aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

Ali Seyyar’ın Makaleleri
--  

 

Başarıya Ve Mutluluğa Giden Yolda Görünmeyen En Büyük Engel:

Önyargılarımız

 

Prof. Dr. Ali Seyyar

Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi

 

 

Önyargıların Mahiyeti

Önyargılar, özellikle sosyo-ekonomik yönden zayıf ve kendini gereği gibi savunamayan bazı kişi ve gruplar hakkında çoğu zaman tek taraflı ve eksik olarak elde edilen bilgilerin etkisi altında kalıp yanlış kanaatlerin esiri olmanın adıdır. Kesin ve sağlam verilere dayanmayan bilgiler, bazen toplumun zihninde o kadar katı bir şekilde yer edinir ki, konu, kişi ve(ya) grupların lehine bazı yeni bilgiler ortaya çıkmış olsa dahî halkın ekseriyeti bu değişik bilgilere yine de fazla itibar etmez ve her çeşit yeniliğe ve açılıma ısrarla mukavemet eder. Bu durum, ne yazık ki toplumun en zayıf halkalarından kabul edilmesi gereken özürlüler hakkında öne atılan görüşler için de geçerlidir. Toplumun ekseriyeti ne özürlülerin psiko-sosyal durumları, ne de kabiliyetleri ile ilgili olarak doğru dürüst hiçbir bilgi sahibi olmadığı halde sadece özürlülüğün bir engel veya acziyet olduğunu varsayarak genel ve peşin hükümlerin savunucuları olmaktadır.

Toplumsal düzeydeki bu çarpık ve sakat bakış, ister istemez ayrımcılığa yol açan bir sürecin de başlangıcı olmaktadır. Bu süreçte toplumsal bilgisizliğin, zihnî hantallığın ve fikrî tembelliğin yanında sosyal ve vicdanî duyarsızlığın etkisiyle önyargılar alenîleşirken ayrımcılığın şekli ve tezahürü de somutlaşır. Ayrımcılık, bu raddeden sonra toplumsal onay görmeye başlar ve farkında olunmadan toplumsal kamplaşmanın bir aracı hâline dönüşür. Toplum tarafından şu veya bu şekilde istenmeyen özürlüler, sadece sosyal yönden dezavantajlı grup olmakla kalmaz sinsice yapılan bilinçli bir düşmanlığın yansıması olarak sosyal hayatın her karesinden dışlanarak uzaklaştırılırlar. Özellikle Batı toplumlarının tarihinde bu tutum ve davranışın hangi vahim sonuçlara yol açtığı konusunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.[1]

İlginçtir, maddecî bir yaklaşımla verimsiz olarak görülen özürlülerin yaşama hakkını elinden alan toplumların gelişmişlik ve eğitim seviyesi de hayli yüksektir. Demek oluyor ki, önyargılarla beslenen bir eğitim sistemi, hakikati yakalamak, güzeli keşfetmek, toplumsal gelişime katkı sağlamak, iç ve dış barışı temin etmek gibi fonksiyonlarını da kaybetmektedir. Önyargılardan kendini kurtaramayan bir eğitim anlayışı, sosyal boyutuyla güçlü olanların gücüne güç katan ve zayıf olanları da pasifleştiren, onları yok sayan tehlikeli bir silah hâline dönüşebilmektedir. Bilim ve eğitimi tehlikeli kılan aslında bilimin ve eğitimin kendisinden ziyade bilim ve eğitimin mayasına ve mahiyetine zıt olan bazı menfî unsurların ve bakışların ilim dünyasında ve toplum nezdinde geçerlilik kazanmasıdır. İşte bu yüzden bilim ve eğitimin yanında toplumsal kalkınmamızı engelleyen en büyük zihnî ve sosyal mikrop, basmakalıp hükümlerin oluşmasına zemin hazırlayan önyargılarımızdır.

Değişmez olarak kabul ettiğimiz menfi ve tahrip edici görüşler, hayatın gerçeklerinin baskısı ile tashih edildikçe tutum ve davranışlarımız da o nispette olumlu yönde gelişecektir. Daha önceden öğrenilmiş (öğretilmiş) veya kurgulanmış standart kalıplar çerçevesinde ortaya çıkan görüşler, hayat şartlarının bir gereği olarak ne kadar sıklıkla yeniden gözden geçirilip değerlendirilebilir ise, bilimsel gelişmelerin ve toplumsal bütünlüğün sağlanması da o nispette mümkün olacaktır. O halde, sosyo-ekonomik gelişme hedefi doğrultusunda toplumsal önyargılar ve basmakalıp hükümlerle mücadele noktasında aile ve toplum bazında sürdürebilir stratejilere, bilim ve eğitim politikalarında da yeni paradigmal açılımlara ihtiyaç vardır.

Bilimde Önyargılı ve Önyargısız Paradigmalar

Eğitimin temel gayesi, mutlu ve başarılı bir toplum oluşturmak olduğuna göre, bilimin temel başvuru kaynaklarının sağlam ve eğitim sistemimizin de kaliteli olması gerekir. Bu çerçevede eğitimi nitelikli hâle getiren bilimsel kaynakların çeşitlendirilmesi, bir başka ifadeyle metafizik boyutuyla zenginleştirilmesi yani manevîleştirilmesi zaruridir. Bilimin manevîleştirilmesinden yani manevî bilimlerden[2] elde edilen bulguların bilimselliği, çoğu kez pozitivist bilim adamları tarafından şüphe ile bakılmaktadır. Bu şüphe, seküler düşünce ekseninde gelişen dayatmaların da etkisiyle genelde bulguların doğru olamayacağı yönde şekillenmektedir. Hâlbuki bilim dünyasında şüphe (acaba olabilir mi?), sadece negatif anlamda değil (olamaz önyargısı) hakikati bulma adına pozitif anlamda da (neden olmasın veya belki de olabilir) boyutuyla da değerlendirilmesi gerekmektedir. Negatif şüphecilik, çoğu kez nefsimizin ve önyargılarımızın bir tezahürü iken, pozitif şüphecilik, ilmin ve hikmetin anahtarı olan kişisel merakımızın ve hakikati bulmanın bir ıstırabıdır. Önyargılarından bir türlü kurtulamayan ve dolayısıyla bilimi negatif şüphecilik üzerine bina eden pozitivist bir bilim adamının düşünce dünyasında iki temel paradigmal sorun vardır:

1.)             Varlıkların ve hadiselerin sadece dış görüntüleri üzerinde odaklanır ve objektif (nesnel) olmak adına mevcudata mevcudat hesabına bakmakla sekülerliğin veya tabiatperestliğin tuzağına düşer.

2.)             Kişilerin davranışlarını ruhî (nefsî) özelliklerine göre değerlendiremediği için, manevî âlemlerle ve varlıklarla bir türlü bilimsel ilişki kuramaz ve kâinatı ilmî ile kuşatan Yaratan’ın kudretini göremez.

Önyargılarından arınmış ve bilimsel araştırmalarını pozitif şüphecilik esaslarına göre şekillendirmek isteyen bir bilim adamının ise buna mukabil iki farklı paradigmal hasleti vardır:

1.)             Varlıkların mahiyetini ve hadiselerin perde arkasını inceler ve hakikati yakalama adına sadece aklı ile değil kalbi ile de tefekkür eder.

2.)             Varlığa ve hadiselere manevî boyutuyla da bakmakla sünnetullahın (ilahî kanunların) sırlı dünyasını keşfeder ve aslında Yaratıcı’yı tanıtan varlıkların gerçek mahiyetini görmeye çalışır.

İster bilim dünyasında, isterse toplum hayatında olsun önyargılı tutum ve davranışlarını ısrarla sürdürmek isteyen bir insanın psiko-sosyal ve ahlâkî yapısında da olumsuz bazı değişimler görülebilir.

1.)             Maneviyatı inkâra meyleder, metafizik boyutlu ne varsa ve özellikle dinî olan her şeyi reddeder. Bunun bir sonucu olarak nihilizmin pençesinden kurtulamaz. Bir başka ifadeyle kişi, manevî değerleri, ilâhî dinleri kabul etmediği gibi, metafizik hiçbir realitenin olmadığını düşünür. Hiçbir şeyin önemi olmadığını ve hakikat diye bir şeyin bulunmadığını iddia etmekle gayesiz ve idealsiz yaşamayı tercih eder.

2.)             Kader ve ahiret gibi temel imanî meselelerde inancını yavaş yavaş yitirdiği için, üstünlüğü ve gücü maneviyatın dışında olan şeylerde veya şahsî fayda sağlayan yaklaşımlarda arar. Böyle kişiler, narsist eğilimleriyle kendilerini sürekli olarak beğen(dir)mek, üstünlük sağlamak, makam ve şöhret gibi bazı dünyevî menfaatler elde etmek isterler.

3.)             Kişi, zamanla başkalarını beğenmemeye başlar, kibirli, gururlu ve inatçı bir kişiliğe dönüşür ve kendinden başkasını düşünmeyen bencil, egoist ve asosyal bir insan olur.

4.)             Nefsine düşkünlüğünden ötürü bazen en küçük bir menfaat için en değersiz şeylere bile bel bağlamaya ve toplumda itibarını kaybetmeye başlar.

5.)             Bencil, kibirli ve bununla birlikte önyargılı bir insan, gaddardır, merhametsizdir; su-i zan etmek (kötü düşünmek) ve dedikodu yapmak için her fırsatı kullanır ve hüsn-ü zandan (güzel düşünmekten) hep nasipsiz kalır.

Genelde önyargılı bir insanın, özelde peşin hükümlü bir bilim adamının bireysel gibi görünen saplantıları ve zararları, sosyal çevrenin desteği ile birlikte zamanla toplumun düzenini de sarsabilecek boyutta olabilir. Önyargılı düşünceler, dalga dalga yayıldıkça özellikle kendilerini zihnen ve fiziken güçlü görenler, zayıflara (özürlülere, yaşlılara) karşı baskı kurmaya meylederler. Demokratik ve sivil toplumlarda bile maneviyattan mahrum bazı baskı ve menfaat gruplarının, sosyal dayanışma ve fedakârlık göstermek yerine ekonomik kaynakların yeterli olmadığı inancı ile bazı toplumsal kesimlere (mesela bakıma muhtaç yaşlı ve özürlülere) aktif veya pasif ötenazinin uygulanması yönündeki önerileri, seküler düşünmenin, menfî şüpheciliğin, yersiz korkuların, nihilizmin ve narsizmin bir yansımasıdır.

Temelleri sosyal darvinizme[3] dayanan bu önyargılı görüşler, Batı toplumlarının sosyal barışını her zaman tehdit etmiştir. Toplumsal önyargılar, sadece bir ülkenin sosyal dengesini bozmaz uluslar arası boyutuyla da bir tehdit oluşur. Ulusal boyutuyla sosyal gruplar arası çatışma ve rekabet, düşmanlığa ve nihayetinde başkası üzerinden menfaatlenme veya başkasını yok etmeye yönelik olduğuna göre, güçlü toplumlar, uluslar arası boyutuyla başkaları üzerinde hegemonyal bir güç oluşturmak isteyeceklerdir. Sosyal dayanışmayı gereksiz gören ulusal kapitalist yapılanmalarının bunun için dünya çapında da yaygınlaştırılması gerekmektedir. Küreselleşme sayesinde hem ekonomik üstünlüğün sağlanması, hem de medeniyetler arası çatışmanın tahrik edilmesi, kökleri önyargılara dayanan sosyal darvinizme, menfî milliyetçiliğe ve bunun bir ekonomik modeli olan (vahşî) kapitalizme dayanmaktadır. Bilimsel önyargıların yanılgısal bir sonucu olarak türeyen bütün felsefik, sosyal ve ekonomik düşünce akımları ve buna bağlı olarak oluşturulan model ve sistemler, netice itibariyle toplumların huzurunu yok etmiş ve dünya barışını da tehdit etmiştir.

Öyle ise toplumların saadet, huzur ve güven içinde yaşayabilmeleri için, düşünce dünyamızı ve doğru düşünmemizi sağlayan zihnî melekelerimizi yeniden gözden geçirmemiz şarttır. Düşüncelerimizin doğru olup olmadığının test edilmesini sağlayan şüphecilik, bilimsel çalışmalarda önemli bir kontrol mekanizması olduğu doğrudur. Ancak, ifade edildiği gibi, şüpheciliğin, duygularımız ve nefsimizle de irtibatlı olan salt akıl ile muhakeme edilmesi halinde şahsî görüşlerimiz ve önyargılarımızdan kurtulmamız da zorlaşacaktır. Bilimsel veriler, hakikatleri gösterme açısından ne kadar açık ve seçik de olsa, önyargılarımızla karıştırıldığında, menfi şüpheciliğin esiri olmaya mahkûmuz. Müspet şüpheciliğe de bir fırsat verme adına yeni bilimsel tespitlerin başka zihnî melekelerle de muhakeme edilmesinde fayda vardır. Bunların başında sosyal duyarlılığımızı geliştiren, merhamet ve şefkat duygularımızı besleyen kalbî ve vicdanî düşünce mekanizmaları gelmektedir. Ancak bu tarz bütüncül bir düşünce boyutuyla bilim ve eğitim, şahsîlikten ve önyargılardan kurtulur ve evrensel bir nitelik kazanır.

Önyargılardan Kurtulmanın Yolları

Önyargılar, hem bilimsel, hem de toplumsal gelişmelerin önünde en büyük engel olduğuna göre, bununla mücadelede kişisel ve toplumsal boyutlu çözüm stratejilerine ihtiyaç vardır. Önyargılarla mücadelede kanunî düzenlemelerin kendi başına yetersiz olduğu açıktır. Belki de bundan daha da önemlisi zihinlerimizde oluş(turul)an önyargılı düşüncelerin nasıl yok edileceği noktasında yapılması gereken girişimlerdir. Tutum ve davranış kalıplarımızı da olumsuz yönde etkileyen önyargılı düşüncelerimizden kurtulmanın yolu, kendimizi iyi tanımaktan geçer. Şahsî kusurlarımızla birlikte kendimizi ne kadar yakın tanırsak, olumlu ve olumsuz diğer boyutlarımızı da o nispette keşfedeceğiz. Başta nefsimiz olmak üzere zihnî ve manevî hasletlerimizi yakinen tanımakla, keşif yolculuğuna çıkmış her iyi niyetli ve dürüst insan, önyargılı görüşlerinden arınma fırsatı bulacaktır. Yeter ki nefsini kontrol etmede mücadeleyi terk etmesin, zan ve tenkitlerinde her zaman itidalli görüşlerini koruyabilsin. Ancak bu şekilde her türlü önyargılı tehlikelerden korunmuş oluruz. Sonuç olarak önyargılarımızdan en kestirme yollardan kurtulmanın temel yaklaşımlarının özelliklerine birlikte bir göz atalım:

a) Nefsi Kontrol Altında Tutmak: Basmakalıp hükümlerin kaynağı, insanı her zaman başkalarından daha üstün görmesine müsaade eden hatta teşvik eden bizatihi insanın egosu veya nefsidir. Kendi mantık ve muhakemesine göre belli bir konuyu araştıran bir bilim adamı, bazen şahsî mülahazalarını merkeze oturtup o konuyu nefis ve cismaniyet açısından değerlendirebilir. Bunu yaparken de gayri ihtiyarı olarak bazen yanılabilir, yanlış hükümlere varabilir ve iddialı bir şekilde kendisini mutlak haklı sanabilir. Kalben ve vicdanen akletmeyi ihmal eden bir bilim adamı farkında olsun veya olmasın nefsanen akletmeye başlar. Bir bilim adamının düşebileceği en büyük tuzak, en sinsî tehlike de aslında budur. Bunun için bilim adamları, nefsânî meyillerin baskısına rağmen aklın, kalbin ve vicdanın sesine uyarak, her zaman bilimsel doğrulara ve sosyal gerçeklere saygılı olmalıdırlar. Nefsimize hoş gelen basmakalıp hükümlerin, sosyal düzeni ve barışı bozacak kadar korkunç sonuçlar doğurabileceğini bilseydik, acaba belirli sosyal gruplar ile ilgili yanlış, abartılmış ve(ya) menfi yargılamalarımızı tashih etme ihtiyacı duyar mıydık? Acı bir gerçek de olsa bazen fikrî sapmaların bir sonucu olarak sebep olduğumuz toplumsal felaketler, bizleri nihayetinde aklıselime davet etmektedir. Bazen ise yine nefislerimizin arzularıyla geliştirdiğimiz tez ve iddialarımızı bütünüyle çürüten gelişmeler, bizleri ne derece yanıldığımızı hatırlatmaktadır. Mesela nasıl ki “kadınların saçı uzun aklı kısa” önyargısını ilim dünyasında başarılı kadınların sayesinde yavaş yavaş zihnimizden atabiliyorsak “özürlüler aciz insanlardır” peşin hükmünü de mesleğinde başarılı olan özürlüler sayesinde ortadan kaldırabiliyoruz. Öyle ise hata yapma ve mahcup olma ihtimallerine karşı “bilimsel” tezlerimizle iddialı çıkışlar yapmak yerine daha dikkatli ve rikkatli konuşmakta ve açık kapılar bırakmakta fayda vardır.

b) İnsaflı Olmak: Toplumların akıbetini ve geleceğini önemli derecede biçimlendirebilen bilim adamları, düşünce boyutlarını bütüncül bir bakışla zenginleştirebildikçe, fikir dünyasında görüş ayrılıkları azalacak ve küresel boyutuyla evrensel hakikatlere daha çabuk kavuşulacaktır. Yanlış ve eksik bilgiden kaynaklanan fikir ayrılıkları, aklın dışında hem vicdanın, hem de kalbin sağlayabileceği yeni bilgi kaynakları ile giderilmelidir. Bu açıdan bilimsel çalışmalarda ve eğitim hizmetlerinde hak ve hakkaniyet ölçüleri çerçevesinde tavır sergilemek ve insaflı davranmak elzemdir. Bilim ve eğitimde insaflı olmak, başta dezavantajlı sosyal gruplar olmak üzere muhatap olduğumuz herkese karşı, merhametli, dürüst ve âdil muamelede bulunmaktır. Bunun için de ilmî araştırmalarda doğruluktan ayrılmamak şartıyla azamî derecede nefis, heva ve hevesten uzak akıl, mantık, kalp, vicdan ve evrensel insanî değerlere uygun davranışlarda bulunmak zaruridir. Şahsî duygu ve düşünceleri farklı olduğu halde (ve nefsin dürtülerine rağmen) meselelerin gerçek mahiyetine vakıf olduktan sonra ilmî gerçekleri gizlemeyen bilim adamları mesleklerinde insaflı davranmış olurlar.

c) Hüsnü Zan Beslemek: Doğruları keşfetmek isteyen bir insan, her zaman güzel düşünmeye ve iyilikleri görmeye çalışmalıdır. Herhangi bir sosyal grubun içinde yer alan bir insanın şahsî hatalarından dolayı hemen o grubu lanetlemek, ne insafla, ne de hüsnü zanla bağdaşır. Kişi, kendinden farklı diğer grup üyelerinin güzelliklerini de görebilmeli ve hükümlerinde azamî derecede âdil olabilmelidir. Bu yönüyle iyi niyete dayanan pozitif düşünce, farklı tefekkür ve yorumlara ulaşmamıza vesile olan bir meziyettir. Diğer topluluklara hüsnü zan ile bakan bir bilim adamı, ne ötekileştirmekten ne de ötekileri asimile etmekten yana bir tavır koyabilir. Toplumların, azınlıkların ve diğer sosyal grupların farklı kültürel özelliklerini ve yapılarını bir zenginlik ve bir sosyal kaynaşma unsuru olarak görmek, Yaratan adına yaratılanı sevmek ve bu bağlamda sadece hoşgörü ve hüsnü zanla mümkündür.

d) Tenkitte İtidali Korumak: Bilimde en doğruyu bulabilmek niyetiyle tenkit etmek (eleştirmek) ve tenkide açık olmak, haddizatında bilimsel gelişmenin en önemli unsurlarındandır. Hak ve hakikatin inkişafına katkı sağlayan bilimsel tenkitler, onun için hep teşvik edilmiştir. Ne var ki kibir ve garaz gibi nefsî duygularımızla yapılan her türlü menfî tenkit, tam tersine bilim adamları arasındaki meslekî ilişkiyi, işbirliğini ve güven ortamını sarsabilir ve en sonunda bilimsel kaosa da yol açabilir. Şahsî görüşlerini hep ön planda tutmak isteyen gururlu ve önyargılı bilim adamları, bundan dolayı hiç bir zaman fikir teâtîsine ve ortak akla önem vermemişlerdir. Bundan dolayı bilim adamları, zihnî ve fikrî saplantılara yol açabilecek risk tuzaklarından uzak kalabilmeleri için, meslektaşlarına karşı fevkalâde vefalı olmalı, istişareye önem vermeli ve hakkın hatırını hep yüce tutmalıdır. Haklı ve haksız çıkmaktan çok hakkın ortaya çıkmasına önem verilmelidir.

e) Manevî Düşünceyi Geliştirmek: Aydınlanma süreci ile birlikte modern dünya, bilgi ve zihnî faaliyetlerimizin tek kaynağı olarak salt aklı gösterdi. Buna bağlı olarak metafizik veya manevî düşünce kaynaklarımızı yeterince işlevsel hâle getiremediğimiz için, zihnimiz, gözlem ve deneylere dayanan bilimsel yöntemlerle salt fizikî gerçeklere yönel(til)di. Böylece bütüncül düşünce boyutlarından mahrum edildik. İnternet çağında fazlasıyla elde edilen yığınsal bilgi (malumat) bile, ne zihnî-kalbî aktivitelerimizi harekete geçirebildi, ne de hikmet ve hakikat çizgisinde manevî tefekkürümüzü zenginleştirebildi. Öyle ise rasyonalizmin[4] doğurduğu bilimsel önyargılardan (akademik cahillikten) kurtulabilmek için, akıl ve kalbin birlikte işlev gördüğü bir düşünce ufkuna ulaşmak gerekir. Ancak bu şekilde kalben akletmekle beyin ve zekânın da akleden kalbinin bir hizmetçisi hâline getirmemiz mümkün olacaktır. Böylece dünya (görülen) ile sınırlı olan kapalı (seküler) bir sistemin dışına çıkılarak, ucu açık hikmet ve irfan yolunda hem manevî (ruhî) terakkiler, hem de hakikat adına yeni ilmî keşifler elde edilebilecektir. İlmî keşif ve gelişmeler, manevî bilimlerle teyit edildikçe, bununla birlikte maneviyat âlemindeki bulgu ve veriler de ampirik ve bilimsel yöntemlerle tespit edildikçe ilim ve maneviyat kol kola ilerleyecektir. Bilimin yanında maneviyatı da içine alan (açık) bir düşünce sistemin oluşturacağı insan ve sevgi odaklı eğitimin, küresel barışa ve dünya toplulukların saadetine sağlayacağı katkıyı düşünebiliyor musunuz?

 

 

 

 

 

Google