlıklı çocuk, kusursuz eş, uygun insan gibi tanımlar yapmışlardır. Normaliteyi hem insanların kullanımı için hem de gözetim ve denetim gibi amaçlar için tanımlamışlardır. Buna göre, artık hayati önem taşıyan kararlar, hukuk kurallarına göre mahkeme salonlarında değil; “normalleşme” kriterlerine göre hastanede, klinikte veya refah dairesinde (sosyal hizmet kurumunda) alınacaktır.

Yukarıda verilen kuramsal çerçeve uyarınca, ortaya çıkan yeni sosyal alanın “bilimsel” belirleyicileri, normalitenin tanımını yapmakta ve normalite sınırları dışında kalan toplum kesimlerinin normalleştirilmeleri için teknikler geliştirmektedir. Bu noktada, sosyal hizmet mesleği bakımından uygulamanın belkemiği niteliğinde olan “uyum” kavramı öne çıkmaktadır. Kut’un sosyal hizmet tanımına göre (1988):

Sosyal hizmet mesleği, bireyin karar verme özgürlüğünü kendi yararına kullanması açısından bilinçlenmesinde ve yaşadığı çevrenin değişen sosyo-ekonomik koşullarına ve normatif sistemine uyum sağlayarak toplumda verimli bir unsur olması yönünden gerekli olan değişmenin yaratılmasında müdahale edebilecek bilgi, yöntem ve becerilere sahip ve hatta bu tür bir müdahaleye yetkisi olan bir meslektir.”

Sosyal hizmet, müracaatçıları ve ailelerini hükümet alanına çekmek üzere önemli bir işlev görür. Bunu baskı yoluyla yapmayacaktır; bireylerin yaşamlarına ve öznelliklerine yatırım yaparak gerçekleştirecektir (Parton, 1991, s.11). Foucault’ya referansla, sosyal hizmetin yapacağı şey aslında “davranışın yönetimi”dir (the conduct of conduct), yani, insanların davranışlarını şekillendirmek, etkilemek ve yönlendirmektir (Gordon, 1991, s.2). Kut’un tanımına göre, davranışları yönlendirme sürecinde müdahaleye bile hakkı vardır.

Sosyal hizmet mesleğinin müracaatçıları düşünüldüğünde, yeniden kurulan sosyal alan için en büyük tehditlerden birinin yoksulluk ve yoksullukla bağlantılı sorunlar (evsizler, dilenciler, sokak çeteleri, vb.) olduğu görülmektedir. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da merkezi hükümetler yoksullara yardım etkinliklerinde doğrudan rol almaya başlamışlardır. Örneğin, kurallara uymayan ve başıboş dolaşan gençler için birtakım kurumlar açılmıştır. Devletin bu doğrudan müdahalesi, refahın amaçlarına dair algıyı toptan değiştirmiştir. Cavallo’ya göre (1995, s.225-227), artık amaç salt yardım değil, yoksul işgücünün disipline edilmesidir. Bu aynı zamanda yoksullar arasında da bir ayrıma yol açmıştır: yardımı hak eden yoksullar ve hak etmeyenler. Örneğin, modern Mısır’ın oluşumu sırasında Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Kahire sokaklarındaki dilencileri “tembel” köylüler olarak tarif etmiş ve sokaklarda gezinen yoksullara ilişkin politikalar oluşturmaya başlamıştır. Buna göre, kırsaldan göç edenler ya tutuklanacaklar ya da geri gönderilecekti; “hak eden” yoksullar ise barınaklarda kalacaklardı (Ener, 1999, s.321).

“Sosyal”in Türkiye’deki serencamına bakıldığında, erken Cumhuriyet döneminde “sosyal” alanın kurulumunda ideolojik referansın, yeni toplumun yeni toplumsal ilişkilerinin harcı olarak işlev görmesi planlanan solidarizm olduğu görülecektir (tesanütçülük; dayanışmacılık). Solidarizmin temel ilkesi her vatandaşın topluma yararlı bir birey olmasını bir sine qua non olarak sağlamaktır.

Türk solidarizmi büyük oranda Fransız Aydınlanmasından ve özellikle meşhur Fransız Sosyolog Durkheim’dan esinlenmiştir. Durkheim’a göre, ahlak, kaynağını bireyden değil, bireyi aşkın bir güç olarak toplumdan alır. Buna göre, bizler birbirimize bireyselliklerimiz ile değil, bireysellikleri aşan ve ayrı ayrı bireyselliklerin toplamından daha fazla şey ifade eden toplumsal bağ ile bağlıyızdır.

Solidarist ideoloji, her bir bireyin topluma verdiği katkıyı önemsediği oranda toplumu olabildiğince kontrol altında tutmayı hedefler. Her bir bireyin toplum için yararlı ve üretken olmasını devlet garanti altına alır. Bu bağlamda, ulusuna yararlı olanlar ve olmayanlar gibi bir ikili zıtlığın söylemsel bir anlamı bulunmaktadır. Bir biçimde, ulus için beklenen yararı sağlamayanlar anormal olarak sınıflandırılmakta ve potansiyel bir tehdit unsuru olmaktadır:

Öztamur’a göre (2002, s.186; 2003, s.39), erken Cumhuriyet döneminde, görüntü ve tutumlarıyla potansiyel olarak tehlikeli olan sokak çocukları şehir hayatı için bir tehdit olarak algılanıyordu. Terkedilmiş, yoksul, sokakta çalışan ve yaşayan çocuklar toplum için bir tehdit olarak görülüyordu. Yani, bu çocuklar aslında toplumun bütünlüğü ve uyumu için bir tehditti. Dönemin genel söylemine göre, bu çocuklar eğitilmeliydi, ancak gerçekte, daha iyi bir geleceğe sahip olmaları için değil, toplum için bir tehdit olmaktan çıkarılmaları için eğitilmeliydiler. Hoşgörü ve acıma yerine denetim gerekliydi bu çocuklar için.

“İnsan, içtimai bir mahluktur, cemiyete mahsus ve cemiyete mevdudur. Onun için analar, babalar, hocalar, ustalar çocuğu muhitine alıştırmak için müdahale ediyorlar. Bir yandan çocuğun âciz olan vücudünü himaye ediyorlar, bir yandan da bu âciz vücudü ile birlikte vahşi olan ruhunu temin ediyorlar. Hem büyütüyorlar, hem de ehlileştiriyorlar” (Baltacıoğlu, 1931, s.10).

Erken Cumhuriyet dönemi yazarlarından Ş’ye göre, böyle bir eğitim sürecinden geçmeyen çocukların sonu gün gibi ortadadır. Şu halde bu çocukların özel bir “terbiye”ye ihtiyaçları vardır:

“…Fakat kırlarda yolkesen bu genç haydut hakikaten bu kadar kabahatli miydi? Acaba, ‘daha bacak kadar boyu ile ilk hatasını’ işlediği zaman, ruhşinas ve munsif bir heyet tarafından sıkı bir imtihana çekilseydi, müstakbel serserinin, kendini şuuri olarak fenalığa sevkeden bazı tesirlere maruz kaldığı görülmez midi?” (1929, s.347)

Önemli Bir Kırılma Noktası Olarak Endüstri Devrimi ve Sosyal Hizmet Mesleği

On sekizinci yüzyıldan önce yaşama dair düşünme biçimlerinin zeminini edebiyat ve felsefe oluşturuyordu. Bu yüzyıldan önce edebiyat yalnızca “yaratma” ve “imgelem” alanı değildi, aksine tüm yazma biçimleri (tarih, mektuplar, vb.) edebiyat altında sınıflandırılıyordu. On sekizinci yüzyılın bitiminde edebiyat bir yaratma ve imgelem aracı olarak dönüştü. Şiirler artık ayetlerden başka şeyler halini aldı. Edebiyat şiirselleşti (Eagleton, 1983). Felsefe ise, on sekizinci yüzyıla değin, daha çok doğayı anlamaya ilişkin bir alandı. Bununla birlikte, kozmolojik çıkarımların toplumsal izdüşümleri de felsefenin konusuydu.

On sekizinci yüzyıl, endüstriyel kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı yüzyıldır. Hemen her şeyin maddeleştiği oranda ciddiye alınır olduğu bir dönemdir. Bu dönemde düşler değil olgular var olmaktadır artık. İşçi sınıfının şekillendiği bu dönem aynı zamanda bu sınıfın ücretler bağlamında sömürüldüğü bir dönemdir. Tam da böyle bir dönemde edebiyatın yaratıya ve düşleme kaymasını bir kaçış olarak görmemek gerekir; bu derin bir muhalefetin temsilidir. Olguların dünyasına düşlerin başkaldırışıdır (Eagleton, 1983).

Bu dönemde, felsefenin serencamı ise edebiyattan daha farklı olmuştur. Endüstriyel kapitalizmle birlikte değişen üretim biçimi ve ilişkileri, toplumsal yaşam üzerinde derin ve radikal değişimlere yol açmıştır. Daha önce görülmemiş sosyal sorunlar yeni düşünme biçimlerini zorunlu kılmıştır.

Aslında bu dönemin en önemli özelliği yeni bir olgu olarak “sosyal” alanın ortaya çıkmasıdır. Bu yeni olguya ilişkin yeni kavramsal tahayyüller kadim felsefe geleneğini derinden sarsmış ve nihayet parçalamıştır. Yeni dünyayı anlamak ve açıklamak üzere yeni disiplinler “sosyal bilimler” çatısı altında bağımsızlıklarını ilan etmiştir.

“Sosyal” alanı anlamaya ve açıklamaya ilişkin çabanın bir ürünü olarak ortaya çıkan yeni disiplinlerin yeni devlet paradigması açısından önemli işlevleri de olmuştur. Diğer yandan, yeni devlet paradigmasının meşruiyetini sağlamak üzere bu yeni disiplinlerin birikimiyle donanmış birtakım uzmanlar da ortaya çıkmıştır. Sosyal hizmet bu uzmanlıkların arasında yer almaktadır.

Endüstri Devrimi’nin ardından oluşan yeni dünyada sosyal hizmet statükonun arzu ettiği toplum düzenini gerçekleştirmeye soyunan bir alan olarak ortaya çıkarken sosyal bilimler de ayrı ayrı kendi ontolojilerini ve epistemolojilerini tanımlamaya girişmişlerdi. Bunu yaparken temel belirleyici ise doğa bilimleri oluyordu.

Sosyal Hizmetin Sosyal Bilimler ile İkircikli İlişkisi

Sosyal bilimlerde meydana gelen hızlı gelişmeler karşısında sosyal hizmet daha çok tepkisiz kalmış ve bu gelişmeleri geriden takip edebilmiştir. Ulus devletin toplumu disipline edici aracı olmaya soyunduğu oranda statükonun sesi haline gelmiş ve belki daha önemlisi salt bir uygulama olarak kalmıştır. Sosyal hizmetin sosyal bilimlerle ilişkisi salt uygulamayı besleyen bilgilerle donanmak çerçevesine mahkûm olmuştur.

Sosyal bilimlerde İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yepyeni tarzlar ve düşünme biçimleri ortaya çıkarken sosyal hizmet geleneksel pozitivist yönelimini sürdürmeyi tercih etmiştir. Bugün dahi sosyal hizmetin en sorunlu yanları bu tercihten kaynaklanmaktadır.

Ne tamamıyla sosyal bilimler içinde konumlanabilen ne de sosyal bilimler dışında epistemolojik bir açılım getirebilen sosyal hizmet, yalnızca sosyal bilimlerin birikimini acemice uygulamaya aktarmaya çalışmıştır, ancak uygulamaya bilimsel bir merak duygusuyla yaklaşmayan sosyal hizmetin en büyük olumsuzluğu uygulamaya yabancılaşmış olmasıdır. Bu durumda, sosyal hizmet salt uygulayıcı olan teknisyenlikten kurtulamadığı oranda uygulamada eşitlikçi ve adil bir pozisyon alamamış ve uygulamadan ne bir toplumsal yarar çıkarabilmiş ne de kuramsal birikime katkı sağlayabilmiştir.

Eleştirel Bir Sosyal Hizmet Yaklaşımı

Bir bilim ve meslek olarak sosyal hizmetin ontolojik olarak eleştirel ve muhalif olması beklenirken o bugüne değin çoklukla statükonun koruyucusu ve pekiştiricisi olmayı tercih etmiştir. Eleştirel bir sosyal hizmeti yeniden kurmanın yolu onun geleneksel ortodoks yönelimini tersyüz etmekle başlamalıdır.

Sosyal hizmetin salt bir meslek düzeyine indirgenmiş olmasını onun felsefe ve sosyal bilimlerle bağlarının çok zayıf bir biçimde kurulmuş olmasıyla açıklamak olasıdır. Felsefeden yoksun bir sosyal hizmet uygulaması yaşama ve yaşamın sorunlarına karşı entelektüel bir merak duygusu geliştirememiş ve böylelikle sorunların nedenlerine ilişkin soruşturma ihtiyacı duymamıştır. Sorunların bireyler üzerindeki etkilerine odaklanmakla yetinen sosyal hizmetin bu sorunların ortadan kaldırılmasına ilişkin hiçbir iddiası söz konusu olamamıştır. Statükoyla kurduğu ilişki de burada aranmalıdır. Sorunların yapısal nedenlerine ilişkin bir soruşturma statükonun eleştirisini zorunlu kılacaktır, hâlbuki sosyal hizmet geleneksel yönelimi itibariyle statükonun toplum tasavvuruna hizmet etmektedir.

Sosyal hizmet statükoyla ilişkisini ancak ontolojisini yeniden kurmak yoluyla gözden geçirebilir. Buna göre, sosyal hizmet, bilim felsefesi çerçevesinde yeniden tanımlanmaya muhtaç görünmektedir. Bu çalışma sosyal hizmeti herhangi bir uygulama alanı olarak değil bilimlerin uygulaması olarak yeniden tanımlamayı önermektedir. Günümüzde toplumsal yaşamdan enikonu uzaklaşmış ve gitgide ezoterikleşen bilimler aslında doğaları gereği yaşama içkin ve müdahil olmak ve gelişmeden yana taraf tutmak zorundadır. Bir diğer deyişle, bilimlerin varolma nedeni ezoterik kozmoloji soruşturması değil, “kozmos”a müdahale etmek ve toplumsal yaşamın her bakımdan gelişmesi için çaba harcamaktır. Şu halde, tüm bilimler aynı zamanda uygulamaya dairdir. Sosyal hizmetin bu ontolojinin dışında ele alınması söz konusu değildir. Sosyal hizmet, bilimlerin uygulaması olarak yeniden kurulduğunda hem uygulamaya yabancılaşmaktan uzaklaşacak hem de uygulamadan bilimlere katkı sağlayacak kuramsal açılımlar çıkaracaktır.

Diğer taraftan, sosyal hizmette kuram, uygulamayı anlamak ve geliştirmek konusunda sosyal hizmet uzmanlarına yardımcı olmak yerine, genellikle otoriteryen veya ezoterik bir biçimde ya da en iyi ihtimalle uygulamaya yararlı olmak yerine ona bir ilave olarak deneyimlenmektedir (Healy, 2000:1). Türkiye özelinde ise kuram zaten başka ülke bağlamlarından aktarılma yoluyla ülkemiz için ilgisiz ve bağlamından kopuk bir biçimde oluşturulmaktadır.

Sosyal hizmetin aldığı görünüm bakımından 1980’ler büyük önem taşımaktadır. Bu dönemde “sosyal alan” bambaşka bir görünüm kazandı. Sermaye, bilgi ve siyasetin ulusal sınırları tanımaksızın uluslararası ve uluslar üstü bağlamda serbestçe dolaşmaya başladığı dünyada sosyal hayat üzerindeki etkiler de hızla yaygınlaştı. Artık “sosyal alan”a tam bir “güvensizlik” hâkimdi. Zayıflayan ulus-devletle birlikte sosyal alanın da kontrolü belli oranda belirsizleşiyordu. Endüstrileşmeyle ortaya çıkan sosyal sorunlara bir tepki olarak yükselen Keynes’vari refah devleti ve sosyal politikanın hâkimiyeti yerini piyasanın adaletine bırakıyordu.

1980’lerle beraber sosyal devletten vazgeçilmesi, o güne değin dizginlenen kriz eğilimlerinin yeniden baş göstermesini beraberinde getirmiştir. Böylece liberal toplumların bütünleşme kabiliyetini aşan sosyal sorunlar ortaya çıkmıştır (Habermas, 2002, s.60). İşsizlik, hızlı kentleşme, suç oranlarının artması, madde kullanımı, evsizlik, şiddetin artması, her türlü yozlaşma ve benzeri sorunların orta yerinde, “sosyal alan” doğrudan devletin denetiminden çıkmaya başlamıştır.

Küreselleşmeyle ve refah devletinin büyük oranda geri çekilişiyle birlikte, temel sosyal hizmetlerin sunumuna ilişkin güven ve kesinlik ortadan kalktı ve refah hizmetlerinin yeniden örgütlenme olasılığı belirsizleşti. Refah söylemine evvela 1970’lerde giren managerialism dili yerleşiklik kazandı. Yeni bir terminoloji sosyal hizmetlerin örgütlenmesinde yaygın parlans halini aldı. Sosyal hizmet uzmanları artık bireyler için biçilmiş vaka paketleri kullanan vaka yöneticileri olarak görülmeye başladılar (Healy, 2000: 1-2).

Ancak 1980’lerden sonra sosyal hizmet literatüründe eleştirel bir meydan okuma ortaya çıkabildi. Bazı eleştirel yazarlar baskıcı koşulların yeniden üretilmesinde sosyal hizmet uzmanlarının rolünü vurgulayarak bir bakım hizmeti veren meslek olarak sosyal hizmetin mesleki öz-imajına meydan okumaya başladı. Çoğu aktiviste göre, geleneksel sosyal hizmet anlayışı güç kişisel ve toplumsal koşullarla karşı karşıya olan müracaatçıların bu durumunu bireysel bir kusur olarak görme eğilimindedir. Buna karşın, eleştirel sosyal hizmet uzmanları uygulamayı, hizmetten yararlananların karşılaştığı sorunların orijinal yapısal nedenlerini ortadan kaldırmaya doğru yönlendirmek iddiasındadır (Healy, 2000:2-3).

Eleştirel diye tanımlanabilecek modellerden bir kısmı şunlardır: ırkçılık karşıtı ve çok kültürlü sosyal hizmet, baskıcı ve ayrımcı karşıtı sosyal hizmet, feminist sosyal hizmet, toplum çalışmasının çeşitli kolları, Marksist sosyal hizmet, radikal sosyal hizmet, yapısal sosyal hizmet ve katılımcı ve eylem biçimindeki araştırma türleri.

Eleştirel sosyal hizmet yaklaşımlarının en önemli vurgusu müracaatçı-uzman ilişkisinin eşitlikçi ve adil bir düzlemde yeniden kurulduğu çerçeve olarak ülke bağlamını öne çıkarmak ve müracaatçının deneyimlediği sorunların nedenleri olarak yapısal açıklamalara yönelmektir.

1980’lerin ardından ortaya çıkan yeni ekonomi-politik ve beraberinde ortaya çıkan yeni sosyal sorunlar karşısında sosyal hizmet çoklukla yine statükodan yana taraf olmuş ve “neo-liberal bir dil” geliştirmiştir. Bu çalışma bu yeni dilin yapı sökümünü önermektedir. Öyle ki, neredeyse dogmatik bir kabulle karşılanan pek çok kavramın yeniden ele alınmasına ihtiyaç vardır. Günümüzde statükonun meşruiyetini sağlayan en önemli ideolojik araç, rıza kültürüdür. İnsanların bulundukları durumdan rahatsız olmamalarını sağlayacak türlü medyalar kullanmak suretiyle statüko varlığını pekiştirmektedir. Bu noktada sosyal hizmet de çoklukla insanların içinde oldukları durumla uyumlarını sağlamak üzere iş görmeyi tercih etmektedir.

Sosyal hizmet, ekonomi-politik karşısında pozisyon geliştiren bir alan haline gelmelidir. Böylelikle hem sosyal sorunların yapısal nedenlerine ilişkin bilinç geliştirecek hem de birey odaklı uygulama yerine daha makro çözüm arayışlarına girecektir. Böylelikle ait olduğu yerde yani sosyal bilimler içinde yeniden konumlanacaktır.  Müracaatçı sorunlarını bireylerin kişisel yetersizlikleri ve arızaları olarak görmek yerine, müracaatçıları özgürleştirmek sosyal hizmetin ideolojik tercihi olmak zorundadır. Diğer türlü, sosyal hizmet sosyal adaletten değil statükodan yana taraf almış olacaktır.

 



[1] Bu uzmanlar genellikle insan bilimi sahasında çalışan ve normal ile anormal arasındaki ayrım üzerinden kendi uzmanlıklarını belirleyen profesyonellerdir (örn., sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, vb.)

[2] Foucault, “governmentality” kavramıyla “hükümet etmek” ve “zihniyet” kavramlarından tek bir kavram üretmeye çalışmıştır. Bununla yapmaya çalıştığı, yeni bir hükümet etme anlayışını göstermektir.

 

 

Google

 

REFERANSLAR

Baltacıoğlu, İ.H. (1931) Terbiye Felsefesi. Istanbul : Cumhuriyet Matbaası.

Canning, K. (1996) Social Policy, Body Politics: Recasting the Social Question in Germany, 1875-1900. Gender and Class in Modern Europe (ed. Reader, L.L. ve Rose, S.O.). Ithaca: Cornell University Press.

Cavallo, S. (1995) Charity and Power in Early Modern Italy. Benefactors and Their Motives in Turin, 1541-1789. Cambridge: Cambridge University Press.

Deleuze, G. (1997) “The Rise of the Social,” The Policing of Families (Donzelot, J.). Baltimore ve Londra: The Johns Hopkins University Press.

Driver, F. (1993) Power and Pauperism, The Workhouse System, 1834-1884. Cambridge: Cambridge University Press.

Eagleton, T. (1983) Literary Theory An Introduction, Minneapolis: University of Minnesota Press.

Ener, M. (1999) Prohibition on Begging and Loitering in Nineteenth-Century Egypt. Die Welt Des Islams 39/3.

Foucault, M. (1991) “Governmentality,” The Foucault Effect: Studies in Governmentality (ed. Graham Burchell ve ark.), Chicago: University of Chicago Press.

Gordon, C. (1991) Governmental Rationality: an Introduction. The Foucault Effect: Studies in Governmentality (ed. Burchell, G. ve ark.). Chicago: University of Chicago Press.

Göral, Ö.S. (2003) The Child Question and Juvenile Delinquency During the Early Republican Era. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Enstitüsü’ne Sunulan Yüksek Lisans Tezi.

Habermas, J. (2002) Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti (çev. Beyaztaş, M.). Istanbul: Bakış.

Healy, K. (2000) Social Work Practices Contemporary Perspectives on Change, London: Sage Publications.

Kut, S. (1988) Sosyal Hizmet Mesleki Nitelikleri, Temel Unsurları, Müdahale Yöntemleri. Ankara. Akt. Küçükkaraca, N. (2002) Sosyal Sorunlar ve Sosyal Hizmet Eğitimi Üzerine. Sosyal Hizmet Eğitiminde Yeniden Yapılanma I (ed. Karataş, K. ve İl, S.). Ankara: HÜ Sosyal Hizmetler Yüksekokulu, Yayın No. 12.

Öztamur, P. (2002) Büyük Buhran ve Cumhuriyet Gazetesinde Yoksulluk Söylemleri. Toplum ve Bilim, No. 94.

Parton, N. (1991) Governing the Family Child Care, Child Protection and the State. New York: St. Martin’s Press.