|
HZ. PEYGAMBER’İN
ÇOCUKLARA VERDİĞİ DEĞER BAĞLAMINDA SOKAK ÇOCUKLARI SORUNUNA GENEL BİR
BAKIŞ*
Doç. Dr. Saffet SANCAKLI**
“Çocuğa kim demiş
küçük bir şey
Bir çocuk belki en
büyük bir şey”
(Şair Abdülhak Hamid)
Özet
Bu çalışmada, günümüzde yaşanılan sokak
çocukları sorununa Hz. Peygamber’in çocuklara verdiği değer ve
yetimlerin korunmasına ilişkin gösterdiği duyarlılık bağlamında genel
bir bakış sergilenmektedir. Sorunun günümüzde kazanmış olduğu boyutlar
ve nedenleri üzerinde durulmakta, sorunun çözümlenmesinde dinin
yapabileceği katkılar araştırılmaktadır. Konu, Hz. Peygamber’in
çocuklarla olan ilişkisi, yetimlerle ilgili uygulamaları, Ashâb-ı suffe
ve muâhât (kardeşlik) antlaşması gibi örnekler çerçevesinde ele
alınmakta, sonuç kısmında da bazı önerilere yer verilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hz. Peygamber, çocuk, sokak
çocukları, sorun.
Abstract
A General Look At the Position of the
Street Children in the Context of the Value to which the Prophet
Attributed.
İn this sdudy, a general outlook on
today’s street children question in the context of the value and the
sensitıveness The Prophet had given to has been taken into account. The
current, situation of the problem and the causes of it has been
cientifically explored and the possible contribution of religion in this
regard has been researched. İn this regard, Prophet’s relationship with
children, his parctices with regard to orphans, his hadiths, Ashab-ı
Suffe and the commitment of brotherhood have been provided as examples.
İn the consequence, some proposals upon the topic have been supplied.
Key words: The Prophet, child, street children,
problem.
GİRİŞ
Son zamanlarda sokak çocukları, çalışan
çocuklar, çocuk işçiliği, sokak çocuklarıyla ilgili olaylar, haber ve
yorumlar, medyada çok sık olarak gündeme gelmektedir. Sokak çocuklarına
yöneltilen kapkaççılık, tinercilik, hırsızlık, sokak çeteleri gibi
suçlamalarla hemen her gün karşılaşmak mümkündür. Bununla beraber, sokak
güvenliği sorunu ve kaygısı/korkusu da ister istemez gündeme gelmekte ve
tartışma konusu olabilmektedir. Dolayısıyla sokak çocukları sorunu, ülke
gündemine tam olarak oturmuş durumdadır.
Genç bir nüfusa sahip ülkemizde
hızla artan ve âdeta alarm veren sokak çocuklarının sayısı kesin olarak
tesbit edilmiş değildir. Yetkililerin verdiği bir takım rakamlar zaman
zaman medyada yer almaktadır. Örneğin, Türkiye genelinde 40 bin,
İstanbul’da 26 bin sokak çocuğunun bulunduğu ifade edilmektedir.
Başka bir veriye göre çeşitli kurumların 2003 yılında ancak 23 bin 872
sokak çocuğuna ulaşabildikleri ifade edilmektedir.
Sorunun git gide büyümesi ve ürkütücü boyutlara ulaşması neticesinde
çocukları sokağa düşüren nedenlerle sokak çocukları sorununun
araştırılarak alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla TBMM
“Sokak Çocukları Araştırma Komisyonu” kurulmuş ve bu komisyon
çalışmalarına başlamıştır.
Top yekun bir insanlık sorunu olan ve
İslâm toplumlarında da rahatsız edici boyutlara ulaşan böyle bir sorunun
yaşanması hiç de iç açıcı değildir. Sokağa terkedilmiş, açlıktan veya
donarak ölen bir kişiden, onunla ilgilenmediği ve sahip çıkmadığı
takdirde çevresi top yekun sorumludur. Fıkıh kitaplarında “sokakta
bulunmuş mal veya çocuk”la ilgili “Kitâbu’l-Lakît” isimli
bölümler vardır. Bu bölümlerde bu çocuklarla ilgili fıkhî hükümler yer
almaktadır.
Âyet ve hadislere dayalı olarak çocuklara yönelik, çocukların haklarını
koruyucu mahiyette bir hukuk oluşmuştur. Birleşmiş Milletler tarafından
1954 yılında 10 maddelik Çocuk Hakları Beyannamesi olarak benimsenen
bazı esaslar, Müslümanların yabancı olmadığı, İslâm’ın başlangıcından
beri var olan hususlardır. Bunların bir kısmı Kur’ân’da, bir kısmı da
hadis kitaplarında yer almaktadır.
Makalemizde ağırlıklı olarak Hz.
Peygamber’in çocuklara verdiği değer ve yetimleri koruma bağlamında
sokak çocukları sorununa çözümler aranacaktır.
I-
SOKAK
ÇOCUKLARI OLGUSU VE ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ
Dünya ülkelerinin sahip olduğu birinci
derecedeki problemi veya problemlerinin temelindeki neden, insan
unsuruna doğru bir şekilde yaklaşılmamasıdır. İnsanı sadece biyolojik
bir varlık gibi algılama ve tanımlama yerine aynı zamanda manevi
değerlerle mücehhez bir birey olduğu ve kendisine bu çerçevede bakılması
gereği söz konusudur. Bu çerçevede insana hak ettiği değer verilip
eğitilmiş/yetiştirilmiş olsa pek çok problem kendiliğinden halledilirdi.
Mağdur çocuk ve gençlerimiz, maddi açlığa terk edildikleri gibi, manevi
açlığa da terk edilmektedir. Sokak çocukları dışındaki çocuk ve
gençlerimizin de pek çok problemi vardır. Binlerce gencimiz, milli ve
manevi değerlerden yoksun, başıboş, gayesiz, hedefsiz, nereye ve kime
ait olduğunu bilmeyen kimliksiz yetişmekte ve bunlar daha sonra toplum
için bir problem kaynağı haline gelmektedir. Dolayısıyla sokak
çocuklarının dışındaki çocuk ve gençler de belli oranda risk altındadır.
Sokak çocukları sorunu, toplumdaki çarpıklıkların, yozlaşma ve manevi
değerlere yabancılaşmanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Yaygın olarak kabul edilen anlayışa göre,
buluğa ermemiş kız ve erkeklere çocuk denir.
“Sokak çocukları” terimi ise, ilk olarak 1851 yılında Henry Mayhew
tarafından kullanılmıştır. Ancak genel kullanım 1979’da Birleşmiş
Milletler Çocuk Yılından sonra olmuştur. Bu terim kullanılmadan önce bu
çocuklar, “evsiz ve ailelerinden kaçmış çocuklar” olarak ifade edilmekte
idi.
Ülkemizde ilk zamanlarda “sokak çocukları” deyimi yerine “köprü altı
çocukları” deyimi kullanılırdı. Sokak çocuklarının belirli bir
tanımlamasını yapmak oldukça güçtür.
Dolayısıyla değişik kategorilerde değişik tanımlar
yapılmaktadır. UNICEF (1988) sokak çocuklarını, “zamanlarının büyük
bölümünü sokakta geçiren, herhangi bir korumadan ve yetişkinlerinin
doğrudan desteğinden yoksun çocuklar” olarak tanımlamaktadır. Sokak
çocukları, daha çok aileleriyle kurdukları ilişki ve sokağı kullanım
temeline göre üç kategori altında incelenmektedir. Birinci kategori,
sokakta çalışan ve aileleriyle düzenli bağı olan, onlarla yaşayan ancak
“sokağa aday” çocuklar; ikinci kategori, yetersiz veya düzensiz aile
desteğine sahip ancak “sokakta bulunan” çocuklar; üçüncü kategori,
“sokağın çocukları” olarak nitelendirilen, sokağı mekân edinmiş,
çoğunlukla bir uçucu madde bağımlısı olan ve işlevsel bir aile desteği
olmayan çocuklardır.
Biz makalemizde son maddeye giren sokakta yaşayan,
günün 24 saatini sokaklarda geçiren çocuklar üzerinde duracağız.
Ayrıca benzerlikleri olsa da farklılık arz eden “sokakta çalışan
çocuklar” sorunu, müstakil olarak ele alınıp işlenebilir. “Sokaklarda
çalışan çocuklar, ileride sokak çocuğu olma riski taşımaları nedeniyle
üzerinde önemle durulması gereken kesimlerden biridir.”
Sokak çocukları sorununun toplumsal,
ekonomik, politik ve kültürel nedenleri vardır. Kentsel yoksulluk,
kentleşme ve gecekondu olgusu, aile ve çocuk ilişkisi, aile istismarı
(terk eden, istismar ve ihmal eden aile), modernleşme, ilgisizlik,
kentleşme ve göç hareketleri, yanlış ve eksik eğitim, sevgi eksikliği,
ekonomik sıkıntı, sokağın çekiciliği, çocuk iş gücünün kullanılması gibi
nedenler bu sorunu oluşturmakta etkili olmaktadır.
Bununla birlikte, farklı kültürlerde sorunun boyutları farklılaştığı
gibi, anılan faktörler de ülkelerin sosyo-ekonomik ve siyasal
yapılanmalarına göre farklılaşabilmektedir.
Ülkemizde yoksul kesimlerden sanayileşmiş büyük şehirlere göç olayı
yoğun bir şekilde yaşanmış, son dönemlerde de doğudaki siyasi
huzursuzluk ve buna bağlı olarak terör nedeniyle büyük kentlere kitlesel
bir göç hareketi yaşanmıştır.
Kırdan kente göç eden aileler kent çevresinde oluşturdukları “gecekondu”
denilen alt yapısı eksik, fizik ve çevre şartları olumsuz olan yerleşim
bölgelerinde, kent imarı, eğitim, sağlık, beslenme ve özellikle
gençlerin ve çocukların bu karmaşıklıkta başı boş kalmaları, uyum
sorunlarını ortaya çıkarmaktadır.
Sözgelimi Ankara içerisinde işlenen adi suçların %95’inin gecekondu aile
çocuklarınca yapıldığı belirtilmektedir.
Gelir eşitsizliğine dayanan yoksulluk içerisinde yetişen çocuk,
ihtiyaçlarının karşılanmadığı bir ortamda başta eğitim-öğretim olmak
üzere pek çok imkandan mahrum kalmaktadır.
Yapılan araştırmalarda evden kaçan çocukların önemli
bir bölümünün parçalanmış ailelerden geldiklerini ve yine önemli bir
bölümünün tek ebeveynle birlikte oturduklarını göstermektedir.
Anne-babadan birinin ölmüş olması, veya anne-babanın ayrı yaşaması,
boşanmış olması veyahut ikisinden birinin alkolik olması, herhangi bir
suçtan dolayı mahkum olması, aile içerisinde geçimsizliğin olması,
işsizlik, bedensel ve ruhsal hastalıklar, baskı ve çatışmaların/şiddetin
uygulanması etkili nedenler arasındadır.
Bütün bunlar, gelecekte birer yetişkin olarak çeşitli toplumsal rol ve
işlevler üstlenecek olan çocukların psiko-sosyal ve zihinsel
gelişimlerini olumsuz olarak etkileyebilmekte ve çoğu kez bu durumdaki
çocuklar sokağa açılabilmektedir.
Çocukların evden kaçmasında en büyük etken
anne-babadır.
Anne-babanın geçimsiz olduğu bir ailede çocuk kendini emniyette
hissetmez. His dünyası karmakarışıktır. Endişe ve korku içerisindedir.
Evden kaçma, olumsuz ana-baba çocuk ilişkilerine tepkisel olarak çocuğun
karşı çıktığını gösteren bir harekettir. Başka bir deyişle evden kaçma
bir bakıma çocuğun ana-babayı reddetmesidir.
Dolayısıyla çocuğun yetişip gelişiminde ailenin önemli bir yeri vardır.
Aile, çocuğa güven duygusu aşılar, toplumsallaşmayı öğretir, ona
rehberlik eder, hayatta başarılı olmanın kurallarını öğretir,
yeteneklerinin gelişmesini sağlar.
Çocukları sokağa iten nedenler sürdüğü ve
gerekli önlemler alınmadığı takdirde bugün yalnızca bu çocuklara ve
onların ailelerine özgü gibi görünen sorunlar, ileride toplum için yeni
sorunlar ortaya çıkaracaktır.
Her çocuk yeterli ilgi, sevgi ve güven duygusu içerisinde yaşamayı ister
ve buna ihtiyaç duyar. Rûhi, bedeni ve duygusal gelişiminde bu çok
önemlidir. Sevgisiz çocuk, bir nevi su verilmeyen çiçeğe benzer, zamanla
kurur; çok su verildiğinde de çürür. Bu durumda ihtiyacı kadar çocuğa
dengeli ve ölçülü bir şekilde sevgi verilmelidir. “Sevgi ve şefkat çocuk
için bütün oyuncaklardan ve hediyelerden daha üstündür.”
Kısaca diyebiliriz ki, sokak çocukları
sorunu, çocuk haklarının ihlalinden ve uygulanmamasından ileri
gelmektedir. Dolayısıyla “Hakları çalınmış çocuklar” deyimi, bu
gerçeği çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Şu vecizeler de bu savımızı
desteklemektedir: “Suçlu çocuk yoktur; suça itilmiş çocuk vardır.”
“Her çocuk yaratılıştan iyidir.” “Haklarından yoksun bırakılan
ya da geç yararlanan çocuk, sömürülen çocuktur.”
II-
DÜNYADA VE
ÜLKEMİZDE SOKAK ÇOCUKLARI SORUNU
Dünyanın bir çok kentinde günün büyük bir bölümünü
sokakta geçiren çocukların sayıları giderek artmakta ve kentlerin
ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir.
Sokak çocukları genelde ana-babasız, ana-babası belli olmayan,
ana-babası tarafından terk edilen ya da ana-babası tarafından ihmal
edilen çocuklardır. Sokağa terk edilen bu çocuklar, korunmasız olup, her
türlü hayati ve ahlaki tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Bunlara sahip
çıkılmadığı takdirde potansiyel bir suç odağı olmaktan
çıkamayacaklardır.
UNICEF’in sokak çocukları projesi kapsamında yapılan
değerlendirmede, dünyada 100 milyon çocuk sokakta yaşamaktadır.
Bunlardan % 40’a yakını Latin Amerikada, % 30’u Asya ülkelerinde, %10’u
ise Afrika ülkelerinde yaşamaktadır.
Ancak bu sayılar verilirken hangi tanımlar çerçevesinde hareket edildiği
belirtilmemektedir.
Dünyada ve ülkemizde sokak çocuklarının sayısında her geçen gün artış
gözlemlendiği bir gerçektir. Yüzyılımızda kimsesiz çocuklar sorunu
gelişmiş ülkelerde bile tam anlamıyla çözülmüş değildir. Ancak
gelişmemiş ülkeler bu bakımdan henüz ortaçağı yaşıyorlar. Arjatin’de Rio
da Janeiro sokaklarından her ay evden atılmış yüzlerce çocuk toplanıp
ilgili kurumlara yerleştiriliyor. Uruguay’da kurumlarda barınan
çocukların % 75’i sokağa atılmış çocuklardır.
Halbuki Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi, hiçbir ayırım
yapılmadan bütün çocukların gözetilmesi, korunması ve haklardan mahrum
bırakılmaması üzerinde ısrarla durur. Bu durum, toplumun tüm
katmanlarının ilgilenmesi gereken bir sorundur.
Sokakta yaşayan evden kaçmış çocuklar sorunu,
ülkemizin son yıllarda karşı karşıya kaldığı, dünyanın bir çok ülkesinde
ise özellikle Brezilya, Kolombiya ve Latin Amerika gibi ülkelerde
yıllardır kanayan bir yaradır.
Örneğin Brezilya, uzun yıllardan beri sokak çocukları sorunu ile
özdeşleştirilmektedir. Brezilya’da sokak, acımasız ve tehlikeli bir
işyeridir. Öyle ki burada çocuğun yaşamı bile tehdit altındadır.
Çocuklar örgütlü suç çetelerinin, diğer gençlerin, hatta polisin elinde
can vermektedir. Hazırlanan bir rapora göre Rio de Jeneiro’da her gün
üç sokak çocuğu öldürülmektedir.
1980’li yılların ortasında, Brezilya’da sokak çocuklarından oluşan
çeteler özellikle geceleri dehşet saçmaya başlamışlardı. Sokaktan
geçenleri soyuyor, dövüyor, bazen de öldürüp kaçıyorlardı. Bu tip
olayların çok artması üzerine insanlar kendi aralarında örgütlenerek
çocuk avını başlattılar. İnanılmaz bir şekilde geceleri gruplar halinde
sokaklarda gezerek bir nevi safari yapıyorlar ve yakaladıkları sokak
çocuklarını öldürüp bir kenarda bırakıp gidiyorlardı. Sokak çocuğu
avının, uzun süre devam etmesi ve uluslararası arenada ses bulması
üzerine asker ve polisin geniş önlemler almasına rağmen, geçen süre
içerisinde bile çok sayıda çocuğun öldürüldüğü tespit edilmiştir.
Bu olayların, gerekli tedbirler alınmadığı takdirde her ülkede olması
kaçınılmazdır. İntikam duygusuyla hareket edilmesi sorunu çözmez, aksine
artırır.
Brezilya, Filipinler, Hindistan, Kenya ve İtalya’da
yapılan araştırmalar sokak çocukları sorununun kaynağında, seçilen
sosyo-ekonomik politikaların getirdiği baskılar ve yoksulluğun yanı
sıra, insanca yaşam koşullarının ortadan kalkması, ailelerin destek
sistemlerinin zayıflaması ve giderek çözülmesi ve nihayet çocukların
özlemlerini yanlış yerlere yönlendiren ve onların marjinalleşme sürecini
hızlandıran, tüketici, baştan çıkarıcı ve tehlikeli yaşam tarzları gibi
“evrensel” eğilimler olduğunu göstermiştir.
Türkiye’de ilk sokak çocuklarına 1940’lı yıllarda
İstanbul’da rastlamaktayız. İstanbul’daki Eski Galata Köprüsü’nü mesken
tutmaları nedeniyle “köprüaltı” çocukları denilen bu çocuklar, bazı
edebiyatçılara malzeme olmuştur.
Sayıları hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen bazı tahminler
yapılmaktadır. Şimdilik ülkemizde tüm şehirlere yayılmış bir problem
olmayıp daha çok doğudan yoğun bir şekilde göç alan İstanbul, Ankara,
İzmir, Mersin, Adana, Antalya, Şanlıurfa, Gaziantep, Diyarbakır gibi
şehirlerde sorun kendini göstermektedir. Bunlar arasında İstanbul, diğer
kentlere göre sokak çocuklarının en çok bulunduğu merkez konumundadır.
Sokakta yaşayan çocuklar sorununun son on yıllar
içinde artarak büyümesinde, kuşkusuz, dünya ölçeğinde yapısal dönüşümün
önemli bir rolünün olduğunu söylemek mümkündür. Ülkemizde bu sorun
1990’lı yıllarda kendini yoğun bir şekilde göstermeye başlamıştır. Bunda
da önemli ölçüde büyük illere zorunlu göçün gerçekleşmiş olması etkili
nedenler arasındadır. Göç-Der’in (2002) raporuna göre, 1989-1999 yılları
arasında 3438 kırsal yerleşim birimi boşaltılmış, 4-4.5 milyon insan
yerinden edilmiştir. Zorunlu göç, hem demografik ve çevresel bakımdan,
hem de siyasal, sosyal ve ekonomik bakımlardan radikal bir altüst oluşa
ve kapsamlı bir tahribata neden olmuştur.
Modernleşme süreciyle tanışıncaya kadar Osmanlı
İstanbul’unda sokak çocuklarından söz edilemez. Gündelik yaşam
örgütlenmesi içinde ailenin, mahallenin ve iş alanında loncaların,
toplumun sorumluluk bilincinde ve dayanışmasında rolü büyüktür. İmaret
ve vakıflar gibi kurumlarla desteklenen idari ve toplumsal örgütlenme
iman üzerine inşa edilen bir kamusal ahlakla beslenir ve bir oto kontrol
mekanizmasıyla sokak çocukları üretebilecek bir esneklik alanı bırakmaz.
Sokakta yaşayan çocuklar, tüm zamanlarını sokakta
geçirirler; zararlı alışkanlık ve şiddet oranı çok yüksek olduğundan
aileleri ile ilişkilerini tamamen kopardıkları için fiziksel ve ruhsal
tüm tehlikelere açıktırlar. Sevgisizlik, eğitimsizlik, terk edilmişlik
duygusu, güvensizlik, cinsel ve psikolojik istismar nedeniyle hayata ve
geleceğe yönelik yargıları ve düşünceleri farklıdır.
Bu çocuklar, fiziksel, cinsel ve duygusal açıdan sokaklarda her türlü
istismara her an açık olabilecek konumdadır.
Sokak çocuklarının sokaklarda madde bağımlılığı, sigara, kumar, alkol,
hırsızlık, yankesicilik, fuhuş, uçucu ve uyuşturucu madde bağımlılığı,
hap kullanma ve bunların ticareti gibi her türlü kötü alışkanlıklara
kendini kaptırması mümkün ve muhtemeldir.
Fiziksel sağlıkları tehlikede olduğu gibi, ruhsal sağlıkları da
tehlikededir. Çeşitli olumsuzluklar içerisinde yaşayan bu çocuklarda
depresyon görülme oranı da yüksektir. Terkedilmiş, boş ve eski
binalarda, bankamatiklerde, tren garlarında, sur diplerinde kısaca
sağlıksız koşullarda yaşamaları, beraberinde hastalanma riskini ve
birbirinden hastalık bulaşma tehlikesini getirmektedir. Olumsuz şartlar
her türlü hastalık riskini oldukça artırmaktadır. Şiddete maruz
kaldıkları gibi, kendileri de zaman zaman şiddet olaylarına karıştıkları
bir gerçektir. Sokağa terk edilen ve toplum tarafından dışlanan bu
çocuklar, potansiyel suçlu konumunda olup, her suç işlemeye aday
durumundadır. Yaşları büyüdükçe bu olumsuzlukların her biri katlanarak
artmaktadır. Neticede, toplumun bundan zarar görmesi ve toplumda
huzursuzluk meydana gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bir çok ülkede sokak çocukları, insanlar
ve resmi kuruluşlar tarafından serseri ve potansiyel suçlu kişiler
olarak görülmektedir. Çocukların aile denetiminden uzak olarak
sokaklarda yaşamaları, gereksinimlerini karşılayabilmek için ya da grup
bilinci nedeniyle suç işlemeleri olasıdır. Bunun yanında yetişkinler
tarafından yönlendirilmekte ve bu tür işler için çocuklar
kullanılabilmektedir.
Bu çocuklara, tüm bu tehlikelerden uzak, olumlu bir yaşam sunmak,
sağlıklı bir toplumun oluşturulmasında çok önemlidir. Zira bugünün
çocukları yarının yetişkinlerini, dolayısıyla yarının toplumunu
oluşturacaklardır.
III-
DİNİN SOKAK
ÇOCUKLARI SORUNUNA BAKIŞI
Din, yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun,
genel olarak insanı değerli ve şerefli bir varlık kabul etmektedir.
İslam, insan merkezli ve toplumsal konularla iç içe olan bir dindir.
Din, insan ile Allah arasındaki ilişkileri düzenlediği gibi, insanın
toplum ile olan ilişkilerini de düzenlemektedir. Dinin amacı, fert, aile
ve toplum hayatında huzurun, refahın ve haklara saygının hakim olmasını
sağlamaktır. Sadece ibâdet hayatıyla ilgilenmeyip, aynı zamanda sosyal
dayanışmayı ve yardımlaşmayı gerçekleştirmektedir. “Din, insan içindir,
insan, din için değildir.
Allah, insanı din için değil, dini insan için
göndermiştir. Dolayısıyla din de araçtır.”
Toplumda yaşanan sorun ve problemlere sosyal içerikli çözümler
getirmesi, dinin var oluş gayelerindendir. Dolayısıyla dini dışlayan bir
anlayış ve zihniyet, beraberinde çözülmesi imkansız pek çok sorun
getirmiştir. Dünyayı yaşanmaz hale getiren yine bu zihniyettir. Sokak
çocukları sorunu, ilk defa bu denli büyük çapta dünyada ve ülkemizde
yaşanmaktadır. Tarihte İslâm toplumlarında bu denli bir sorun
yaşanmamıştır.
Dışarıda kalan yabancı biri, o muhitin sâkinleri,
aldıkları İslâmi terbiye gereği o kişiyi tanrı misafiri olarak telakki
eder ve gece evlerinde misafir ederlerdi. Dolayısıyla İslâm
toplumlarında muhtaç ve zor durumda olan kişiler dışlanmamış, sürekli
korunmuş ve kendilerine yardım eli uzatılmıştır.
İslâm dini, toplumun en zayıf ve
istismara müsait kesimleriyle (çocuk, yetim, kadın, köle, fakir vb.)
hassaten ilgilenmiş, onların korunması, aç ve açıkta bırakılmaması için
bir dizi sosyal tedbirler almıştır. Örneğin zekat, fitre, kurban ve
sadakalar hep buna yöneliktir. Hz. Peygamber, kendi zamanında, bu tür
insanlara yakın olduğu ve onlara değer verdiği için, bu insanlar İslâm’ı
çok kolay kabul etmişlerdir. Batıda, değerli bir varlık olduğu ve onun
da hakları olabileceği anlayışı çok geç gelmiştir.
Dolayısıyla yakın bir zamana kadar Batıda, büyüklerle
eşit tutuldukları için çocuklara karşı kötü muamele edildiğine dair
şaşırtıcı örnekler çoktur. Örneğin İngiltere’de dükkandan eşya çalan bir
çocuk idama mahkum olmaktan kurtulamamıştır.
İslâm dininde ise, sorumluluk ve hukuki yükümlülük açısından çocuğa
yetişkinle aynı muâmelede bulunulmaz. “Üç
kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır. Uyuyandan uyanıncaya kadar,
çocuktan bâliğ oluncaya kadar ve deliden aklı başına gelinceye kadar.”
hadisi bu gerçeği ifade eder. Dolayısıyla
bu durumda olan kişilere ceza uygulanmaz.
İslâm dininin bir yüzü sosyal hayata
yöneliktir. İslâm, sürekli kendini düşünen, kendi menfaatinden başka bir
şeyi görmeyen, kısaca ben merkezli bir dünya anlayışını asla onaylamaz.
Zorunlu olarak beraber yaşayan insanların birbirlerini düşünmesi,
gözetmesi hem İslâmî, hem de insani bir görevidir. Bir insanı kurtaran
tüm insanlığı kurtarmış, bir insanı öldüren (ölüme terk eden) bütün
insanlığı öldürmüş gibi olacağını ifade eden bir dinin,
sokak çocuklarıyla ilgilenmemesi düşünülemez. Hatta İslâm hukukçuları,
sokağa atılan çocuğa sahip çıkılmasının farz-ı kifâye olduğunu, hiç
kimse tarafından o çocuk sahiplenilmezse, bütün müslümanların günahkar
olacağını,
sahip çıkılmaması durumunda ta’zir suçları kapsamında failleri
cezalandırılabileceğini söylemişlerdir.
Bu problem karşısında herkesin duyarlı, yardım sever olması, yapılması
gereken hizmetler arasında belki de ilk sırada yerini alacaktır.
“Komşusu açken tok yatan
kimse bizden değildir.”
buyuran Hz. Peygamber, evinde bir kediyi aç bırakıp ölmesine sebep olan
bir kadının cehennemlik olduğunu,
öte yandan susuzluktan ciğeri kavrulmuş bir köpeğe ayakkabısıyla kuyudan
su çekip yaşamasına sebep olan kötülüklere bulaşmış bir kadının cennete
gideceğini ifade etmiştir.
İslâm dini şefkat ve merhamet dinidir. Tüm canlılara karşı bu yaklaşım
içerisindedir. “Merhametli olanlara Rahmân
da merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da
size merhamet etsinler.”
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”
Bu hadislerin öngördüğü merhamet, sadece
insanlarla sınırlı olmayıp, tüm canlıları kapsamaktadır. Şefkat ve
merhamet duygularını yitirmiş bir insan, çevresindeki varlıklara karşı
acımasız ve yıkıcı/tahripkâr davranışlar içerisinde olacaktır.
İslâm dini, mensuplarına maddi ve manevi
sorumluluklar getirmiştir. Hadiste
“Geçindirdiği kimseleri ihmal etmesi kişiye günah
olarak yeter.”
buyurulduğu gibi, “Kendileri ihtiyaç
içersinde olsalar bile, diğer kardeşlerini kendilerine tercih ederler.”
âyeti de, toplumda başkalarının da düşünülmesi gerektiği hususunu, olgun
mü’minlerin özellikleri olarak nitelemektedir.
Kişinin kazandığının sahibi ve mâliki olması, İslâm hukukunun ona
tanıdığı bir haktır, fakat ondan diğer insanları da faydalandırması
ahlâkî bir husustur. İslâm’ın bu insanî yaklaşımını, Batı kalıplarına
göre düşünenlerin anlamaları oldukça zordur.
Yemek ikramını güzel
ameller arasında sayan Hz. Peygamber
“Bir
kimse, kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da o kimsenin
yardımında olur.”
buyurarak insanları sosyal dayanışmaya teşvik etmiştir. İslâm, dünyanın
geçici olduğunu, sahip olunan mal ve servetin bir gün zorunlu olarak
terk edileceğini, bu nedenle başkalarının da maddi-manevi açıdan
düşünülmesi gereğini sık sık hatırlatır. Bu yolla âhirete yatırım
yapılmasını öngörür. Bu konuda pek çok hadis vardır: “Dul
ve yoksul için çalışan kimse, Allah yolunda savaş eden mücahid gibidir;
yahut gece namazlı, gündüz oruçlu kimse gibidir.”
Bu hadiste kocasız fakir kadın ve yoksul kimsenin işlerini gören,
onların nafakasını temine çalışan ve onlara yardımcı olan kimsenin
kazanacağı sevap teşbih yoluyla anlatılmaktadır.
“Yarım hurma ile de olsa cehennemden
korunun!”
Kişi, az
bir infak dahi olsa onu küçümsemeyerek kendini buna alıştırmalıdır.
“Servet,
bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire,
yetime ve yolcuya vermiş olsun”
Hayat inişli çıkışlı bir süreç olduğundan,
hiçbir insanın gelecekte başına nelerin geleceğiyle ilgili bir garantisi
yoktur. Çevremizde ölüm, doğum, savaş, tabii afetler, sakat kalanlar,
yetim ve öksüz kalanlar eksik olmuyor. Dolayısıyla İslâm dini, hayatın
acı ve sıkıntılarıyla kıvranan zayıf, yoksul, yetim, dul ve muhtaç olan
kişilerin korunmasını, onların yapa yalnız dertleriyle baş başa
bırakılmamasını öngörür. Ana-babasından her ikisini veya birini
kaybetmiş olan çocukların korunması toplumun görevidir.“Yetimi
sakın azarlama, senden bir şey isteyeni kovma!”
âyeti, Hz. Peygamber’in şahsında tüm
Müslümanlara hitap etmektedir. “Yetimlerin
mallarını haksız yere yiyenler, ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş
olurlar…”
“Yetimin malına yaklaşmayın. Yalnız (yetim) rüşdüne girinceye kadar en
güzel biçimde (yaklaşma) müstesna…”
“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi incitir, yoksulu doyurmak
için ön ayak olmaz.”“Doğrusu
siz, yetime ikram etmiyorsunuz…”
Meallerini verdiğimiz âyetlerde yetim ve
yoksulla ilgilenilmemesi, kötü insanların gayr-i ahlâki davranışları
olarak vurgulanmakta ve bu tür davranışlardan kaçınılması gerektiği
üzerinde durulmaktadır. Cahiliyye döneminde, yetimler horlanır ve
onların haklarına riâyet edilmezdi. Kur’ân’da, yetimin gözetilmesi,
hakkının korunması, aç-açıkta bırakılmaması, onlara en iyi şekilde
davranarak sahip çıkılması, terbiyesi, eğitimi, malının korunması,
evlendirilmesi gibi konularda pek çok âyet söz konusudur.
Mekke’de yetimlerle ilgili âyetlerde daha çok onlara
karşı iyi muâmelede bulunulması istenirken, Medine döneminde yetimlerin
korunması, maddi yardımların yapılması konusunda daha kesin ve somut
âyetler nâzil olmuştur. Örneğin ganimet ve fethedilen yerlerden
yetimlere pay verilmesi, miras taksimindeki hakları, yetime bakacak
kişilerin uyması gereken kurallar olarak zikredilebilir.
Velisi olmayan yetimlerin velisi devlettir. Böyle bir garanti söz
konusudur.
Günümüzde devlet himayesi ve garantisi daha hissedilir hale
getirilmelidir. Ne ferdin, ne de devletin sokak çocukları konusunda
ilgisiz ve duyarsız kalması düşünülemez.
IV-
ANNE VE
BABANIN ÇOCUKLARINA KARŞI SORUMLULUKLARI
İslam’da akdedilen nikahın amaçlarından
biri de, kime ait olduğu bilinmeyen, başıboş ortada kalan çocukların
oluşmasını engellemeye yöneliktir. Bir toplumun temellerinin sağlam
olması, öncelikle o toplumun nesebinin sağlam olmasıyla yakın
ilişkilidir. Çocuk, anne-babaya Allah tarafından bahşedilmiş diğer
nimetlerden çok farklı bir armağan, emanet ve imtihan vesilesidir.
Yetim ve kimsesizler de topluma birer emanettir. Çocukların bedenen ve
ruhen sağlıklı bir şekilde yetişmeleri ve terbiye edilmeleri bir
sorumluluğun gereğidir ve bu, her çocuğun aynı zamanda hakkıdır. İslam
inancına göre çocuk dünyaya tertemiz ve günahsız olarak gelir. Daha
sonra sosyal ve kültürel çevre devreye girerek onu ya olumlu, ya da
olumsuz yönde etkilemektedir. Çocuk iyiyi de kötüyü de almaya açıktır.
Ona rehberlik yapacak olan öncelikle ailesi ve toplumdur. “Her
doğan fıtrat üzere doğar; sonra ana-babası onu Yahudi, Hristiyan, Mecusî
yapar…”
Fıtrat, kusursuz, tertemiz, gelişip
olgunlaşmanın bütün güç ve imkanlarını içinde saklayan bir özelliktir.
Çocuk, Allah’ın varlığını ve birliğini tanıyıp, O’na yönelebilecek bir
eğilim ve istidatla doğar. Fıtrat, çevreye göre şekil alabilecek bir
esnekliğe sahiptir.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çocuk suçluluğunda kalıtsal
etkenlerden çok, çevresel etkenler önde gelmektedir.
Anne-babanın çocuğuna karşı görevi daha
anne karnındayken başlamaktadır. Her şeyden önce annenin onu, sağlıklı
bir şekilde dünyaya getirmek için titiz, dikkatli ve tedbirli olması
gerekir. Anne karnında çocuğun menfi olarak etkileneceği sigara, alkol
ve zararlı maddelerden uzak durması, düzenli beslenmesi, çocuğa zarar
vermemesi için herhangi bir hastalığın bulaşmaması ve ilaç kullanımı
konusunda çok titiz olması gerekir. Hatta hamile ve emzikli kadınlar,
oruç ibadetini bile tehir edebilirler.
Çocuğa zarar verici, onu tehlikeye sokucu her türlü riskten uzak
durulması esastır. Dolayısıyla çocuğun sağlıklı bir şekilde dünyaya
gelmesi için üzerine düşeni hakkıyla yerine getirmesi anneye düşen bir
görevdir.
Nesli korumak ve geliştirmek, İslâm’ın temel
hedeflerinden biridir. Nesli korumak ise çocuk sahibi olmak, onu
yetiştirmek ve evleninceye kadar devam edecek süreçte onunla
ilgilenmekle mümkündür.
Evlilik birliğinin devamı esnasında, çocuğun bakımı ve terbiyesi
anne-babaya aittir. Normal şartlarda bunun aksini düşünmek söz konusu
değildir. Zira çocuğa onlardan daha yakın, daha şefkatli ve acıma
hisleriyle dolu, iyilik ve merhamette onu kendi nefislerine tercih
edecek bir başkasının varlığını düşünmek zordur. Dolayısıyla
anne-babanın, çocuklarına bakması, onları terbiye etmesi görevleridir.
“Hepiniz
çobansınız ve hepiniz raiyyetinizden (emriniz altındakilerden)
sorumlusunuz. Devlet başkanı çobandır ve yönetilenlerden sorumludur.
Erkek, âilesi içinde çobandır; âilesinden sorumludur. Kadın da kocasının
evinde bir çobandır; eli altındakilerden sorumludur. Hizmetçi, çobandır;
hizmet ettiği şahsın malından sorumludur.”
Bu hadis, herkese bulunduğu konuma göre
sorumluluklar yüklemekle beraber ana-babanın da çocuklarına karşı
sorumlu olduğundan söz eder.
Çocuğu dünyaya gelen her ana-babanın, sünnet olarak telakki edilen
görevleri arasında, çocuğun kulağına ezan okutulması, isim verilmesi,
imkanı varsa akika kurbanı kesilmesi, duâ edilmesi, sünnet ettirilmesi,
zamanı gelince evlendirilmesi, bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde
büyümelerinin sağlanması, güzel bir şekilde terbiye edilmesi yer
almaktadır. Bu konuların her biriyle ilgili pek çok hadis vardır.
Hadislerde, kişinin ailesi için yaptığı
harcamaların, bir sadaka olduğu,
çocuklarına yapılan harcamaların kişiye sevap kazandırdığı ifade
edilmektedir.
Çocukların mağduriyeti göz önünde bulundurularak babanın, malının üçte
birinden fazlasını tasadduk etmesine Hz. Peygamber izin vermemiştir.
Baba, çocuğunun nafakasını sağlamakla yükümlüdür.
“Çocuğuna, eşine, hizmetçine yedirdiğin
sadakadır.”
buyuran Hz. Peygamber, çocuklarının bakımını ve yetişmelerini sağlayan
kişileri de övmüştür.
Dolayısıyla aile yuvası kuran bir
kimse, eşini ve çocuklarını başkalarına muhtaç ve mağdur etmemek için
çalışacak, çaba sarf edecek ve geçimlerini sağlayacak ve bunun
karşılığında sevap alacaktır.
Çocuklar, dünyaya geldiklerinde âciz oldukları için
uzun bir süre korunmaya ve bakılmaya muhtaçtırlar. İslâm hukukuna göre
çocuklar, anne karnında teşekkül etmelerinden itibaren bir şahsiyet
olarak kabul edilmişlerdir.
Çocuk, temyiz ve buluğ çağına gelinceye kadar iyiyi kötüden ayırt
edemez. Dolayısıyla bu dönem içerisinde anne-babanın veya onların yerine
geçecek bir aile büyüğünün yanında, onların himayesi ve terbiyesi
altında yetişmesi gerekmektedir. Çocuğun bakımı ve emzirilmesinde, anne
önemli bir role sahiptir. Çünkü bu dönemlerde çocuğun terbiyesinde asıl
olan annedir, anne fıtraten çocuğuna daha şefkatlidir.
“Emzirmeyi tamamlamak isteyen anneler,
çocuklarını iki tam yıl emzirirler…”Anne,
çocuğunu emzirmek mecburiyetindedir, ihmal ve kastından dolayı Allah’a
karşı mesuldür ve hesaba çekilir.Baba
ise ailenin geçimini sağlamakla mükelleftir. Dolayısıyla çocuğun
yetişmesinde, büyütülüp terbiye edilmesinde aile sorumludur ve bu
sorumluluktan kaçamaz. “Çocuğun anne şefkatine ve sevgisine en çok
muhtaç olduğu çağ, “temyiz yaşı” denilen 7 yaşına kadarki devredir.”
“Ey imân edenler!
Kendinizi, çoluk çocuğunuzu , yakıtı insan ve taş olan ateşten koruyun…”
Koruma eyleminin en önemli yolu, eğitim-öğretimden geçmektedir. Terbiye,
mikro planda çocukta şahsiyeti inşa faaliyeti, makro planda da yarınki
cemiyeti kurma ameliyesidir.
Bir hadiste hayırlı ve salih evlat yetiştirenin öldükten sonra da amel
defterinin kapanmayacağı ifade edilir.
Çocukların, büyüklerden etkilenmesi, onları sevmesine ve onlara inanıp
güvenmesine bağlıdır.
Çocuğun en mükemmel bir şekilde yetişmesi için anne-babanın bütün
imkanları kullanarak gayret sarf etmeleri gerekir. Çocuğun, hem dünya,
hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye şekli, Hz.
Peygamber tarafından övülmüştür.
Örneğin çocukların eğitimiyle ilgili şu hadisleri verebiliriz:
“Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onları güzel
terbiye ediniz.”“Bir
babanın evladına verebileceği en değerli hediye güzel terbiyedir.”
Hz. Peygamber, kız çocuklarının öldürüldüğü bir
dönemde, kız çocuğunu büyütüp yetiştirenleri özellikle övmüştür.“Her
kim, iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye
ederse, kıyamet günü o kimseyle ben, şöyle yan yana bulunacağım.”
“Her kim üç kız çocuğunu himaye edip büyütür, güzelce terbiye eder,
evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse
cennetliktir.”
Burada kastedilen çocukların, kişinin
kendi çocuğu olabileceği gibi, yakınlarının veya başkalarının muhtaç
durumundaki çocukları da olabilir.
“Kimin
üç (veya iki) kızı (veya kız kardeşi) olur da onlara iyi muâmelede
bulunur ve ihtiyaçlarını karşılarsa, Allah onları kendisi için cehenneme
karşı bir perde kılar ve onu cennetine koyar.”
Kendisine verilen hurmayı yemeyip
çocuklarına paylaştıran bir kadın için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Her kim bu kız çocuklarından herhangi bir
şeye (bakıma, terbiyeye) velayet eder ve onlara iyilik edip güzel
muamelede bulunursa, o kız çocukları kendisi için cehennem ateşinden
koruyan bir perde olurlar.”.
Böylece o, şefkat göstererek kendi payına
düşen hurmayı çocuklarına veren anneyi övmüş ve yaptığı hareketin
cennete götürücü bir hareket olduğunu ifade etmiştir.
İslam dini, çocukların yetişmesi ve en iyi bir
şekilde terbiye edilmesi için gerekli olan bütün tedbirleri almıştır.
Süt devresinden sonra çocuk başıboş bırakılmamış, öncelikle anne ve baba
veya onların yerini tutacak bir yakının velayet ve gözetimine
verilmiştir. Çocuğa bakacak hiç kimse kalmadığında, çocuğun
sorumluluğunu devlet üzerine alır.
Devlet bir nevi garantör konumundadır.
Küçük çocukların bakımı ve yetişmesi, öncelikle kendi ailesi, akraba ve
yakın çevresinde sağlanmalıdır. Böylece çocuk, sevgi ve şefkat ortamında
yetişecek ve aile çocuk üzerinde manevi sorumluluk hissedecektir.
Yetimlerin bakımıyla ilgili bazı hadisler, bunu teşvik etmekte ve kendi
evinde yetimi barındıranları övmektedir. Hz. Peygamber devrinde bu tür
uygulamalara yaygın olarak rastlanmaktadır.
Batı Avrupa ülkelerinde, okul öncesi çağdaki kimsesiz
çocukların % 70-90’ı koruyucu ailelerde bakılmaktadır.
Özellikle 0-6 yaş grubu için bakımevlerinden daha ideal bir çözüm olarak
görülen koruyucu aile yöntemi, dünyada benimsenmiş ve
yaygınlaştırılmıştır. 1961 yılında ülkemizde de uygulanmaya
başlanmıştır. Bu yöntem, çocuğun anne babasının yerine koyabileceği bir
koruyucu aileyi, çocuğun duygusal ve bedensel gelişimi için yararlı
sayan bilimsel görüşün ürünüdür.
Devlet, sosyal riski azaltma projesi çerçevesinde, bu tür ailelere 150
milyon maaş bağlamaktadır. Yapılan araştırmalar da, koruyucu ailelerde
yetiştirilen çocukların zeka gelişimi, ruhsal olgunluk, toplumsal uyum
bakımından kurum çocuklarından ilerde oldukları ortaya çıkmaktadır.
Koruyucu ailelerin yetmediği durumlarda ise, bu tür kimsesiz çocuklar,
koruyucu evlerde barındırılmaktadırlar. Koruyucu evler, bir bakıcı anne
yönetiminde 8-10 çocuğun barındığı evlerdir. Koruyucu veya bakıcı anne,
gece gündüz bu çocukların bakımı ve eğitimi ile uğraşır. Bu yöntemle
yetişen çocukların analı-babalı büyüyen çocuklar gibi sağlıklı oldukları
saptanmıştır.
Öncelik sırası takip edilerek çocuklar, gerekirse yuva ve sosyal
kurumlarda da yetiştirilebilir. Ancak bu gibi yerlerde, çocuk
istismarına ve ahlaksız davranışlara karşı önemli ölçüde önlemlerin
alınması elzemdir.
Kısaca, diyebiliriz ki, anne-babanın, çocuklarına
karşı merhamet ve şefkatle sorumluluklarını yerine getirmesi, aynı
zamanda çocuğun kendilerine karşı olan haklarını yerine getirmesi
anlamına gelir. Bu sorumluluk yerine getirildiği takdirde, çocuk, aile
içerisinde daha uyumlu ve daha itaatkar hale gelecektir.
V-
HZ.PEYGAMBER’İN YETİM OLARAK BÜYÜMESİ VE ÇOCUKLARA VERDİĞİ DEĞER
Hz. Peygamber, dünyaya babasız olarak
gelmiş, altı yaşında iken annesini, sekiz yaşında iken de dedesini
kaybetmiştir. Uzun süre amcası Ebû Tâlib’in himayesinde kalmıştır.
Amcasının çocuklarıyla beraber büyümüş ve aralarında herhangi bir ayırım
yapılmamıştır. Kendisine çok iyi bakıldığı ve iyi muamelede bulunulduğu
ifade edilmektedir.“O,
seni yetim bulup barındırmadı mı?... O halde yetime gelince, onu sakın
aşağılama…”
âyetleri, Hz. Peygamber’in yetim kaldığını kendisine hatırlatmakta,
kendisinin de yetimlere sahip çıkmasını istemektedir. Hz. Peygamber
anne-baba ve dededen yoksun kaldığı ve her hangi bir eğitim kurumunda
yetişmediğinden onun terbiyesini Rabbi yapmıştır.
Kendisi yetim olarak büyüdüğü gibi, evlat acısını da tatmış
ve kimisi bebek yaşta, kimisi de ileri yaşlarda olmak üzere Fâtıma
dışında tüm çocukları kendisi hayatta iken vefat etmişlerdir. O, böylece
en yakınlarını kaybederek, tüm bu acılara sabretmiş ve katlanmıştır.
İnsanlar, hayvanlara eziyet etmeyi,
yoksulları hor görmeyi, yetimlerin malına el uzatmayı ve çocuklarını
öldürmeyi, onun sayesinde terk etti. Dolayısıyla o, tüm insanlık
âleminin “rahmet peygamberi”dir.
Cahiliyye döneminde değersiz kabul edilen çocuklar, gerek namus-iffet,
gerekse fakirlik endişesi ve korkusuyla öldürülüyorlardı.
İslâm, bu tür gayr-i insani yaklaşımları yasaklamıştır.
Hz. Peygamber, küçük-büyük,
kadın-erkek toplumun her kademesindeki insanla ilgilenmiş ve onlarla
insani bir takım ilişkiler kurmuştur. O’nun, hem kendi çocuk ve
torunlarına, hem de diğer çocuklara karşı davranışları sürekli olumlu
olmuş, onları bir insan olarak görmüş, bir eğitimci gibi onlara şefkat
ve merhametle davranmıştır. O, çocukları çok sever ve bu sevgisini sözlü
veya fiili olarak değişik şekillerde ifşa ederdi. Rastladığı çocuklara
selam verir, hal ve hatırlarını sorar, bazen de onlarla şakalaşır,
hastalandıklarında ziyaretlerine giderdi.
Çocuklar arasında cinsiyet ayırımı yapmamış, onlara
eşit ve adaletli davranmıştır. O’nun yakın çevresindeki çocuklarla olan
ilişkisi doğum ile birlikte başlamaktadır. Kendi çocukları ve torunları
dışında, himayesi altında yetişmiş olan bazı çocuklar da vardır.
Bunların başında amcasının oğlu Hz. Ali, Zeyd b. Hârise, Enes b. Mâlik
gelmektedir. Kızı Fatıma, torunları Hasan, Hüseyin ve Ümâme ile ilgili
kaynaklarda pek çok bilgi vardır. Büyük kızı Zeynep’ten torunu Ümâme ile
yakın ilişkileri olmuş, halka namaz kıldırırken bile onu kovmuyor, rükua
vardığında onu yere bırakıyor, secdeden başını kaldırdığı zaman tekrar
omzuna alıyordu.
O, kız çocuklarıyla özellikle ilgilenmiş ve
cahiliyye âdeti olan kız-erkek ayırımına hiçbir zaman
gitmemiştir.
Evlatlığı Zeyd’in
oğlu Üsâme şöyle nakleder: “Allah’ın elçisi
beni bir dizine, Hasan’ı öbür dizine oturturdu. Bizi göğsüne bastırarak
şöyle derdi: Ey Rabbim! Bunlara rahmetinle muamele eyle. Çünkü ben de
bunlara karşı merhametliyim. ( Allah’ım, bunlara rahmet ve saadet ihsan
eyle! Ben bunların hayır ve saadetini diliyorum.)”
Yine bir gün kucağındaki torunu için “Ey
Allah’ım, bunu sev, çünkü ben bunu çok seviyorum”
demiştir. Çocukları bineğinin önüne ve arkasına bindirirdi. Üzerine
idrar yapan çocuğa kızmamış, üzerini yıkamıştır.
Çünkü Hz. Peygamber’in anlayışında dayak yoktur. O’nun, hayatı boyunca
ne bir kadına, ne bir hizmetçiye vurduğu vaki değildir.
Savaş esnasında düşman tarafında bulunan çocukların öldürülmesini
yasaklamış
ve şöyle buyurmuştur: “Sakın ha! ne bir
kadın, ne bir çocuk ve ne de pir-i fâni bir yaşlıyı öldürmeyesin.”
Kendisine 10 yıl süreyle hizmet etmiş olan Enes’i bir kere olsun
azarlamamıştır.
Mekke fethinde kendisini karşılayan bir grup çocuğu ayrı ayrı
sevmiş, bazılarını da bineğinin terkisine almıştır.
O, cemaatle kılınan namazda ağlayan bir çocuk sesi duyduğunda annesine
eziyet vermemek amacıyla namazı kısa tutardı.
Dolayısıyla o, tüm çocukların sevgini kazanmıştır.
Modern psikolojinin önemle üzerinde durduğu konuların başında, insan
şahsiyetinin çocuk yaştan itibaren oluşmaya başladığı gerçeği
gelmektedir.
Kızı Zeyneb’in oğlu
ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber, kızına şu teselli edici mesajı
göndermiştir: “Alan da veren de Allah’tır.
O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini
Allah’tan beklesin.”
Kendi oğlu İbrahim vefat ettiğinde ağlamış
ve “Göz ağlar, kalp hüzünlenir…” sözlerini sarf etmiştir.
Yine çocuğunu kaybeden ve mezarı başında ağlayan bir anneye
“Allah’tan kork ve sabret.” diyerek
sabrı tavsiye etmiştir. Başka bir hadiste ise çocuklarını küçük yaşta
kaybeden anne-babanın -sabredip şükrettikleri takdirde- cennet ile
ödüllendirilecekleri müjdesini vermektedir: “Henüz
ergenlik çağına ulaşmamış üç çocuğu ölen her müslümanı, Allah, çocuklara
olan rahmet ve şefkati sebebiyle cennete koyar.”
Kur’ân’da yer alan “Sabredenlere
mükafatları hesapsız ödenecektir.”
ifadesi, bu tür hadislerin bir nevi destekleyicisi konumundadır.
Hz. Peygamber, çocukları insan yerine
koyarak onları da bir şahsiyet olarak kabul etmiş, kendilerine gereken
önemi ve değeri vermiştir. Dolayısıyla hadislerde çocuklarla ilgili,
çocuğa değer veren, olumlu yaklaşımlar sunan pek çok ilke bulmak
mümkündür. Hadis
kaynakları onun, kendi kızı Fatıma’yı, torunları Hasan ve Hüseyin’i
öptüğünü ifade ederler.
Torununu öperken gören Akra b.Hâbis isimli sahâbî, “Doğrusu benim on
çocuğum var, ama hiçbirini öpmem.” deyince Hz. Peygamber,
“Merhametli olmayana merhamet edilmez.” uyarısında bulunmuştur.
Bu konudaki Hz.
Peygamber’in uygulamalarına aykırı olan âdet ve töreler terk
edilmelidir. Örneğin, büyüklerinin yanında kucağına atılan
çocuğunu töre adına kovan ve kucağına alıp okşayıp sevmeyen anlayışın
sünnetten ne kadar uzaklaştığını bize göstermektedir.
O, bir baba, dede ve eğitimci konumundadır. Sevgiyle büyümeye ihtiyaç
duyan çocuk, sevildiğini fiili olarak görmelidir.
Sevgide eşitlik olmayabilir, ancak muamelelerde adalet ve eşitlik
şarttır. “Sevgi çocuğun en önemli ihtiyacıdır. Aşırı sevgi gösterisi
nasıl zararlı ise, çocuğa yeterli sevgi göstermemek de oldukça
zararlıdır.”
Çocuk psikolojisi uzmanlarına göre sevgi “büyüme vitamini” olarak
değerlendirilir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber, anne ile çocuğunun bir birinden ayrılmasını
tasvip etmez.
Annesinden ayrılan çocuğun psikolojisinin bozulması çok kolaydır.
“Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir.”
buyuran
Hz. Peygamber, söylediklerini bizzat uygulamalı bir şekilde
göstermiştir. O, aynı zamanda çocuklar arasında adalet ve
eşitliğin gözetilmesini de istemiştir: “Allah’tan
korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin.”
“Çocukların, senin üzerindeki haklardan biri onlara adaletli
davranmandır.”
Günümüzde Hz.
Peygamber’in çocuklarla olan ilişkisi ve davranışları örnek alındığı
takdirde, insanların çocuklara karşı tutum ve davranışları olumlu yönde
değişikliğe uğrayacaktır.
VI-
HADİSLERDE
YETİMLERİN KORUNMASI
Kendisi de bir yetim olarak büyüyen ve
içinde yaşadığı toplumda yetimlere yapılan kötü muâmeleye şahit olan Hz.
Peygamber’in, üzerine titiz bir şekilde eğildiği toplum kesimlerinin
başında yetimler gelmektedir. Cahiliyye döneminde boşama kolaylığı,
savaş ve vefat gibi nedenlerle yetimlerin sayısı çok fazla idi.
Bununla beraber o dönemde yetimlere iyi muamele yapılmıyor, onların
haklarına riâyet edilmiyordu. Dolayısıyla durumlarının düzeltilmesi,
haklarının gasp edilmemesi için hem Kur’ân, hem de Hz. Peygamber, onlara
karşı yapılması ve yapılmaması gerekli hususları açıklamıştır.
Yetime bakıldığı ve iyi muamele yapılarak büyütüldüğü
takdirde o kişiye cennet vaad edilmektedir:
“Ben
ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.”
“Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himaye eden kimseyle ben,
cennette şöyle yan yana bulunacağız.”
“Bir kimse sırf Allah rızası için yetimin başını okşarsa, elinin
dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.”
“Bir kimse Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip
içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği
takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.”
Bu hadisler, yetimlerin yalnız bırakılmaması ve
onların sahiplenilmesi konusunda ciddi mesajlar vermektedir.Hz.
Peygamber, yedi helak edici şeyden uzak durulmasını, bunlardan birinin
de yetim malı yemek olduğunu belirtmiştir.
Yetime âit mülkiyetin korunmasında da titizlik gösterilmesi
istenmektedir: “Allah’ım! İki zayıf
kimsenin; yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle
sakındırıyorum.”
Yetimin sermayesiyle ticaret yapılarak, onlara kâr sağlanması ve böylece
servetlerinin âtıl halde bırakılmaması sağlanmış olur.
Birinci
derecede, yetimi sahiplenmek önemli olduğu kadar, ona karşı iyi
muamelede bulunmak da önemlidir. “Müslüman
evlerin içinde en hayırlı ev, içinde yetime iyi bakılan evdir.
Müslümanların evlerinin içinde en kötü ev, içinde yetime kötülük yapılan
evdir.”
“Yetimin başını okşa, yoksulu doyur.”
Bu hadislerde, toplumun yetime sahip
çıkması, ona iyi muamele edilmek şartıyla aile ortamında bir evlat gibi,
şefkat ve sevgi ile yetiştirilmesi, büyütülmesi istenilmektedir.
Günümüz anlayışında da
devletin bu tür ailelere yardım etmesi şartıyla, bu yöntem benimsenmekte
ve uygulanmaktadır. “Çocuk, gelişme sürecinde, içtimai hayatta mevcut
olan her cins, her yaş ve her tipteki insanlarla haşir-neşir
olabilmelidir.”
Bütün bu hadislerde, nesebine veya başka bir şeye bakılmaksızın yetimin
bakılması, hakkının yenilmemesi, büyütülüp yetiştirilmesi,
eğitim-öğretiminin sağlanması istenmekte ve toplum hayatına olumlu bir
birey olarak kazandırılmasının kişiye sevap kazandırdığı ve Hz.
Peygamber tarafından o kişinin övüldüğü anlatılmaktadır.
Hz. Hatice, vahyin ilk gelişinden sonra tedirgin olarak gördüğü Hz.
Peygamber’i teselli ve teskin ederken aynı zamanda onun bazı üstünlük
ve meziyetlerini de şu şekilde ortaya koymaktadır:
“Korkma! Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni utandırmaz,
mahzun etmez. Çünkü sen akrabana bakarsın, sözün doğrusunu söylersin,
işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir,
kimsenin kazandıramayacağını kazandırır, misafiri ağırlarsın, hak
yolunda ortaya çıkan olaylarda halka yardım edersin.”
Hz. Hatice, bu tespitlerinde, Hz.
Peygamber’in maddi yönden bulunduğu seviyeyi dile getirmekte ve
başkalarına maddi yönden nasıl yardımda bulunduğunu anlatmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde yetimlerin
sahiplenilmesi, onlara karşı gösterilen iyi muamele ile ilgili pek çok
örnek bulmak mümkündür.
Sahabeden şehit olan Hamza’nın kızına birçok kişinin sahip çıktığını
gören Hz. Peygamber, bundan memnun olmuştur. Hz. Peygamber, Hz.
Ca’fer’in zevcesi ve yetim kızın teyzesi olduğu için bakımını ona
vermiştir.
Uhud savaşında şehid olan ve geride kalan iki yetim kızın malına el
koyan amcalarına Hz. Peygamber müdahalede bulunmuş ve buna engel
olmuştur.
Bir sahabînin Ensardan
olan bir yetime hurma bahçesi satın alarak bağışlaması, Hz. Peygamber’i
çok memnun etmiş ve kendisine cennette bir bahçe bağışlanacağının
müjdesini vermiştir.
Bazen Hz. Peygamber’in yardım konusunda yetimleri kendi akrabalarına
tercih ettiği de vâkidir.
Mescid-i Nebevî’nin inşa
edildiği arsa, iki yetime aitti. Yetimler arsayı bağışlamak istemişlerse
de, Hz. Peygamber kabul etmemiş, arsa bedelini onlara ödemiştir.
Uhud savaşında babası şehit düştüğü için yetim kalan Beşir b. Akrebe’yi
Hz. Peygamber, ziyaret ettiğinde üzüldüğünü ve ağladığını görünce
“Ağlama! benim, baban; Âişe’nin de annen olmasını istemez misin?”
deyince yetimin cevabı “evet” olmuştur. Hz. Peygamber böylece onu
teselli edip gönlünü almıştır.
Avn b. Ebû Cuhayfe babasından şöyle nakleder: “Bize
Peygamber’in zekat memurları geldi. Zekatı zenginlerimizden alıp
fakirlerimize verdi. Ben de yetim bir çocuktum; bana da bir deve verdi.”
Burada, zekat memurunun, Hz. Peygamber’in
direktifiyle hareket etmiş olması muhtemeldir. Bu ve diğer örnekler, o
dönemde yetimlerin ne derece korunduğunu ve gözetildiğini bize
göstermektedir. Hz. Peygamber döneminde yapılan savaşlarda yetim
kalanlar, sahabe tarafından sahiplenilmiş ve bakılmıştır. Bu tür erdemli
örneklere günümüzde çok ihtiyaç vardır.
Hz. Ömer, hilafeti
zamanında sokakta bir çocuk bulan kişiye gerekli araştırmaları yaptıktan
sonra devlet başkanı sıfatıyla çocuğu o kişiye emanet eder ve
masraflarının devlete ait olduğunu bildirir.
Aynı zamanda Hz. Ömer’in,
çocuklara bulûğ
çağına kadar 100 dirhem nafaka bağladığı ifade edilir. Bu uygulama,
başlangıçta çocuk sütten kesildikten sonra yapılır iken, daha sonra bazı
anneler bir an önce bu nafakaya ulaşmak için çocuklarını erken sütten
ayırmaya başlayınca, uygulama değiştirilerek doğumdan itibaren ödenmeye
başlanmıştır. Verilen rakam hiç de küçümsenecek bir rakam değildir.
Aynı uygulama, Hz. Osman
ve Hz. Ali dönemlerinde de devam etmiştir.
Bu, hem o zaman için devletin mali durumunu göstermesi, hem de
çocukların bedenen ve ruhen sağlıklı yetişmelerini sağlamak için
ailelerin desteklenmesi açısından önemlidir.
Yukarıda yetimlerin
korunması, sahiplenilmesi, büyütülüp yetiştirilmesiyle ilgili verdiğimiz
hadislerde, her çocuğun bir değer olduğu vurgulanmakta ve bu değerlerin
zayi edilmemesi için birtakım sorumlulukların yerine getirilmesi
gerektiği üzerinde durulmaktadır. Hz. Peygamber, bunun uygulamasını
Medine’de kurumsal boyutta göstermiştir.
VII- ASHÂB-I
SUFFE VE MUÂHÂT (KARDEŞLİK) ÖRNEĞİ
Hz. Peygamber, gerek İslam’dan önce ve
gerekse İslam’dan sonra, sosyal hayatta aktif bir işlev görmüştür. O’nun
gayesi, mevcut statükoyu korumak olmayıp, toplumu şekillendirmek ve
eğiterek erdemli hale getirmektir. İslam’dan önce Mekke döneminde
haksızlıkların ve zulmün önlenmesi için kurulan Hilfu’l-Fudûl
(faziletliler sözleşmesi) isimli sivil toplum teşkilatına girmesi, Ficar
harbine katılması, Kâbe hakemliği olayında etkin rol alması, onun
sosyal hayatta ne derece aktif olduğunu göstermektedir.
Medine’ye hicret edildiğinde yoğun bir şekilde
kurumsal faaliyetlere başlanılmış ve Mekke döneminde olmayan bazı
girişimler yapılmıştır. Bunlardan birisi de fakir, kimsesiz ve barınacak
yeri olmayan kimseler için Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde üzeri hurma
dallarıyla örtülü bir yer tahsis edilmesidir. Burada kalanlara “suffe
ashâbı”, “suffe ehli” denilmiştir.
Sayılarının
zaman zaman 400'e kadar yükseldiği ifade edilen bu kişiler,
ilmi yönden eğitiliyor, terbiye
ediliyor ve ihtiyaçları Hz. Peygamber’in öncülüğünde Müslümanlar
tarafından karşılanıyordu.
Burası, aynı zamanda bir ilim merkezi olduğundan,
İslâm tarihinde ilk üniversite olarak kabul edilmektedir
Buradan
en büyük müctehidler, muallimler,
komutanlar ve valiler yetişmiştir. Bu kişiler, bilahare önemli
görevlere getirilmişlerdir.
Hz. Peygamber, buradaki merkezde eğitim-öğretim
gören öğrencilerin tüm problemleriyle bizzat ilgilenir, kendilerine
getirilen hediyelerin çoğunu burada okuyan kişilere verirdi.
Kızı Fâtıma ev
işlerinde yorgun ve bitkin düşünce, sevgili babasından işlerini
yürütecek bir hizmetçi verilmesini istemişti. Hz. Peygamber, o sırada
ganimetlerle bir savaştan dönüyordu. Hz. Fâtıma'nın bu isteğini Suffe
talebelerinin yoksul yaşayışını gerekçe göstererek geri çevirmiştir.
Hz. Peygamber’in bu projesi daha sonraki dönemlerde örnek alındığı gibi,
günümüzde de kimsesizler ve sokak çocukları açısından üzerinde durulması
gereken fevkalade önemli bir uygulama olarak örnek alınmalıdır.
Böylece Hz. Peygamber döneminde zayıflar gözetilerek,
varlıklı müslümanların, zekat ve sadakalarını fakir, yoksul, yetim,
kimsesiz ve darda kalanlara vermeleri, sosyo-ekonomik farklılıklardan
ileri gelen bölünmeleri ortadan kaldırarak toplumsal dayanışma ve
kaynaşmanın gerçekleştirilmesinin canlı tablosunu oluşturur.
İnfakın, içtimaî adâleti sağlama yanında, en önemli rolü ruhî eğitime
yaptığı katkıdır.
Mekke’den Medine’ye hicret
gerçekleştiğinde sosyal dayanışma adına atılan önemli adımlardan biri de
muhacir ile ensar arasında kardeşleştirme projesinin hayata geçirilmiş
olmasıdır.
Mekkeli muhacirler, İslâm uğruna işlerini, bağ-bahçe ve evlerini kısaca
her şeylerini Mekke’de bırakıp Medine’ye gelmişlerdi. Dolayısıyla onlar,
Medine’de her şeye muhtaç idiler. İşte Hz. Peygamber’in, eşsiz bir
sosyal dayanışma ve yardımlaşma örneği olarak sergilediği bu proje,
İslam tarihinde paylaşma, bencillikten arınma, başkalarını düşünme ve
gerektiğinde kendine tercih etme gibi bazı güzel huylar kazandırma
açısından önemi haizdir. Ensar bu konuda öylesine duyarlı davranışlar
içerisinde bulunmuştur ki, evlerini, hurmalıklarını, hatta birden fazla
hanımı varsa boşayıp kardeşine vermeyi dahi teklif etmiştir.
“Öyleki bazıları,
muhtaç oldukları halde onları kendilerine tercih etmişlerdir.”
Böylece kardeşlik antlaşması gereği bir kısım
müslümanlar evlere yerleştirilirken, bir kısmı da suffe denilen yerde
kalıyordu. Neticede hicret nedeniyle zorluk içerisine giren muhacirlerin
bu sıkıntıları giderilmiş en azından hafifletilmiş oldu. Mekke’nin ve
sahâbenin önde gelen varlıklı ve hayır sahibi kişilerinden birisi olan
Abdurrahman b. Avf, Medine’ye geldiğinde Hz. Peygamber’in kendisine
kardeş yaptığı Sa’d İbnü’r-Rebî’, ona yardımcı olmak gayesiyle malının
yarısını vermeyi, hanımlarından birisini boşayıp ona nikahlamayı teklif
edince, Abdurrahman b. Avf, başkasının sırtından geçinmeyi hoş
karşılamadığı için, onun bu teklifini kabul etmeyip “Allah sana
ehlini ve malını bereketli kılıp mübârek eylesin.” diyerek çarşının
nerede olduğunu sormuş ve hemen ticarete başlamıştı. Kısa zamanda maddi
durumunu düzeltmiş ve evlenmişti.
Daha sonra zenginliği ile tanınan Abdurrahman b. Avf, diğer varlıklı
sahabe gibi, İslâm uğruna infak ve tasadduklarıyla meşhur olmuştur.
Gerek ashâb-ı suffe ve gerekse muâhât
uygulamaları, günümüzde yaşanan sokak çocukları açısından tekrar gündeme
alınıp değerlendirmeye tabi tutulması ve örnek alınması gereken
projelerdir. Hz. Peygamber, kimsesiz ve yetimlerin korunması konusunda
insanlara öncülük yaparak örnek olmuş ve konuyla ilgili dinin bakış
açısını ortaya koymuştur. Her iki projenin kökeninde başkalarını
düşünme, ihtiyaç sahibi olanlarla paylaşma, kısaca sosyal dayanışma söz
konusudur. Bu da, inanan kesimi daha duyarlı hale getirmiştir. Bilahare
vakıf ve hayır müesseseleri tesis edilmiştir.
VII-
TARİHİ SÜREÇ
İÇERİSİNDE KİMSESİZLERİN KORUNMASINA YÖNELİK TESİS EDİLEN KURUMLAR
İslam dini, insanlar arasındaki sosyal
dayanışma ve yardımlaşmaya çok önem verdiğinden, genel olarak İslam
toplumu, tarih boyunca egoist olmamış, başkalarının da var olduğunu
hesap ederek ona göre hareket etmiştir. “Tanrı misafiri” anlayışıyla
kapısına geleni -tanımasa da- misafir etmeyi bir erdemlilik saymıştır.
Dolayısıyla dışarıda aç-açıkta kimse bırakılmamıştır. Bakıma muhtaç,
öksüz kalan çocuklar dışlanmayarak komşu ve akraba elinde bakılıp
büyütülmüştür. Günümüzde de bu anlayış sürdürülebilseydi, sokak
çocukları sorunuyla bu denli karşılaşmamış olurduk.
Tarihi süreçte sosyal açıdan toplumun
geleceğinin garanti altına alınmasını sağlayan pek çok vakıf tesis
edilmiş, bunların bazıları yetimlere yönelik faaliyet göstermiştir.
Vakfiyeler tetkik edildiğinde içinde mutlaka yetimlerle ilgili maddelere
rastlamak mümkündür.
XIII. Asırda yaşayan Gazan Mahmut Han (1271-1304), hükümdarlığı
esnasında Tebriz yakınlarında pek çok vakıf kurmuş ve bunlar arasında
öksüz ve kimsesiz çocuklar için yüz kişilik bir kurum vardı. Ayrıca dul
kadınlara, yoksullara, yolculara, kimsesizlerin cenazelerini kaldırmaya
yardım eden bir vakıf kurulmuştu. Ne ilginçtir ki, ailelerin yanına
verilen çocukların kırdıkları çanak çömleğin parasının ödenmesi bile
düşünülmüştür. Çocuklar azarlanmasın, kötü muamele görmesinler diye,
aileye bakım parasına ek olarak belli bir ücret ödenirdi.
Osmanlılar döneminde, Orhan Gazi’den
başlayarak tüm padişahlar, hanedan vakfiyeleri kurdurma geleneğini
sürdürmüşlerdir. Ayrıca “Avarız vakfı” denen kurumlar doğal afetlerde
yoksul, kimsesiz, dul ve öksüzlere el uzatırdı. Devlet vakıflarının
yanında, iyiliksever, hayırsever insanların kurdukları vakıflar da söz
konusudur.
Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan vakıflarda da, kimsesiz ve yoksul
çocuklar okutulur ve onlara para yardımı yapılırdı. Vakfiye defterinde,
medreselere başvuran öksüzlere, sonra da yoksul çocuklara öncelik
verileceği yazılıydı.
Fatih imâreti vakfından her ay 200 yetim çocuğa maaş verilmekteydi.
Mithat Paşa Tuna valisi iken 1868’de kimsesiz çocukların bakım ve
eğitimi için ilk ıslahhaneyi kurmuştu.
Dârüşşafaka, öksüz ve yetim Müslüman çocukları okutmak için, Cem’iyyet-i
Tedrîsiyye-i İslâmiyye tarafından 1873 yılında İstanbul’da açılan bir
mekteptir.
Dârulaceze 1896 yılında kimsesiz çocukları, yaşlı ve
muhtaçları barındırmak amacıyla İstanbul’da açılan bir hayır kurumudur.
Kuruluşundan bu yana, din ve milliyet farkı gözetmeksizin, yaklaşık
28.000 çocuğu ve 42.000 kimsesiz, yaşlı, güçsüz ve sakatı himaye
etmiştir. Günümüzde de hizmete devam etmektedir.
Dâruleytâm (yetimler yurdu, yetimhane), Balkan ve I. Dünya savaşlarında
kimsesiz kalan çocukları barındırmak ve bir meslek edindirmek amacıyla
kurulan müesseselerden biridir. İlki 1914 tarihinde kurulmuştur.
1918’de I. Dünya savaşı öksüzleri için “Çocuk
Kurtarma Yurdu” açılmış, 1921’de Kurtuluş savaşının şehit çocuklarını
korumak ve bakmak amacıyla “Çocuk Esirgeme Kurumu” kurulmuştur.
1983 yılında 2828 sayılı kanunla oluşturulan Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu (SHÇEK), korunmaya muhtaç çocuklar için hizmet üreten
resmi bir kurumdur. Bu kurumun hizmetleri arasında, illerde “Sokak
Çocukları Rehabilitasyon” merkezlerinin kurulması olumlu bir gelişmedir.
Bunun yanında, gönüllü kuruluşlar da vardır: Türkiye Sokak Çocukları
Vakfı, Sokak Çocukları Gönüllüleri Derneği gibi sivil toplum
teşkilatlarına destek olunmalıdır.
Tanzimat dönemine kadar, yetim çocuklar
için müstakil müesseselerin oluşturulduğu pek görülmez. Bu durumun
sebepleri içerisinde, bu çocukların bakılıp büyütülmeleri ve ilerideki
hayatlarına hazırlanmaları için, büyük çapta, doğrudan doğruya ailelerin
yardımlarına müracaat edilmiş olmasının veya gönüllü ailelerin şu veya
bu tarzda, kimsesiz çocukların bakımlarına kendiliklerinden tâlip olmuş
bulunmalarının önemli bir yer tutmuş olması düşünülebilir. Daha çok
evlatlık alma, vakıf ve mal sandıklarıyla destekleme, ekonomik durumu
iyi olan ailelerin, fakir aile çocuklarını velileriyle anlaşarak,
kendilerine yardım etmeleri karşılığında bakıp yetiştirmeleri ve belirli
bir ücretin ödenmesi şeklinde bir yol takip edilmiştir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
İslam dinine göre, insan, yaş ve cinsiyet
gibi ayırımlara tabi tutulmadan değerli ve mükerrem bir varlık olarak
kabul edilmektedir. Engellisiyle, çocuk ve yaşlısıyla herkes bu noktada
eşittir. Her toplumda belli nedenlerden dolayı, zayıf, engelli, yoksul,
kimsesiz, yetim ve muhtaç kişilerin var olması kaçınılmazdır. Önemli
olan bu insanlara toplumun sahip çıkması ve yardım elini uzatmasıdır.
Hz. Peygamber, yaşadığı dönemde bunun en güzel örneklerini vermiştir.
Konuyla ilgili Hz. Peygamber’in hadisleri, Ashâb-ı
suffe ve muâhât (kardeşlik) uygulaması, günümüze ışık tutacak
örneklerdir. Genel olarak din, toplumun tüm mağdurlarıyla ilgilendiği
gibi, çocuklara verilen değer ve yetimler bağlamında bakıldığında,
günümüz sokak çocukları sorununa da, dinin bigane kalmadığı
görülecektir. Dinin bu yönünün ortaya çıkarılması ve insanlara
anlatılması, sorunun daha kolay bir şekilde çözülmesine katkı
sağlayacaktır.
Kanaatimizce, sokak çocukları sorunu,
çocuğa gereken değerin verilmemesinden, çocuk haklarının
uygulanmamasından ve ihlal edilmesinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde pek
çok sorun, hakların ihlalinden, gasp edilmesinden ileri gelmektedir.
İnsanca yaşama hakkına sahip olamayan bir çocukla ilgili bazı
problemlerin yaşanması kaçınılmazdır. Büyükler, çocuğa ne zaman bir
insan olarak değer verir, onun haklarına saygı gösterir ve uygulanmasına
yardımcı olurlarsa, bu sorunun ortadan kalkmaması için bir neden yoktur.
Bu bağlamda, öncelikle, çocuğun sağlık, eğitim, oyun ve her türlü
ihtiyaçlarını karşılama şeklindeki haklarının doğru tespit edilmesi
gerekir. Bu sorunun oluşmamasında birinci derecede hareket noktası bu
olmalıdır.
Halkın ve ailelerin bu konuda bilinçlendirilmesi
için, panel, sempozyum, konferans ve konuyla ilgili yayınların
çoğaltılmasına ihtiyaç vardır. İlahiyatçı akademisyenler, diyanet
camiası, bu soruna sahip çıkmalı ve sözü edilen aktivitelerin
düzenlenmesinde öncü rol oynamalıdır. Ailelerin maddi refahı gözetildiği
gibi, manevi refahları için de gerekenler yaygın eğitim yoluyla yerine
getirilmelidir. Çünkü ailelerin güçlü olması, milli ve manevi değerlere
bağlılıklarıyla doğru orantılıdır. Bu açıdan sağlam olmayan ailelerin
dağılması ve çözülmesi, aile içi huzursuzlukların yaşanması
kaçınılmazdır. Çocuğu ailede ve okulda tutmanın yolu, yine aileleri
eğitmekten ve yaşanılan olumsuz şartların ortadan kaldırılmasından
geçmektedir.
Günümüzde yaşadığımız sokak çocukları
sorununu çözebilmek için alınacak tedbirleri kısa ve uzun vadede ele
alınacak tedbirler olarak iki kategoride değerlendirmek ve düşünmek daha
doğru olacaktır. Örneğin mevcut sokak çocukları sorununu acilen çözmek
için kısa vadede çözümler getirilmesi birinci derecede elzem iken, yeni
sokak çocuklarının ortaya çıkmaması için de bir takım köklü ve kalıcı
çözümlerin, tedbirlerin alınması da elzemdir. Bir nevi bataklığın
kurutulması söz konusudur. Öncelikle insanımıza ve toplumumuza, bu
çocukların bizden bir parça olduğu, onları dışlamanın hiçbir fayda
vermeyeceği, onların mutlaka topluma kazandırılması gerektiği bilinci
verilmelidir. Brezilya örneğinde olduğu gibi, bunun acı faturasını
çekmemek için, bu konuda herkesin üzerine düşeni, elinden geleni yapması
gerekir.
Bu çocuklara hırsız, çete mensupları, kapkaççı gözüyle
bakılmayıp, akılcı hareket edilerek problem büyümeden, rahatsızlık
verecek noktaya gelmeden gerekli adımlar atılmalıdır. Bu sorun, tek
taraflı değil de devlet-millet işbirliği içerisinde ele alınarak ve
karşılıklı dayanışma ile çözülecek bir sorundur. Merkezi ve yerel
yönetimler ortaklaşa projeler üzerinde birbirinden kopmadan beraber
çalışma yapacakları gibi, sivil toplum teşkilatları, dernek ve vakıflar
da, son derece önemli işlevler yerine getirebilir. Hayır sever zengin iş
adamları devreye girerek, özellikle sorunun maddi boyutunu karşılama
noktasında, üzerlerine düşeni yerine getirmelidirler. Türkiye Sokak
Çocukları Vakfı, Umut Çocukları Derneği gibi bu sorunla ilgilenen vakıf
ve dernekler, daha aktif hale gelmeli ve toplum tarafından maddi ve
manevi olarak desteklenmelidir.
Sonuç
olarak diyebiliriz ki, bu sorunu tetikleyen sosyal ve ekonomik
olumsuzluklar bir an önce ortadan kaldırılmalıdır. Örneğin göç,
işsizlik, yoksulluk, eğitim eksikliği, parçalanmış aile ve sosyal
güvenlik şemsiyesinden yararlanamama gibi olumsuzluklara karşı acilen
çözümler getirilmesi elzemdir. Yoksul ailelerin korunması, onlara yardım
edilmesi, çocukların aileleri yanında yetişmesine imkân sağlanmalıdır.
Kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların ailesi varsa, birinci derecede
bu çocukların kendi aileleri yanında bakılması sağlanmalı, bu mümkün
değilse akrabaları yanında bakım yolu tercih edilmeli ve koruyucu aile
uygulaması da sırada yerini almalıdır. En son çare olarak, çocuk bakım
yuvaları ve yetiştirme yurtları devreye girmelidir. Böylece barınma
imkânı bulamayan dışarıda kalmış hiçbir çocuk kalmamalıdır. Ayrıca sokak
çocuklarıyla ilgilenecek yetişmiş elemanların sayısı da hızla
artırılmalıdır.
|