Başarıya Ve
Mutluluğa Giden Yolda Görünmeyen En Büyük Engel:
Önyargılarımız
Prof. Dr. Ali Seyyar
Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi
Önyargıların Mahiyeti
Önyargılar, özellikle sosyo-ekonomik
yönden zayıf ve kendini gereği gibi savunamayan bazı
kişi ve gruplar hakkında çoğu zaman tek taraflı ve eksik
olarak elde edilen bilgilerin etkisi altında kalıp
yanlış kanaatlerin esiri olmanın adıdır. Kesin ve sağlam
verilere dayanmayan bilgiler, bazen toplumun zihninde o
kadar katı bir şekilde yer edinir ki, konu, kişi ve(ya)
grupların lehine bazı yeni bilgiler ortaya çıkmış olsa
dahî halkın ekseriyeti bu değişik bilgilere yine de
fazla itibar etmez ve her çeşit yeniliğe ve açılıma
ısrarla mukavemet eder. Bu durum, ne yazık ki toplumun
en zayıf halkalarından kabul edilmesi gereken özürlüler
hakkında öne atılan görüşler için de geçerlidir.
Toplumun ekseriyeti ne özürlülerin psiko-sosyal
durumları, ne de kabiliyetleri ile ilgili olarak doğru
dürüst hiçbir bilgi sahibi olmadığı halde sadece
özürlülüğün bir engel veya acziyet olduğunu varsayarak
genel ve peşin hükümlerin savunucuları olmaktadır.
Toplumsal düzeydeki bu çarpık ve
sakat bakış, ister istemez ayrımcılığa yol açan bir
sürecin de başlangıcı olmaktadır. Bu süreçte toplumsal
bilgisizliğin, zihnî hantallığın ve fikrî tembelliğin
yanında sosyal ve vicdanî duyarsızlığın etkisiyle
önyargılar alenîleşirken ayrımcılığın şekli ve tezahürü
de somutlaşır. Ayrımcılık, bu raddeden sonra toplumsal
onay görmeye başlar ve farkında olunmadan toplumsal
kamplaşmanın bir aracı hâline dönüşür. Toplum tarafından
şu veya bu şekilde istenmeyen özürlüler, sadece sosyal
yönden dezavantajlı grup olmakla kalmaz sinsice yapılan
bilinçli bir düşmanlığın yansıması olarak sosyal hayatın
her karesinden dışlanarak uzaklaştırılırlar. Özellikle
Batı toplumlarının tarihinde bu tutum ve davranışın
hangi vahim sonuçlara yol açtığı konusunu sadece
hatırlatmakla yetiniyorum.
İlginçtir, maddecî bir yaklaşımla
verimsiz olarak görülen özürlülerin yaşama hakkını
elinden alan toplumların gelişmişlik ve eğitim seviyesi
de hayli yüksektir. Demek oluyor ki, önyargılarla
beslenen bir eğitim sistemi, hakikati yakalamak, güzeli
keşfetmek, toplumsal gelişime katkı sağlamak, iç ve dış
barışı temin etmek gibi fonksiyonlarını da
kaybetmektedir. Önyargılardan kendini kurtaramayan bir
eğitim anlayışı, sosyal boyutuyla güçlü olanların gücüne
güç katan ve zayıf olanları da pasifleştiren, onları yok
sayan tehlikeli bir silah hâline dönüşebilmektedir.
Bilim ve eğitimi tehlikeli kılan aslında bilimin ve
eğitimin kendisinden ziyade bilim ve eğitimin mayasına
ve mahiyetine zıt olan bazı menfî unsurların ve
bakışların ilim dünyasında ve toplum nezdinde geçerlilik
kazanmasıdır. İşte bu yüzden bilim ve eğitimin yanında
toplumsal kalkınmamızı engelleyen en büyük zihnî ve
sosyal mikrop, basmakalıp hükümlerin oluşmasına zemin
hazırlayan önyargılarımızdır.
Değişmez olarak kabul ettiğimiz menfi
ve tahrip edici görüşler, hayatın gerçeklerinin baskısı
ile tashih edildikçe tutum ve davranışlarımız da o
nispette olumlu yönde gelişecektir. Daha önceden
öğrenilmiş (öğretilmiş) veya kurgulanmış standart
kalıplar çerçevesinde ortaya çıkan görüşler, hayat
şartlarının bir gereği olarak ne kadar sıklıkla yeniden
gözden geçirilip değerlendirilebilir ise, bilimsel
gelişmelerin ve toplumsal bütünlüğün sağlanması da o
nispette mümkün olacaktır. O halde, sosyo-ekonomik
gelişme hedefi doğrultusunda toplumsal önyargılar ve
basmakalıp hükümlerle mücadele noktasında aile ve toplum
bazında sürdürebilir stratejilere, bilim ve eğitim
politikalarında da yeni paradigmal açılımlara ihtiyaç
vardır.
Bilimde Önyargılı ve Önyargısız
Paradigmalar
Eğitimin temel gayesi, mutlu ve
başarılı bir toplum oluşturmak olduğuna göre, bilimin
temel başvuru kaynaklarının sağlam ve eğitim
sistemimizin de kaliteli olması gerekir. Bu çerçevede
eğitimi nitelikli hâle getiren bilimsel kaynakların
çeşitlendirilmesi, bir başka ifadeyle metafizik
boyutuyla zenginleştirilmesi yani manevîleştirilmesi
zaruridir. Bilimin manevîleştirilmesinden yani manevî
bilimlerden
elde edilen bulguların bilimselliği, çoğu kez pozitivist
bilim adamları tarafından şüphe ile bakılmaktadır. Bu
şüphe, seküler düşünce ekseninde gelişen dayatmaların da
etkisiyle genelde bulguların doğru olamayacağı yönde
şekillenmektedir. Hâlbuki bilim dünyasında şüphe (acaba
olabilir mi?), sadece negatif anlamda değil (olamaz
önyargısı) hakikati bulma adına pozitif anlamda da (neden
olmasın veya belki de olabilir) boyutuyla da
değerlendirilmesi gerekmektedir. Negatif şüphecilik,
çoğu kez nefsimizin ve önyargılarımızın bir tezahürü
iken, pozitif şüphecilik, ilmin ve hikmetin anahtarı
olan kişisel merakımızın ve hakikati bulmanın bir
ıstırabıdır. Önyargılarından bir türlü kurtulamayan ve
dolayısıyla bilimi negatif şüphecilik üzerine bina eden
pozitivist bir bilim adamının düşünce dünyasında iki
temel paradigmal sorun vardır:
1.)
Varlıkların ve hadiselerin
sadece dış görüntüleri üzerinde odaklanır ve objektif (nesnel)
olmak adına mevcudata mevcudat hesabına bakmakla
sekülerliğin veya tabiatperestliğin tuzağına düşer.
2.)
Kişilerin davranışlarını ruhî
(nefsî) özelliklerine göre değerlendiremediği için,
manevî âlemlerle ve varlıklarla bir türlü bilimsel
ilişki kuramaz ve kâinatı ilmî ile kuşatan Yaratan’ın
kudretini göremez.
Önyargılarından arınmış ve bilimsel
araştırmalarını pozitif şüphecilik esaslarına göre
şekillendirmek isteyen bir bilim adamının ise buna
mukabil iki farklı paradigmal hasleti vardır:
1.)
Varlıkların mahiyetini ve
hadiselerin perde arkasını inceler ve hakikati yakalama
adına sadece aklı ile değil kalbi ile de tefekkür eder.
2.)
Varlığa ve hadiselere manevî
boyutuyla da bakmakla sünnetullahın (ilahî kanunların)
sırlı dünyasını keşfeder ve aslında Yaratıcı’yı tanıtan
varlıkların gerçek mahiyetini görmeye çalışır.
İster bilim dünyasında, isterse
toplum hayatında olsun önyargılı tutum ve davranışlarını
ısrarla sürdürmek isteyen bir insanın psiko-sosyal ve
ahlâkî yapısında da olumsuz bazı değişimler görülebilir.
1.)
Maneviyatı inkâra meyleder,
metafizik boyutlu ne varsa ve özellikle dinî olan her
şeyi reddeder. Bunun bir sonucu olarak nihilizmin
pençesinden kurtulamaz. Bir başka ifadeyle kişi, manevî
değerleri, ilâhî dinleri kabul etmediği gibi, metafizik
hiçbir realitenin olmadığını düşünür. Hiçbir şeyin önemi
olmadığını ve hakikat diye bir şeyin bulunmadığını iddia
etmekle gayesiz ve idealsiz yaşamayı tercih eder.
2.)
Kader ve ahiret gibi temel
imanî meselelerde inancını yavaş yavaş yitirdiği için,
üstünlüğü ve gücü maneviyatın dışında olan şeylerde veya
şahsî fayda sağlayan yaklaşımlarda arar. Böyle kişiler,
narsist eğilimleriyle kendilerini sürekli olarak
beğen(dir)mek, üstünlük sağlamak, makam ve şöhret gibi
bazı dünyevî menfaatler elde etmek isterler.
3.)
Kişi, zamanla başkalarını
beğenmemeye başlar, kibirli, gururlu ve inatçı bir
kişiliğe dönüşür ve kendinden başkasını düşünmeyen
bencil, egoist ve asosyal bir insan olur.
4.)
Nefsine düşkünlüğünden ötürü
bazen en küçük bir menfaat için en değersiz şeylere bile
bel bağlamaya ve toplumda itibarını kaybetmeye başlar.
5.)
Bencil, kibirli ve bununla
birlikte önyargılı bir insan, gaddardır, merhametsizdir;
su-i zan etmek (kötü düşünmek) ve dedikodu yapmak için
her fırsatı kullanır ve hüsn-ü zandan (güzel düşünmekten)
hep nasipsiz kalır.
Genelde önyargılı bir insanın, özelde
peşin hükümlü bir bilim adamının bireysel gibi görünen
saplantıları ve zararları, sosyal çevrenin desteği ile
birlikte zamanla toplumun düzenini de sarsabilecek
boyutta olabilir. Önyargılı düşünceler, dalga dalga
yayıldıkça özellikle kendilerini zihnen ve fiziken güçlü
görenler, zayıflara (özürlülere, yaşlılara) karşı baskı
kurmaya meylederler. Demokratik ve sivil toplumlarda
bile maneviyattan mahrum bazı baskı ve menfaat
gruplarının, sosyal dayanışma ve fedakârlık göstermek
yerine ekonomik kaynakların yeterli olmadığı inancı ile
bazı toplumsal kesimlere (mesela bakıma muhtaç yaşlı ve
özürlülere) aktif veya pasif ötenazinin uygulanması
yönündeki önerileri, seküler düşünmenin, menfî
şüpheciliğin, yersiz korkuların, nihilizmin ve narsizmin
bir yansımasıdır.
Temelleri sosyal darvinizme
dayanan bu önyargılı görüşler, Batı toplumlarının sosyal
barışını her zaman tehdit etmiştir. Toplumsal
önyargılar, sadece bir ülkenin sosyal dengesini bozmaz
uluslar arası boyutuyla da bir tehdit oluşur. Ulusal
boyutuyla sosyal gruplar arası çatışma ve rekabet,
düşmanlığa ve nihayetinde başkası üzerinden menfaatlenme
veya başkasını yok etmeye yönelik olduğuna göre, güçlü
toplumlar, uluslar arası boyutuyla başkaları üzerinde
hegemonyal bir güç oluşturmak isteyeceklerdir. Sosyal
dayanışmayı gereksiz gören ulusal kapitalist
yapılanmalarının bunun için dünya çapında da
yaygınlaştırılması gerekmektedir. Küreselleşme sayesinde
hem ekonomik üstünlüğün sağlanması, hem de medeniyetler
arası çatışmanın tahrik edilmesi, kökleri önyargılara
dayanan sosyal darvinizme, menfî milliyetçiliğe ve bunun
bir ekonomik modeli olan (vahşî) kapitalizme
dayanmaktadır. Bilimsel önyargıların yanılgısal bir
sonucu olarak türeyen bütün felsefik, sosyal ve ekonomik
düşünce akımları ve buna bağlı olarak oluşturulan model
ve sistemler, netice itibariyle toplumların huzurunu yok
etmiş ve dünya barışını da tehdit etmiştir.
Öyle ise toplumların saadet, huzur ve
güven içinde yaşayabilmeleri için, düşünce dünyamızı ve
doğru düşünmemizi sağlayan zihnî melekelerimizi yeniden
gözden geçirmemiz şarttır. Düşüncelerimizin doğru olup
olmadığının test edilmesini sağlayan şüphecilik,
bilimsel çalışmalarda önemli bir kontrol mekanizması
olduğu doğrudur. Ancak, ifade edildiği gibi,
şüpheciliğin, duygularımız ve nefsimizle de irtibatlı
olan salt akıl ile muhakeme edilmesi halinde şahsî
görüşlerimiz ve önyargılarımızdan kurtulmamız da
zorlaşacaktır. Bilimsel veriler, hakikatleri gösterme
açısından ne kadar açık ve seçik de olsa,
önyargılarımızla karıştırıldığında, menfi şüpheciliğin
esiri olmaya mahkûmuz. Müspet şüpheciliğe de bir fırsat
verme adına yeni bilimsel tespitlerin başka zihnî
melekelerle de muhakeme edilmesinde fayda vardır.
Bunların başında sosyal duyarlılığımızı geliştiren,
merhamet ve şefkat duygularımızı besleyen kalbî ve
vicdanî düşünce mekanizmaları gelmektedir. Ancak bu tarz
bütüncül bir düşünce boyutuyla bilim ve eğitim,
şahsîlikten ve önyargılardan kurtulur ve evrensel bir
nitelik kazanır.
Önyargılardan Kurtulmanın Yolları
Önyargılar, hem bilimsel, hem de
toplumsal gelişmelerin önünde en büyük engel olduğuna
göre, bununla mücadelede kişisel ve toplumsal boyutlu
çözüm stratejilerine ihtiyaç vardır. Önyargılarla
mücadelede kanunî düzenlemelerin kendi başına yetersiz
olduğu açıktır. Belki de bundan daha da önemlisi
zihinlerimizde oluş(turul)an önyargılı düşüncelerin
nasıl yok edileceği noktasında yapılması gereken
girişimlerdir. Tutum ve davranış kalıplarımızı da
olumsuz yönde etkileyen önyargılı düşüncelerimizden
kurtulmanın yolu, kendimizi iyi tanımaktan geçer. Şahsî
kusurlarımızla birlikte kendimizi ne kadar yakın
tanırsak, olumlu ve olumsuz diğer boyutlarımızı da o
nispette keşfedeceğiz. Başta nefsimiz olmak üzere zihnî
ve manevî hasletlerimizi yakinen tanımakla, keşif
yolculuğuna çıkmış her iyi niyetli ve dürüst insan,
önyargılı görüşlerinden arınma fırsatı bulacaktır. Yeter
ki nefsini kontrol etmede mücadeleyi terk etmesin, zan
ve tenkitlerinde her zaman itidalli görüşlerini
koruyabilsin. Ancak bu şekilde her türlü önyargılı
tehlikelerden korunmuş oluruz. Sonuç olarak
önyargılarımızdan en kestirme yollardan kurtulmanın
temel yaklaşımlarının özelliklerine birlikte bir göz
atalım:
a) Nefsi Kontrol Altında Tutmak:
Basmakalıp hükümlerin kaynağı, insanı her zaman
başkalarından daha üstün görmesine müsaade eden hatta
teşvik eden bizatihi insanın egosu veya nefsidir. Kendi
mantık ve muhakemesine göre belli bir konuyu araştıran
bir bilim adamı, bazen şahsî mülahazalarını merkeze
oturtup o konuyu nefis ve cismaniyet açısından
değerlendirebilir. Bunu yaparken de gayri ihtiyarı
olarak bazen yanılabilir, yanlış hükümlere varabilir ve
iddialı bir şekilde kendisini mutlak haklı sanabilir.
Kalben ve vicdanen akletmeyi ihmal eden bir bilim adamı
farkında olsun veya olmasın nefsanen akletmeye başlar.
Bir bilim adamının düşebileceği en büyük tuzak, en sinsî
tehlike de aslında budur. Bunun için bilim adamları,
nefsânî meyillerin baskısına rağmen aklın, kalbin ve
vicdanın sesine uyarak, her zaman bilimsel doğrulara ve
sosyal gerçeklere saygılı olmalıdırlar. Nefsimize hoş
gelen basmakalıp hükümlerin, sosyal düzeni ve barışı
bozacak kadar korkunç sonuçlar doğurabileceğini
bilseydik, acaba belirli sosyal gruplar ile ilgili
yanlış, abartılmış ve(ya) menfi yargılamalarımızı tashih
etme ihtiyacı duyar mıydık? Acı bir gerçek de olsa bazen
fikrî sapmaların bir sonucu olarak sebep olduğumuz
toplumsal felaketler, bizleri nihayetinde aklıselime
davet etmektedir. Bazen ise yine nefislerimizin
arzularıyla geliştirdiğimiz tez ve iddialarımızı
bütünüyle çürüten gelişmeler, bizleri ne derece
yanıldığımızı hatırlatmaktadır. Mesela nasıl ki
“kadınların saçı uzun aklı kısa” önyargısını ilim
dünyasında başarılı kadınların sayesinde yavaş yavaş
zihnimizden atabiliyorsak “özürlüler aciz insanlardır”
peşin hükmünü de mesleğinde başarılı olan özürlüler
sayesinde ortadan kaldırabiliyoruz. Öyle ise hata yapma
ve mahcup olma ihtimallerine karşı “bilimsel”
tezlerimizle iddialı çıkışlar yapmak yerine daha
dikkatli ve rikkatli konuşmakta ve açık kapılar
bırakmakta fayda vardır.
b) İnsaflı Olmak: Toplumların
akıbetini ve geleceğini önemli derecede
biçimlendirebilen bilim adamları, düşünce boyutlarını
bütüncül bir bakışla zenginleştirebildikçe, fikir
dünyasında görüş ayrılıkları azalacak ve küresel
boyutuyla evrensel hakikatlere daha çabuk
kavuşulacaktır. Yanlış ve eksik bilgiden kaynaklanan
fikir ayrılıkları, aklın dışında hem vicdanın, hem de
kalbin sağlayabileceği yeni bilgi kaynakları ile
giderilmelidir. Bu açıdan bilimsel çalışmalarda ve
eğitim hizmetlerinde hak ve hakkaniyet ölçüleri
çerçevesinde tavır sergilemek ve insaflı davranmak
elzemdir. Bilim ve eğitimde insaflı olmak, başta
dezavantajlı sosyal gruplar olmak üzere muhatap
olduğumuz herkese karşı, merhametli, dürüst ve âdil
muamelede bulunmaktır. Bunun için de ilmî araştırmalarda
doğruluktan ayrılmamak şartıyla azamî derecede nefis,
heva ve hevesten uzak akıl, mantık, kalp, vicdan ve
evrensel insanî değerlere uygun davranışlarda bulunmak
zaruridir. Şahsî duygu ve düşünceleri farklı olduğu
halde (ve nefsin dürtülerine rağmen) meselelerin gerçek
mahiyetine vakıf olduktan sonra ilmî gerçekleri
gizlemeyen bilim adamları mesleklerinde insaflı
davranmış olurlar.
c) Hüsnü Zan Beslemek:
Doğruları keşfetmek isteyen bir insan, her zaman güzel
düşünmeye ve iyilikleri görmeye çalışmalıdır. Herhangi
bir sosyal grubun içinde yer alan bir insanın şahsî
hatalarından dolayı hemen o grubu lanetlemek, ne
insafla, ne de hüsnü zanla bağdaşır. Kişi, kendinden
farklı diğer grup üyelerinin güzelliklerini de
görebilmeli ve hükümlerinde azamî derecede âdil
olabilmelidir. Bu yönüyle iyi niyete dayanan pozitif
düşünce, farklı tefekkür ve yorumlara ulaşmamıza vesile
olan bir meziyettir. Diğer topluluklara hüsnü zan ile
bakan bir bilim adamı, ne ötekileştirmekten ne de
ötekileri asimile etmekten yana bir tavır koyabilir.
Toplumların, azınlıkların ve diğer sosyal grupların
farklı kültürel özelliklerini ve yapılarını bir
zenginlik ve bir sosyal kaynaşma unsuru olarak görmek,
Yaratan adına yaratılanı sevmek ve bu bağlamda sadece
hoşgörü ve hüsnü zanla mümkündür.
d) Tenkitte İtidali Korumak:
Bilimde en doğruyu bulabilmek niyetiyle tenkit etmek
(eleştirmek) ve tenkide açık olmak, haddizatında
bilimsel gelişmenin en önemli unsurlarındandır. Hak ve
hakikatin inkişafına katkı sağlayan bilimsel tenkitler,
onun için hep teşvik edilmiştir. Ne var ki kibir ve
garaz gibi nefsî duygularımızla yapılan her türlü menfî
tenkit, tam tersine bilim adamları arasındaki meslekî
ilişkiyi, işbirliğini ve güven ortamını sarsabilir ve en
sonunda bilimsel kaosa da yol açabilir. Şahsî
görüşlerini hep ön planda tutmak isteyen gururlu ve
önyargılı bilim adamları, bundan dolayı hiç bir zaman
fikir teâtîsine ve ortak akla önem vermemişlerdir.
Bundan dolayı bilim adamları, zihnî ve fikrî
saplantılara yol açabilecek risk tuzaklarından uzak
kalabilmeleri için, meslektaşlarına karşı fevkalâde
vefalı olmalı, istişareye önem vermeli ve hakkın
hatırını hep yüce tutmalıdır. Haklı ve haksız çıkmaktan
çok hakkın ortaya çıkmasına önem verilmelidir.
e) Manevî Düşünceyi Geliştirmek:
Aydınlanma süreci ile birlikte modern dünya, bilgi ve
zihnî faaliyetlerimizin tek kaynağı olarak salt aklı
gösterdi. Buna bağlı olarak metafizik veya manevî
düşünce kaynaklarımızı yeterince işlevsel hâle
getiremediğimiz için, zihnimiz, gözlem ve deneylere
dayanan bilimsel yöntemlerle salt fizikî gerçeklere
yönel(til)di. Böylece bütüncül düşünce boyutlarından
mahrum edildik. İnternet çağında fazlasıyla elde edilen
yığınsal bilgi (malumat) bile, ne zihnî-kalbî
aktivitelerimizi harekete geçirebildi, ne de hikmet ve
hakikat çizgisinde manevî tefekkürümüzü
zenginleştirebildi. Öyle ise rasyonalizmin
doğurduğu bilimsel önyargılardan (akademik cahillikten)
kurtulabilmek için, akıl ve kalbin birlikte işlev
gördüğü bir düşünce ufkuna ulaşmak gerekir. Ancak bu
şekilde kalben akletmekle beyin ve zekânın da akleden
kalbinin bir hizmetçisi hâline getirmemiz mümkün
olacaktır. Böylece dünya (görülen) ile sınırlı olan
kapalı (seküler) bir sistemin dışına çıkılarak, ucu açık
hikmet ve irfan yolunda hem manevî (ruhî) terakkiler,
hem de hakikat adına yeni ilmî keşifler elde
edilebilecektir. İlmî keşif ve gelişmeler, manevî
bilimlerle teyit edildikçe, bununla birlikte maneviyat
âlemindeki bulgu ve veriler de ampirik ve bilimsel
yöntemlerle tespit edildikçe ilim ve maneviyat kol kola
ilerleyecektir. Bilimin yanında maneviyatı da içine alan
(açık) bir düşünce sistemin oluşturacağı insan ve sevgi
odaklı eğitimin, küresel barışa ve dünya toplulukların
saadetine sağlayacağı katkıyı düşünebiliyor musunuz?