aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

<<<Sosyal Psikoloji Makaleleri

Sosyolojinin Geleneği Konu Edinmesi Ya da Geleneğin Sosyolojik Paradigmaya İndirgenmesi

 

Dr. Mehmet AYSOY

                         Sosyoloji modernliğin ürünü bir bilimdir ve temel ilgisi modernlik üzerinedir[1]. Bu durum bizatihi sosyolojinin kendisini problematikleştirmiştir ve sosyolojinin ortaya çıkışı sosyolojinin önemli konularının başında gelmektedir.

 

            Sosyoloji, kendisini ortaya çıkaran koşulları ve bu arada modernliği konu edinirken bir kopuş nosyonuna dayanır. Tarihsel/toplumsal anlamda bir kırılma, bu anlamda da bir kopuş gerçekleşmiş ve “süreklilik” kaybolarak yeni bir süreç başlamıştır. Bu bağlamda sosyoloji hem kendisini hem de konusunu bir dizi “süreksizlikler” üzerine inşa etmiştir.

 

            Sosyolojik paradigmanın karakteristiği niteliğini taşıyan süreksizlikler üzerine inşa hem toplumsal alanda hem de tarihsel dönemlendirmelerde yaptığı kavramsallaştırmaları belirlemiştir. Bu doğrultuda “gelenek” sosyolojik paradigma bağlamında en sorunlu fenomenlerin başında gelmektedir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde sosyolojinin geleneği konu edinmesi ve ortaya koyduğu kavramsallaştırma ile günümüz sosyolojisinin geleneği yeniden konu etmesi ve kavramsallaştırma çabası; sosyolojik paradigmanın yeniden inşası anlamında önemli bir problematiktir.

 

            Günümüz sosyolojisi yeniden gelenekselin sonunun ve yine geleneğin olmadığı bir toplum modelinin yer aldığı teorik tartışmalar içindedir. Yeni tartışmaların gelenekle birlikte “toplum” fenomeni üzerinde de yoğunlaşmış olması, sosyolojik paradigmanın yeniden inşa gayretinin göstergesi olma niteliğini taşımaktadır.

 

            Gelenek gibi “toplum” fenomeni de modernliğin ürünüdür. Toplumdan söz etmek modernlikten, geleneksellik dışından söz etmektir[2]. Bu bağlamda sosyoloji; modernliği, kendi araştırma nesnesi olan “toplum”un ortaya çıkışı çerçevesinde ele almış ve “toplum öncesi”ni geleneksellik olarak değerlendirmiştir[3]. “Tönnies’in tanımladığı cemaatsel yaşam, bu arketipin modern-geleneksel bağlamında, gelenekseli temsil eden kısmı olarak, moderni açıklamanın bir aynası gibi kullanılmıştır.”(Yelken,1999,56)

 

            Sosyolojinin toplumsal değişmeyi; tarıma dayalı geleneksel dinsel düşüncenin hakim olduğu bir dünyadan -Gemeinschaft- (topluluk) sanayiye dayalı modern aklın ve bilimin hakim olduğu seküler bir dünyaya -Gesellschaft- (Toplum) geçiş şeklinde çözümlemesi yanında bu tarz ikiye ayırarak tipleştirme mantığı, başından bu yana zamansal olarak bir dönemleştirme geleneğini de içinde barındırarak sürmüştür. Sonuçta Gemeinschaft-Gesellschaft üzerine kurulu dikotomi, Gemeinschaft’ın geleneksel toplumun dışında, modern toplumda da varlığını koruyabileceği imkanını çekinceli bir hale getirmiştir. Bu harita çerçevesinde gelenek modernlikle birlikte varoluş koşullarını kaybetmiştir. Modernlik geleneğin çözücüsüdür ve bu anlamıyla da devrimci karakteristiklidir. Geleneksellik ise modernliğe göre durağan, değişmeye kapalı bir yapı olarak tanımlanmıştır. Söz konusu toplum haritası sosyoloji disiplini içinde klasik dönem sonrası ortaya çıkan teorik yaklaşımların da omurgasını oluşturmuştur.

 

            Sosyolojinin klasik dönemine ait “toplum haritası” günümüzde, günümüz toplumunu açıklamada karşılaşılan önemli sorunların da kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Bu çerçevede Giddens klasik sosyolojinin ortaya koyduğu toplum[4] ve gelenek kavramsallaştırmasına itiraz eder. Süreç içinde modernlik, geleneğin otoritesini yok etme amacını gütmüş ve ancak kısmen başarılı olabilmiştir. Bu süreçte toplumun bazı kesimleri arasında gelenekleri korumaya ya da adapte etmeye yönelik uyumlu çabalar görülmüştür[5]. Bu gerçeklik karşısında toplumda geleneklere ihtiyaç duyulduğunu kabul etmek tamamen akılcı bir düşüncedir. Ve gelenekler yaşamın sürekliliğini ve biçimini verir. (Giddens,2000,58) Giddens’e göre; modernlik düşüncesinin özünde gelenek ile bir karşıtlık vardır. Ancak somut toplumsal ortamlarda gelenek ile modernliğin bir çok birleşimi bulunabilir.

 

Açıktır ki, geleneksel ile modern arasında süreklilikler vardır ve bunlar birbirinden tamamen ayrı parçalar değildir; geleneksel ve moderni çok genel bir biçimde karşılaştırmanın ne kadar yanıltıcı olduğu da iyi bilinmektedir (Giddens,1994a,12).

 

            Giddens’ın kavramsallaştırmasıyla “geleneksel-sonrası toplum”; geleneğin merkeze alınarak yapılan üç ayrı toplum tipinin sonuncusudur; “Geleneksel Toplum”, “Erken Modern Toplum” ve “Geleneksel-Sonrası Toplum”. Buna göre gelenek “erken modern toplum”un önemli bir parçasıdır[6], küreselleşme[7] erken modern toplumu “geleneksizleştirmekte” ve geleneksel-sonrası topluma ulaşılmaktadır. Buna göre “geleneksel-sonrası toplum” dışarıdakilerin olmadığı ilk “küresel toplum”dur ve geleneksel-sonrası zamanlarda toplum giderek daha çok düşünümselleşecektir.[8]

 

            Giddens’ın gelenek kavramlaştırmasının belirleyici argümanı; “şayet bir inanç veya bir uygulama geleneksel ise, değişimin darbelerine dayanan bir sağlamlık ve süreklilik barındırdığı”dır.

 

“Gelenekler organik niteliğe sahiptirler: Gelişirler ve olgunlaşırlar, veya zayıflar (güçsüzleşir) ve “ölürler”. Bu nedenle, bir geleneğin bütünlüğü veya özgünlüğü, geleneğin ne kadar süredir var olduğundan ziyade onun gelenek olarak belirlenmesi için önemlidir. Sadece yazının kullanıldığı/yazıyı kullanan toplumlarda -ki bunlar bu nedenle daha az “geleneksel” hale gelmişlerdir- genellikle geleneğe ait unsurların çok uzun süredir var olduklarının kanıtlarını görebildiğimize dikkat edilmelidir. Antropologlar daima sözlü kültürlerin çok yüksek oranda geleneksel olduklarını görmüşlerdir, ancak durumun doğal olarak gerektirdiği şekilde gözlemledikleri “geleneksel uygulamalar”ın bir çok nesil boyunca devam ettiğini doğrulayacak bir kanıt yoktur.” (Giddens,1994b,63)

 

            Giddens geleneği “hafıza” olarak, özellikle de Maurice Halbwacshs’ın ifadesiyle “toplu hafıza” ile yakından alakalı görür. Gelenek ritüel içerir; bunun gerçeğin hakikat nosyonu olarak adlandırdığı şeyle ilgisi vardır, geleneğin muhafızları vardır; ve adetten farklı olarak hem ahlaki hem de duygusal içeriği olan bağlayıcı bir gücü vardır. Hafıza, gelenek gibi -bir anlamda- geçmişi geleceğe bağlı olarak düzenlemektir.

 

“Bütün gelenekler normatif veya ahlaki içeriğe sahiptirler, bu da onlara bağlayıcı bir nitelik kazandırır. Geleneklerin ahlaki doğası geçmişin ve günümüzün (bir çizgide) sıralanmasında aracı olan yorumsal süreçlerle yakından bağlantılıdır. Gelenek toplumda sadece yapılmış “olan”ı değil, aynı zamanda yapılması “gereken”i de temsil eder. Elbette bundan geleneğin kuralcı unsurlarının açıklanması zorunluluğu bulunduğu sonucuna varılmaz. Çoğunlukla bunlar açıklanmazlar; muhafızların faaliyetleri veya talimatları içinde yorumlanır. (Giddens,1994b,65)

 

Bu anlamda geleneksel bir toplum kaçınılmaz olarak, yukarıda belirtildiği gibi geleneğin baskın bir rolünün olduğu bir toplumdur. Geleneğin gelenek olarak anlaşılmadığında daha çok çarpıcılık içerdiği söylenebilir. Bu anlamda küçük kültürlerin “gelenek” için belli bir kelimelerinin olmayışının nedeni anlaşılırdır. Gelenek diğer tutum ve davranış biçimlerinden ayırtedilemeyecek kadar nüfuz edicidir.

 

            Giddens bu  çerçevede modernliğin zorlayıcı özelliklerine odaklanmak için bağımlılık ile geleneği yan yana koyar. Giddens’a göre bağımlılık konusu geleneksel sonrası düzenin niteliklerinin başlıca aydınlatıcısıdır.

 

“Modern öncesi toplumlarda gelenek ve gündelik davranışın rutinleşmesi birbirleriyle çok sıkı bağ içindedir. Geleneksel sonrası toplumda ise, tam aksine rutinleşme, eğer kurumsal düşünümsellik süreçlerine yarayacak biçimde düzenlenmedikçe anlamsız bir şey  haline gelir. Birinin dün yaptığını bizim bugün yapmamızda mantık veya ahlaki samimiyet yoktur; ancak işte bunlar geleneğin gerçek özüdür (geleneği gelenek yapan şeydir). Bugün herhangi birşeye -hayat tarzının herhangi bir yönüne- bağımlı hale gelmemiz geleneğin çözülmesinin kapsamını işaret etmektedir (geleneğin geleneksel biçimi içinde çözülmesinin kapsamını işaret etmektedir). Bağımlılığın ilerleyişi modern sonrası ‘toplumsal evren’in başlı başına bir niteliğidir, ancak bu aynı zamanda toplumun geleneksizleşmesi sürecinin de negatif göstergesidir.” (Giddens,1994b,71)

 

Giddens’ın geleneksel sonrası toplumdan söz ederken ilgi çekici olan “kazı” olarak adlandırdığı kavramdır. Kazı, arkeolojik kazıda olduğu gibi bir araştırma ve aynı zamanda bir tahliyedir. Eski kemikler toprak altından çıkarılır, birbirleri ile olan ilişkileri tespit edilir, ama aynı zamanda mezarlarından çıkarılırlar, kazı alanı temizlenir ve eşyalar alınıp götürülür. Kazı, geçmişin kalıntılarını alıp götürmek için girişilen derin bir çabadır. Bu işlemde etkenler çok çeşitlidir; birincisi gelenek zayıfladığında geçmiş duygusal atalet haline gelir. İkincisi, modern öncesi toplumlarda olduğu gibi, geçmiş öylece silinip ortadan kaldırılamaz, geçmişin şimdiki zamanda yeniden inşa edilmesi gereklidir. Üçüncüsü, geleneksel sonrası dünyada gündelik hayatın temel niteliklerinden biri olan benliğin dönüşlü kendi projeksiyonu duygusal anatominin önemli bir sınırına dayanmaktadır. Dördüncüsü, ilk (prototypical) geleneksel sonrası kişisel ilişkiler -saf ilişki- toplumsal etkileşimin modern öncesi bağlamlarının genel niteliğinde olmayan bir biçimde samimiyete dayanır. Geleneksel sembollerin ve uygulamaların aktarılmasının en önemli araçlarından biri olan nesillerin birbirini izleyişinin, modern öncesi düzenlerde sahip olduğu hayati öneminden kopartılmıştır.

 

            Geleneksel sonrası bağlamlarda nasıl olunacağını ve nasıl davranılacağını seçmekten başka seçeneğiniz yoktur. Bu açıdan bağımlılıklar bile birer seçenektir. Bunlar doğru bir şekilde bakıldığında gündelik hayatın bütün yönlerinde bulunan/sunulan ihtimaller çokluğu ile baş edebilmenin yollarıdır. Bununla birlikte zorlama ve güç ile ilgili üçüncü bir neden daha vardır: Hayat tarzı seçeneklerini oluşturan seçimler çoğunlukla etkiledikleri bireyin veya bireylerin kontrolünde olmayan etkenlere bağlıdır. Günlük deneyler, seçenekleri idare etmenin yollarıdır ve bu anlamda kesinlikle “aktif”tirler. Ancak söz konusu olan seçeneklerin doğası açıkça değişkendir.

 

            Giddens bu bağlamda geleneksel sonrası düzeni kavramak için seçenekler ve seçimler arasında bir ayrıma gider. Ona göre, gündelik faaliyetlerimizin pekçoğu seçeneğe açık hale gelmiştir ya da daha doğrusu seçim zorunlu hale gelmiştir. Bu durum günümüzde gündelik hayat hakkında sağlam bir iddiadır. Analitik olarak, toplumsal faaliyetin bütün alanlarının kararlar -çoğunlukla ama evrensel olarak değil, o ya da bu tür bir bilgi sahipliğine dayanılarak gerçekleştirilen kararlar- tarafından yönetildiğini söylemek daha doğrudur. Bu kararları kim alır ve nasıl alır, bu durum esas olarak güç  ile ilgilidir. Bir karar birisinin seçimidir ve en sefil veya açıkça güçsüzlerin yaptıkları seçimler de dahil genel olarak bütün seçimler, önceden var olan güç ilişkilerine yansır. O halde toplumsal hayatın karar-vermeye açılması, bu nedenle çoğulculukla karıştırılmamalıdır. (Gidddens,1994b,76) Giddens’a göre; karar vermenin ilerlemesi söz konusu olduğunda, gelenek ile doğa arasında çok önemli olan doğrudan bir paralellik görürüz. Modern öncesi toplumlarda gelenek göreceli olarak daha belirli bir gelecek vaadediyordu. Bunun yanında gelenek özellikle muhafızların süzgeçinden geçmiş aktif yeniden yapılandırma süreçlerini içerir. Bu anlamda da geleneğin özünü muhafazakar olarak görmek yaygındır, ancak bunun yerine, insan faaliyetlerinin dışındaki pek çok şeyi meydana getirdiği söylenmelidir. Ritüel dengeleyici etkisi ile birleştirildiğinde hakikat “oyundışı” olan sonsuz sayıda ihtimaller gerektirir. Doğa olarak gelenek, gelenek olarak doğa: bu denklik kulağa aşırı abartılı geldiği kadar abartılı değildir. “Doğal” olan, insan müdahalesinin dışında kalan ne ise odur.

            Gelenek daima “içerideki” ve “öteki” arasında ayrım yapar, çünkü ritüele katılım ve hakikatin kabulü varlığının gereğidir. “Öteki” dışarıda olan herhangi bir veya herkestir. Gelenekler, ötekilerden ayrı olmayı ayıklanmış olmayı gerektirir, çünkü içerdeki olmak için bu hayati önemdedir. Dolayısıyla gelenek kimliğin bir aracıdır. Kişisel veya toplu olsun, kimlik anlam içerir; ancak aynı zamanda yinelemeyi ve tekrar yorumlama süreçlerinin sürekliliğini de içerir. Kimlik zaman üzerinde düşünce sağlamlılığının ürünüdür ki, geçmişin beklenen gelecekle kesişmesinin ta kendisidir. Bütün toplumlarda kişisel kimliğin korunması/devamlılığının sağlanması ve bunun daha geniş diğer toplumsal kimliklerle olan bağlantısı ontolojik güvenliğin öncelikli gereğidir. Bunun karşısında çok açıktır ki, en geleneksel toplumlarda bile her şey geleneksel değildir. Özellikle ritüel ve seremoniden daha fazla uzaklaşmış olan beceriler ve görevlerin çoğu seküler uzmanlığın biçimleridir.

 

“Gelenek zamanın özel bir görünümünü sahiplenir/sahip olduğunu iddia eder, ama aynı iddiayı mekan için de yapma eğilimindedir. Ayrıcalıklı mekan, geleneksel inanışların ve uygulamaların farklılıklarını sağlayan/devam ettiren şeydir. Gelenek daima köken ve merkezi yerleri bağlamlarında kök salmıştır.” (Giddden,1994b,80)

 

Bu bağlamda Giddens “modernlikte gelenek” konusuna giriş yapmak için geleneksel uygarlıkların belli karakteristiklerini sıralar:

 

“Modern öncesi uygarlıklarda, siyasi merkezin faaliyetleri hiç bir zaman yerel cemaatin gündelik hayatına tam olarak nüfuz etmemiştir. Geleneksel uygarlıklar parçalı ve düalistiktir. Nüfusun büyük çoğunluğu, Marx’ın deyişiyle, “patates çuvalı” oluşturur gibi yerel tarım cemaatlerinde yaşarlardı. Gelenekler bu düalizme dahil olurlar ve bunu ifade ederlerdi. “Büyük gelenekler” her şeyden önce, kutsal metinlerin varlığına bağlı bir süreç olan dinin rasyonelleşmesini çağrıştırır. Burada rasyonelleşme geleneğe zıt değildir; tam aksine, kanıt hazır olmasa bile rasyonelleşmenin, tamamiyle (sadece) sözlü olan kültürlerde bulunabileceğinin çok ötesinde, özel geleneksel biçimlerinin uzun süreli varlığını mümkün kıldığını tahmin edebiliriz. İlk kez bir gelenek kendisinin “çok eski zamandan” beridir var olduğunu bilecek, büyük anıtlar inşa ettikleri için maddi anlamda, ama ayrıca, beden dışı (ruhsal) anlamda klasik metinlerin güçlerinin bir kanıtı olması bakımından da büyük gelenekler heybetliydiler.”(Giddens,1994b,92)

 

            Bununla birlikte, bu uygarlıkların yapısal niteliğinden dolayı büyük gelenekler, hakimiyetlerinin zayıf olduğu yerel cemaate sadece eksik biçimde aktarılmıştır. Her halükarda, yerel cemaatler, sözlü toplumlar olarak kaldılar. Bunlar daha rasyonelleşmiş sistemlerin aşağı süzülmesinden ya uzak kalmış ya da faal olarak mücadele etmiş çeşitli gelenekler geliştirdiler. Bundan ötürü, geleneğin içeriğinin çok büyük bir bölümü yerel cemaatin seviyesinde kalmaya devam etmiştir. Bu gibi “küçük gelenekler” genellikle rasyonelleşmiş dinlerin muhafızları tarafından etkilenmişler ama ayrıca çeşitli yerel şartlara da cevap vermişlerdir. Çoğunlukla yerel cemaatler ile merkezi elitler arasında linguistik farklılıklar ve de kültürel bölünmeler olmuştur.

 

            Ulus-devletin gelişmesi ve yaygınlaştığı dönem ayrıca, genel nüfusun yerel cemaat düzlemini kestirmeden geçen birleşme sistemlerine daha fazla dahil olduğu bir zaman olmuştur. Kurumsal düşünümsellik geleneğin baş düşmanı haline gelmiştir; faaliyetin yerel bağlamlarının tahliyesi, artan zaman-mekan uzaklaşması ile eş zamanlı olmuştur. Ancak bu karmaşık bir süreçtir. Erken modern kurumlar sadece önceden var olan geleneklere dayanmadı, ayrıca yenilerini de yaratmıştır. Hakikat ve alakalı ritüeller, yeni alanlara hizmete zorlandı -bunların en önemlisi “ulus”un sembolik etki alanıdır. Bu çerçevede “Erken Modernlik ile Gelenek” arasındaki bağlantılar kısaca şöyle tanımlanır:

 

            Birincisi, eski ve yeni, geleneklerin modernliğin erken gelişiminde önemli oluşu, tekrar modern toplumun “disiplinle ilgili model”inin sınırlılıklarına işaret etmektedir. Gözetim mekanizmaları genel olarak, etkinlikleri için duygusal kontrolün veya vicdanın içselleştirilmesine dayanmıştır. Ortaya çıkan duygusal eksen, zorlayıcılık ile ortaya çıkan utanç korkusunu birleştiren bir eksen olmuştur. İkincisi, genelde pozitivist bir tarzda anlaşılan bilimin rolünün meşruiyeti, her halükarda popüler kültürde, hakikat ile sıkı bağları olan doğruluk fikirlerini devam ettirmiştir. “Bilim ve din” arasındaki mücadeleler, sorgulanmamış “yetki”ye sahiplik iddialarının çelişkili niteliğini gizlemiştir. Nitekim bundan ötürü pek çok uzman fiilen muhafızdılar ve uygun itaat biçimleri meydana getirdiler. Üçüncüsü, modernliğin zorlayıcı doğası karşısında, tamamen gizli kalan veya karşı koyulmayan bir şey kalmadı. Dördüncüsü, modernliğin zorlayıcılığı kökeninden itibaren cinsiyet-ayırımlıdır. Beşincisi, özellikle generasyon ve tekrar generasyon gözönüne alındığında gelenek, kişisel ve toplu kimlikten beklenir. Kimliğin sürdürülmesi, modernliğin kurumlarının olgunlaşmasıyla temel bir problem olarak terkedildi -ama daha gerilimli ve çelişkili biçimlerde- bu sorun geleneğin otoritesinin kullanılmasıyla “çözüldü”. (Örneğin işci sınıfı mahallelerinin cemaat anlayışı bir ölçüde geleneğin tekrar inşası biçimini aldı; ulusalcılığın devlet düzleminde aldığı gibi)

 

            Bu temellendirmeden itibaren Giddens gelenek ve küreselleşme ilişkisine yönelir: Burada da temel sorusu; “küreselleşmeyi geleneksel eylem bağlamlarının kazı süreçlerine bağlayan”ın ne olduğu üzerinedir.

 

“Bağlantı, soyut sistemlerin yersizleştiren sonuçlarıdır. Burada nedensel etkiler karmaşıktır ve modernliğin çok boyutlu karakteri ile yakından bağlantılıdır. Gelenek zamanın ve dolayısıyla da mekanın organizasyonu ile alakalıdır; küreselleşme de böyledir, yalnız biri diğerine karşıttır. Gelenek, zamanı kontrol etme aracılığıyla mekanı kontrol ederken, küreselleşme tam tersini yapar. Küreselleşme özünde “uzaktan eylem”dir; mevcut olmama, mevcut olmaya baskındır, zamanın tortulaşmasında değil mekanın tekrar inşası nedeniyle böyledir. Bundan dolayı geleneksel sonrası toplum ilk küresel toplumdur. Yakın zamana dek, dünyanın büyük bölümü gelenekselliğin pek çok geniş çevrili bölgelerinin direndiği parçalı bir durumdaydı. Bu alanlarda ve endüstriyel olarak daha gelişmiş ülkelerin bazı bölgelerinde ve bağlamlarında yerel cemaat güçlü olmayı sürdürdü. Son birkaç onyılda, özellikle ani küresel elektronik haberleşmenin gelişmesi ile bu durum  radikla biçimde değişti. Kimsenin “dışarıda” olmadığı/kalamadığı bir dünya, önceden var olan geleneklerin sadece başkalarıyla değil, aynı zamanda çok çeşitli yaşam biçimleriyle de karşılaşmaktan kaçamayacağı dünyadır. Aynı şekilde bu dünya artık “öteki”nin etkisiz olarak görülemeyeceği bir dünyadır. Mesele sadece ötekinin cevap vermesi değil, ayrıca karşılıklı sorgulamanın mümkün olmasıdır.”(Giddens,1994b,96)

 

            Geleneksel sonrası düzende, Richard Rorty’nin hatırlanacak ifadesiyle, insanoğlunun kozmopolit bir sohbetinin oluşumunu hazır bir gerçeklikten ziyade bir ihtimal olarak görürüz. Bunun nedeni geleneğin devam eden rolünün şiddet potansiyeli ile çevrelendiği bir toplumsal düzendir. Günümüzde gelişmiş toplumlarda yerel cemaatlerin yıkımı en üst noktasına ulaşmıştır. Modern toplumsal gelişmenin erken/önceki aşamalarında hayatta kalmış veya etkin şekilde yaratılmış olan küçük gelenekler artan ölçüde kültürel tahliyenin etkilerine teslim olmuşlardır. Bazı modern öncesi toplumlarda binlerce yıl var olan büyük ve küçük gelenekler arasındaki fark, bugün neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Daha önce olduğu gibi, yerel cemaatin çözülmesi, yerel hayatın veya yerel uygulamaların yok olması ile aynı şey değildir. Bununla beraber, mekan/yer, uzak tesirler yerel alanda kullanıldığı ölçüde artan boyutta yeniden şekillenir. Böylece var olan yerel adetler değişik anlamlar geliştirme eğilimi gösterirler. Bunlar ya kutsal emanetlere ya da alışkanlıklara dönüşürler. Alışkanlıklar rutinnleşmenin tamamen kişisel biçimleri olabilirler.

 

            Pek çok alışkanlık, değiştirme ile şekillendiklerinden veya kurumsal düşünümselliğin genelleştirilebilir etkilerinin nedeniyle başarıyla toplu hale gelebilirler. Bir alanda veya cemaatte bulunan etkiler tarafından yaratıldıklarında yerel adetler, daha hakiki toplu adetlerdir; ama daha geleneksel uygulamaların kalıntıları olanların bazılarının yaşayan müze dediği parçalara dönüşmeleri muhtemeldir. İster kişisel özellikler olsun isterse toplumsal adetlerle daha yakından bağlı olsun, alışkanlıklar geleneğin hakikati ile olan bağını yitirmiştir. Yine bir zamanlar geleneksel düzende hem büyük hem de küçük geleneklerle özdeşleştirilen el ürünleri, kalıntı haline gelme eğilimindedir. Buna rağmen “kalıntı” sadece maddi objeleri değil, daha fazlasını içerecek şekilde geniş anlaşılmalıdır. Kalıntılar bu anlamda sadece zayıflamış ya da yitmiş geleneklerin kalıntısı olarak yaşayan objeler veya uygulamalar değillerdir: Kalıntılara aşılmış/ötesine geçilmiş bir geçmişin örnekleri olarak anlam yüklenmiştir. Kalıntılar gelişmesi olmayan bir geçmişin işaretçileridir ya da en azından günümüze olan nedensel bağları, kalıntılara kimliklerini kazandıran şeyin bir parçası değildir. Kalıntılar vitrinde bir teşhir nesnesidirler ve korunmuş kalıntılar veya tamir edilmiş saraylar, kaleler “gerçek abideler”den farklı değildir. Maddi bir kalıntı”olduğu yerde kalan” bir şeymiş gibi görünebilir -etrafındaki değişim heveslerince dokunulmadan duran. Tersini söylemek daha doğru olur; bir kalıntının bulunduğu alan ile etkili bir ilişkisi yoktur ama her kim görmek için geldiğinde, gözlem için görülebilir bir ikon olarak ortaya çıkar.

 

            Bir kalıntı ortak yapılarından yoksun bırakılmış bir “hafıza kaydı” gibidir. Yaşayan bir müze, bu gibi hafıza kayıtlarının kamuya teşhir edildiği herhangi bir kolajdır. Alışkanlık haline gelmedikleri müddetçe adetler bu kategoriye girebilir. Bugün kalıntılarla ilgili husus onlara önem kazandıran şeyin sadece geçmişte (ve şimdi) dini geleneklerde yaygındı ama oldukça farklı bir önemleri vardı; önemleri tek başına geçmişle bir ilişkiden değil, kutsal alana katılımından kaynaklanıyordu.

 

            Gelenek, farklı değerler ile farklı yaşam biçimleri arasındaki çatışmaları etkili bir biçimde yatıştırma yoludur. Geleneksel toplumun dünyası, kültürel çoğulculuğun, -herbiri ayrıcalıklı mekanda yaşayan- ahlak ve adetlerin farklılığının olağanüstü biçimini aldığı- bir geleneksel toplumlar dünyasıdır. Geleneksel sonrası toplum ise oldukça farklıdır. Özünde küreseldir ancak ayrıca küreselleşmenin yoğunlaşmasını da yansıtır. Geleneksel sonrası düzende, ister süregelen ister icat edilmiş gelenekler içeriyor olsun, kültürel çoğulculuk artık daha fazla yerleştirilmiş gücün ayrılmış merkezleri biçimini alamazlar.

 

“Geleneksel sonrası toplum sonlanıyor; ama bu ayrıca faaliyet ve deneyimden oluşan hakiki, yeni bir toplumsal evrenin başlangıcı. Bu nasıl bir toplumsal düzen türü, ya da nasıl bir tür olacak? Bu dünya toplumu anlamında değil ama belirsiz/sınırsız mekan anlamında bir küresel toplum. Bu toplum, toplumsal bağların geçmişten miras alındığı değil, etkili olarak yapılması gerektiği toplumdur. Bireysel ve daha toplu düzeyde bu, tedirgin edici ve zor bir giirişimdir ama aynı zamanda büyük ödüller vaadeden bir toplumdur. Yetkililer bakımından merkezdışıdır ama fırsatlar ve ikilemler bakımından tekrar merkezidir, çünkü birbirine bağımlılığın yeni biçimlerine odaklanmıştır. Narsizmi ve hatta bireyselciliği geleneksel sonrası düzenin özü olarak düşünmek, özellikle gelecek için barındırdığı potansiyeller bakımından bir hatadır. Bireyler arası hayat alanında, ötekine açılmak toplumsal dayanışmanın gereğidir;  daha geniş ölçekte, küresel kozmopolit bir düzende “dost eli”nin uzatılması, bu tartışmanın sorgulanmayanıdır.”(Giddens,1994b,106-107)

 

            Buna karşın potansiyellik ve gerçeklik iki çok farklı şeylerdir. Radikal şüphe korkuyu besler, toplumsal olarak yaratılan belirsizlikler olduğundan daha kaygı verici görünürler; hem yerel hem küresel düzeylerde zengin ile fakir arasındaki mesafe giderek açılmaktadır. Yinede zorlayıcılığın ötesinde, hakikate çok az şey borçlu olan ama geleneğin savunusunun önemli bir rolünün bulunduğu hakiki insan yaşamı biçimleri geliştirme şansı yatmaktadır. Son olarak Giddens daha sonraki çalışmalarında “geleneksel sonrası toplum” fikrini şöyle özetlemiş ve kısmi ekler yapmıştır;

 

"Bu gün küreselleşmenin etkisiyle iki temel değişiklik meydana gelmektedir. Batı ülkelerinde yalnızca kamusal kurumlar değil, gündelik yaşam da geleneğin kıskacından kurtulmaktadır. Daha geleneksel kalan dünyanın diğer toplumları geleneklerinden uzaklaşma sürecine girmiştir. Yeni ortaya çıkan "küresel kozmopolit toplum”un özünde yatan değişim budur." (Giddens,2001,57)

 

            Geleneksel dünyada farklı kültürler ayrı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdi, geleneksel sonrası küreselleşmiş dünyada kültürlerin ayrı bulunma olasılığı yoktur. Geleneksel-sonrası toplum, geleneğin bitişinden sonra yaşamını sürdüren bir toplumdur. Geleneğin bitişi, Aydınlanma düşünürlerinin olmasını istedikleri gibi geleneğin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tam tersine, gelenek farklı versiyonlarıyla her yerde gelişip serpilmeye devam edecektir. Fakat geleneğin giderek daha az geleneksel biçimlerde yaşanması söz konusudur. Geleneksel yol bu anlamda geleneksel faaliyetlerin kendi ritüel ve sembolizmleriyle, kendi iç hakikat iddialarıyla savunulması demektir. Bu çerçevede geleneğin rolü değiştikçe yaşamımıza yeni dinamikler girmektedir. Bunlar bir yanda eylemin özerkliği ve zorlayıcılığı ile öbür yanda kozmopolitlik ve fundamentalizm arasındaki bir gerilim olarak özetlenebilir.

 

            Bu çerçevede de gelenek ve göreneklerin etkisi dünya düzeyinde gerilerken, özkimliğimizin (benlik duygumuzun) temeli de değişiyor ve fundamentalizm, küreselleştirici etkilere karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır, bu anlamda fanatiklik ya da otoriteryanizmle aynı şey değildir. Fundamentalistler, literal bir anlamda yorumlanması beklenen temel metinlere geri dönme özlemi içindedir ve böyle bir okuma biçiminden çıkarılan öğretilerin toplumsal, ekonomik ya da siyasal yaşama uygulanmasını önermektedirler. Bu bağlamda fundamentalistler geleneğin koruyuculuğuna yeni bir canlılık ve önem kazandırmışlardır. (Giddens,2000,61) Fundamentalizm, kuşatılmış gelenektir. Nedenlerin peşine düşmüş küreselleşen bir dünyada geleneksel yollarla savunulan gelenektir. Dolayısıyla, fundamentalizmin dinsel ya da başka inançlarla bir ilişkisi yoktur. Önemli olan, inançlarına dayalı hakikatin nasıl savunulduğu ya da ortaya atıldığıdır. Fundamentalizm insanların inandığı şeylerle değil, daha genelde gelenek gibi onlara niçin inandıkları ve nasıl meşru kılmaya çalıştıklarıyla ilgilidir. (Giddens,2000,62) Fundamentalizm küreselleşmenin bir çocuğudur ve hem ona karşı bir tepkidir, hem de ondan yararlanır. Bu doğrultuda fundamentalizm kendisini asıl şiddete yönelme ihtimaliyle gösterir ve kozmopolit değerlerin düşmanıdır. Yine de fundamentalizm, küreselleştirici modernliğin sadece antitezi olmakla kalmaz, onun önüne bir takım sorular da koyar. En temel soru şudur; Hiçbir şeyin kutsal olmadığı bir dünyada yaşayabilir miyiz? Gelenek geleneksel olmayan bir yolla savunulabilir ve gelecekte yapılması gereken budur. (Giddens,2000,58) Buna göre: “Din ve gelenek her zaman yakından ilişkili olagelmiştir ve gelenek, ona tam karşıt oluşturan modern toplumsal yaşamın düşünümselliği tarafından dinden çok daha ciddi biçimde baltalanmaktadır.” (Giddens,1994b,100)

 

            Sonuç olarak Giddens teorik inşasının merkezine geleneği yerleştirmesine karşın geleneğin kökeni üzerinde durmaz. Ona göre tüm gelenekler icat edilmiş geleneklerdir. Giddens bu argümanında Eric Hobsbawm’ın “icat edilmiş gelenek” kavramına yaslanır. Bu durum sosyolojik paradigmanın karakteristik niteliğinden kaynaklanan bir açmaz olarak karşımızdadır.

 

            Sosyolojik paradigmanın süreksizliklere dayalı kavramsallaştırmaları ve konularını süreksizlik üzerine kurulu bağlamlara indirgemesi gelenekle ilgili değerlendirme ve açıklama gayretlerini de belirlemektedir. Klasik döneminde olduğu biçiminde günümüz sosyolojisinde de gelenek yeni bir kopuş bağlamında konu edilmiş ve teorik tartışmalar yine ve yeniden geleneğin sonu üzerinde inşa edilmiştir.

 

 

Bibliyografya

 

AYSOY, M. (2003), Geleneksel Sonrası Toplum Üzerine, Açı Kitaplar

BAUMAN, Z. (2000), Siyaset Arayışı, Metis Yayınları

BECK, U.& A. Giddens & Scott Lash (1994), Reflexive Modernization, Polity Press

BECK, U. (1999), Siyasallığın İcadı, İletişim Yayınları

(2000), “The Cosmopolitan Perspective; Sociology of The Second Age of Modernity”, British Journal of Sociology, volume 51

(2000), What is Globalization, Polity Press

EISENSTADT, S.N. (1972), Post-Traditional Societies, W.W. Norton&Company Inc.

(1972), “Post-Traditional Societies and The Contiunity and Reconstruction of Tradition”, in Post-Traditional Societies, W.W. Norton&Company Inc

(1973), Tradition, Change and Modernity, AWiley-Interscience Puplication.

FRIEDMAN, J. (1990), “Being in The World: Globalization and Localization”, Global Culture, Nationalism, Globalization and Modernity, Sage Publicatins.

(1999), “Küresel Sistem, Küreselleşem ve Modernitenin Parametreleri”, Postmodernizm İslam, Küreselleşme Oryantalizm, Vadi Yayınları.

FULCHER, James (2000), “Globalization, The Nation-State and Global Society”, Sociological Review, volume 48.

GANE, Nicholas (2001), “Chasing The Runaway World: The Politics of Recent Globalization Theory”, Acta Sociologica, volume 44.

GİDDENS, A. (1979), Central Problems in Social Theory, London Mac Millan

(1991), Modernity and Self Identity, Polity Press

(1994a), Modernliğin Sonuçları, Ayrıntı Yayınları

(1994b), “Living in a Post-Traditional Society”, Reflexive Modernization, Polity Press

(1995), In Defendence of Sociology, Polity Press

(1999), “Küreselleşmenin İkilemleri”, Sosyal Demokrat Değişim Dergisi, sayı 12 Ankara

(2000), Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Alfa Yayınları

GUNDERSEN, Frode (2000), “Between Tradition and Modernity”, 8th Biennial Conference of International Association for The Study of Common Property, Bloomington Indiana.

HOBSBAWM, E. (1999), Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yayınları

LERNER, D. (1958), The Passing of Traditional Society, New York Free Press.

LOO, Der H. (1993), “Modernizmin Paradoksları, Bugünün Düzeni Geleceğin Düzensizliğidir”, Bilgi ve Hikmet, Kış 1993-1

ROBERTSON, Roland (1988), “Globalization Theory and Civilizational Analysis”, Comparative Civilizations Review, volume 17

(1990), “Mapping The Global Condition: Globalization and Modernity, Sage Publications.

(1999), Küreselleşme - Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, Bilim Sanat Yayınları

SIMITH, Dennis (1998), “Anthony Giddens and Liberal Tradition” British Journal of Sociology, volume 49

SKLAIR, L. (1995), Sociology of The Global System, Baltimore: Johns Hopkins

                    (1999), “Competing Conceptions of Globalization”, Journal of World-Systems Research, volume 5, number 2

TOURİNE, Alain (1995), Modernliğin Eleştirisi, Yapı Kredi Yayınları.

TÖNNİES, Ferdinant (1957), Community and Society, (Trans. Charles P. Loomis) Transaction Books, New Brunswick& Oxford

TUNA, Korkut (2001), Yeniden Sosyoloji, Karakutu Yayınları

YELKEN, Ramazan,(1999), Cemaatin Dönüşümü, Vadi Yayınları.

 

Özet    

Sosyolojik paradigmanın karakteristiği niteliğini taşıyan süreksizlikler üzerine inşa hem toplumsal alanda hem de tarihsel dönemlendirmelerde yaptığı kavramsallaştırmaları belirlemiştir. Bu doğrultuda “gelenek” sosyolojik paradigma bağlamında en sorunlu fenomenlerin başında gelmektedir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde sosyolojinin geleneği konu edinmesi ve ortaya koyduğu kavramsallaştırma ile günümüz sosyolojisinin geleneği yeniden konu etmesi ve kavramsallaştırma çabası; sosyolojik paradigmanın yeniden inşası anlamında önemli bir problematiktir.

 

            Günümüz sosyolojisi yeniden gelenekselin sonunun ve yine geleneğin olmadığı bir toplum modelinin yer aldığı teorik tartışmalar içindedir. Yeni tartışmaların gelenekle birlikte “toplum” fenomeni üzerinde de yoğunlaşmış olması, sosyolojik paradigmanın yeniden inşa gayretinin göstergesi olma niteliğini taşımaktadır.Sosyolojik paradigmanın süreksizliklere dayalı kavramsallaştırmaları ve konularını süreksizlik üzerine kurulu bağlamlara indirgemesi gelenekle ilgili değerlendirme ve açıklama gayretlerini de belirlemektedir. Klasik döneminde olduğu biçiminde günümüz sosyolojisinde de gelenek yeni bir kopuş bağlamında konu edilmiş ve teorik tartışmalar yine ve yeniden geleneğin sonu üzerinde inşa edilmiştir.

 


[1] Aysoy, M., Geleneksel Sonrası Toplum Üzerine, Açı Kitaplar 2003.

[2]“Toplum fikri sosyolojiye, bir araştırma alanının tanımı olarak değil bir açıklama ilkesi olarak egemen oldu.” (Tourine,1995,388)

 

[3]Sosyoloji modernliği bir dikotomi; “gemeinschaft/gesellschaft” ekseninde kavramlaştırmıştır. Sosyologlarca ‘büyük ikilik/ayırım’ (great dichonomy) olarak adlandırılan bu gelenek, günümüz sosyal bilimlerinin ‘geleneksel ve modern’ ya da ‘modern-postmodern’ ayrımlarının da temelini oluşturmaktadır. Çok tanınmış ve oldukça sık alıntılanan böyle kutupsal bir tipoloji, 1887’de yayınlanan ‘Gemeinschaft und Gesellschaft’ (Cemaat ve Toplum) adlı kitabın sahibi Ferdinand Tönnies’e (1855-1936) aittir. Bu kitapta Tönnies, ‘gemeinschaftlich’ karakterine sahip ilişkiler temelinde biçimlenmiş bir toplum tipinden ‘Gesellschaft’ kavramıyla dile getirdiği bir toplum tipine geçişi tasvir etmektedir. Buna göre; her türlü samimi, mahrem, bize ait olan ve birlikte ortaklaşa yaşam topluluk (cemaat) hayatı olarak adlandırılır. Toplum ise dışımızda olan kamusal yaşamdır (puplic life). İnsan kendisinden olanlarla birlikte (ailesiyle) oluşturduğu cemaatte ak ve kara günlerde doğuştan itibaren hep ona bağlı olarak yaşar. Toplum ise kişinin yabancı bir ülkeye girer gibi girmesini gerektirir. (Yelken,1999)

 

[4]Giddens; toplumbilimcilerin gereğinden fazla güven besledikleri “toplum” düşüncesinin, toplumsal yaşamın zaman ve mekan üzerine nasıl düzenlendiğinin incelenmesi – zaman–mekan uzaklaşması sorunsalı – üzerine yoğunlaşan bir başlangıç noktasıyla değiştirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu kullanım toplumların zamanın ve mekanın daha kısa veya uzun yayılımları üzerinde serildiği süreçleri ifade etmektedir. Bu tür serilme, toplumsal etkinliğin, zaman-mekan içinde mevcut olmayanlar ile karşılıklı etkileşimlere giderek daha fazla bağımlı olması olgusunu yansıtmaktadır. Burada farklı yapısal ilkelere göre örgütlenmiş toplum tipleri arasında zaman-mekan sınırları, temas ya da karşılaşma biçimleri vardır.

 

[5]Muhafazakar felsefenin geçmişte ve şimdi var olmaları esas olarak buna dayanmaktadır. Gelenek muhafazakarlığın en temel kavramıdır. (Giddens,2000,56)

 

[6]Bu yaklaşıma göre modernlik kendisini şimdiye kadar dar bir şekilde “sanayi toplumu” olarak görmüştü. Gelgelelim, sanayi toplumu çok eksik  anlamda moderndir; feodal kalıntıların süreklilik arz etmesinden ötürü değil, kendi pratikleri ve kurumlarının Aydınlanma tarafından tasarlandığı haliyle modernliğin evrensel ilkelerini yadsımasından ötürü, sanayi toplumu “yarı-modern bir toplum”dur.

 

[7]Giddens küreselleşmeyi zaman-mekan uzaklaşması çerçevesinde tanımlar. Zaman-mekan uzaklaşmasının kavramsal çerçevesi dikkatimizi yerel katılımlar ve uzak etkileşim arasındaki karmaşık ilişkilere yöneltir. Modern dönemde zaman-mekan uzaklaşması düzeyi, önceki bütün dönemlerden çok daha yüksektir. Yerel ve uzak toplumsal biçim ve olaylar arasındaki ilişkiler de buna uygun esnerler. Küreselleşme asıl olarak bu esneme sürecine işaret eder; farklı toplumsal bağlamlar ya da bölgeler arasındaki bağlantı biçimleri bir bütün olarak yerküre yüzeyinde şebekeleşir. Böylece küreselleşme, uzak yerleşimleri birbirine, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlanabilir. Bu diyalektik bir süreçtir; çünkü, bu tür yerel oluşumlar, onları biçimlendiren çok uzak ilişkilerin tam tersi doğrultuya da yönelebilirler. Yerel dönüşüm, toplumsal bağlantıların zaman ve uzam üzerinde yanlamasına genişlemesinin bir parçası olduğu için, küreselleşmenin de parçasıdır.(Giddens,1994a)

 

[8]"Sanayi toplumunun patikaları içerisinde modernleşmenin yerine sanayi toplumunun ilkelerinin modernleştirilmesi geçmektedir. Modernliğin sanayi toplumunun kategorileri içerisinde, kavramaya çok alıştığımız için, bir “toplumsal harita”çizme yönündeki girişimlerimizi çarpıtan şey, sanayi toplumu ve modernlik arasındaki işte bu antagonizmanın açılışıdır... Bizler modernliğin sonuna değil, başlangıcına -yani klasik sanayi tasarımının ötesine geçen modernliğe- tanık oluyoruz.Düşünümsel modernleşme daha az değil,daha fazla modernlik demektir, klasik sanayi toplumunun patikalarına ve kategorilerine karşı radikalleşen bir modernlik demektir." (Beck,1992:10)