|
HADİSLERDE “YAŞLILIK
OLGUSUNUN” DEĞERLENDİRİLİŞİ*
Doç. Dr. Saffet SANCAKLI**
Özet
Yaşlılık dönemi/süreci insanoğlunun,
hayat merdiveninde yol aldığı ve ondan sonrasının ölüm olduğu son
basamaktır. Dinin tebliğcisi ve uygulayıcısı konumunda olan Hz.
Peygamber’in yaşlılarla olan ilişkisi ve örnekliğinin günümüz insanına
olumlu mesaj verme açısından fevkalade önemli olduğu kanaatindeyiz. Bu
çalışmada Hz. Peygamber’in yaşlılarla olan diyalogu, yaşlılık olgusuna
bakışı, yaşlılarla olan ilişkilerde nelere dikkat edileceği, hadislerde
yaşlılara verilen değerin önemi üzerinde durulmaktadır. Ayrıca
huzurevlerinin gerekliliği/ıslahı ve alternatif kurumların tesisi
üzerinde de dikkat çekilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hz. Peygamber, hadis,
yaşlılık, yaşlılar, olgu.
Abstract
An Evaluation of Phenomenon of Old Age in Hadiths
The process of old age is the final
footstep of life ladder prior to death. Prophet Muhammad’s contact with
old people as practitioner of divine religion Islam is of great
significance in the context of giving constructive messages to
contemporary human beings with regard to how old people should be
treated. In this study, we have elaborated and evaluated the dialogue of
Prophet Muhammad’s with old people, His specific point of view regarding
old age, His remarks about how old people should be treated and the
value He attributed to old people in His sayings. Additionally, we have
proposed that retirement homes or alternative nursing homes for old
people are inescapable when His sayings are taken into account.
Key Words: Prophet Muhammad, Hadith, Old Age,
Old Timers, Phenomenon
Giriş
Avrupa’da olduğu gibi, ülkemizde de yaşlı nüfus hızla
artmaktadır. Şu anda 7-8 milyon civarında olan yaşlı nüfusumuzun, 2025
yılında 12-15 milyon olacağı yetkililer tarafından tahmin edilmektedir.
Öte yandan dünya nüfusu da, git gide yaşlanmaktadır. 2010 yılında
Avrupa’da 60 yaşını geçen insanların nüfus oranının yüzde 25’i bulacağı
tahmin edilmektedir.
Hatta 21. yüzyılın “yetişkinlerin asrı” olacağı söylenmektedir.
Yapılan araştırmalar, gelecekte yaşlıların dünya nüfusundaki payının
giderek artacağını, saçları ağaran bir dünyada yaşayacağımızı ortaya
koymaktadır. Dünya nüfusunun yaşlanması sadece endüstrileşmiş ülkelerle
sınırlı olmayıp, gelişmekte olan ülkelerde de gerçekleşen bir süreç
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dolayısıyla yaşlı nüfusu yoğun olan ülkelerde var
olan yaşlılık sorunları, toplumumuzda da yavaş yavaş kendini
hissettirmektedir. Yaşlılık hem bireysel, hem de toplumsal bazda bir
problem olarak algılanmaktadır. Dünyanın yaşadığı “yaşlılık olgusu”
ile bizim yaşadığımız “yaşlılık olgusu” hiç kuşkusuz aynı
değildir. Bu durum, yapılacak mukayeseli bilimsel bir araştırmada net
olarak ortaya çıkacaktır. Bu münasebetle günümüzde yetişkin sorunlarına
giderek artan bir ilgi duyulmaya başlanmıştır. Son yıllarda tıp,
edebiyat, tarih, eğitim, sosyal antropoloji ve psikoloji gibi pek çok
akademik alan ve disiplin, yetişkinlik problemleri üzerinde araştırma
yapmaktadır.
Son zamanlarda yaşlılık dönemiyle
ilgili yapılan araştırmalar git gide artış göstermektedir.
Bu da toplumumuz adına sevindirici bir gelişmedir. Ancak
yaşlılık dönemiyle ilgili yeteri kadar akademik araştırma ve inceleme
yapılmadığı ve bir literatür oluşmadığı da bir gerçektir.
Yaşlılık, insan hayatının zorunlu olarak geçirmek
durumunda kaldığı ve önlenmesi/geri gelmesi mümkün olmayan sosyolojik,
psikolojik ve biyolojik bir süreçten ibarettir. Hz. Peygamber bir
hadislerinde bu realiteyi
“Ey Allah’ın kulları! tedâvi olun, çünkü Allah, her
hastalık için mutlaka bir devâ yaratmıştır. Ancak bir dert müstesna, o
da ihtiyarlıktır.”
buyurarak dile getirmektedir.
Günleri geçsin diye iple çeken insan, çektiği şeyin
veya bu çekişlerle varmaya çalıştığı hedefin ihtiyarlık olduğunu hiç
aklına getirmez.
Yaşlılar, adeta ikinci çocukluk dönemlerini yaşadıkları için çok çabuk
darılır, üzülür, alınganlık gösterebilir. Dolayısıyla geleceğimiz olan
çocuklarımız ne derece önemliyse, ürünü olduğumuz yaşlılarımız da o
derece önemli olmalıdır. Onların bazı sıkıntılarına, sabır ve tahammül
göstermeyerek asi olmak, onlarla iyi geçinmemek, onları rencide etmek,
dinin hoş görmediği hususlardır. Onları sadece “1 Ekim yaşlılar günü”
kutlamalarında anıp,
sonra unutmak onlara karşı vefasızlık olur. Hz. Peygamber, yaşlılık
dönemini hayatın bir parçası olarak kabul ettiğinden, yaşlılık olgusuna
gerçekçi yaklaşmış, yaşlılara karşı nasıl davranılacağını, onlarla olan
ilişkilerde ahlâkî ilkelerin neler olduğunu bizlere göstermiştir.
Dolayısıyla başta anne-baba olmak üzere büyüklere karşı görevler, başta
ahlâk kitapları olmak üzere pek çok kaynakta yer almaktadır.
Hadis kaynaklarında ise konu değişik bölümlerde zikredilmekle beraber
daha çok “edeb/âdâb” bölümlerinde yer almaktadır. Örneğin Buhârî,
“Kitâbü’l-Edeb” kısmında “Büyük olana ikram edilmesi, söze ve
soru sormaya yaşça daha büyük olanla başlanılması” ismiyle bir bâb
açmıştır.
Zikrettiğimiz bu tür kaynaklarda yaşlılık ve yaşlılarla ilgili pek çok
bilgi bulmak mümkündür.
I-
Yaşlılık Realitesi
Yaşam serüvenine doğumla başlayan insan, hayatı
boyunca bir takım gelişim dönemlerinden geçerek bu serüvenini ölümle
noktalamaktadır. Yaşlılık dönemi, bu gelişim evrelerinin en
sonuncusudur. Her gelişim döneminin kendine özgü bazı karakteristik
özellikleri vardır.
Erken bir ölüm olmadığı takdirde kaçınılmaz bir son olan yaşlılık
dönemi, değişik kategorilerde tasnif edilmektedir. İlk, orta ve son
yetişkinlik olmak üzere üç safhada inceleyenler vardır.
Bazılarına göre, 30-60 yaş dönemi orta yaş, 60’ın üzeri ise ileri yaş
dönemi olarak değerlendirilmektedir.
Dolayısıyla ileri yaşlılığın başlangıç yaşı ile ilgili olarak kesin bir
sınır belirlenememekle birlikte, 65 yaş yaygın olarak kabul görülen bir
rakamdır.
Yaşlılık belirtileri, herkeste aynı olmayabilir.
Bazılarında erken, bazılarında ise daha geç olarak ortaya çıkabilir.
Yaşlılar, genelde prestij kaybettiklerini ve bir işe yaramadıklarını
düşünerek kendilerini değersiz addedebilirler. Çevresindeki insanların
kendilerine karşı gösterdikleri jest-mimiklerinde bile bu duyguyu
arayabilirler. Umutsuzluk, bıkkınlık, çaresizlik, ilgisizlik gibi pek
çok olumsuzluğu kendilerinde hissedebilirler.
Yaşlı insan, bütün organlarında belirgin olarak
olumsuz yönde değişiklikler hissetmekte ve geçmişiyle sık sık
kıyaslamalar yapmaktadır. Belirgin olarak dokunma, işitme, görme,
hafıza, koku ve tat alma gibi duyulardaki zayıflamalar kendini
göstermektedir.
Ashabdan birinin “Yaşlandık ve unuttuk.” ifadeleri de
yaşlılık sebebiyle uğranılan zaafa dikkat çekmektedir. Yaşlılarda
unutkanlık artmasına rağmen, daha çok yaşadıkları için bilgi, kültür ve
tecrübeleri ise daha fazladır. Gençlerde ise, hafıza yıpranmadığından
daha güçlüdür. Saçların dökülmesi, beyazlaması, deride ve kemiklerdeki
değişiklikler, kamburlaşma, dişlerin dökülmesi gibi hususlar fiziksel
değişiklikler olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bunların neticesinde
karşılaşılan olumsuzluklar kişiyi psikolojik olarak da etkilemektedir.
Zihinsel yeteneklerde özellikle ileri yaşlarda düşüş
olur. Zekânın, yaşlılıktan en fazla etkilenen yönleri akıcı zekâ ve
performans testiyle ölçülebilenlerdir. Yaşlılıkta kristalize (birikimli)
zekâ, pek fazla değişikliğe uğramazken, akıcı zekâda zayıflama gözlenir.
Öğrenme ve bellekte 65 yaşlarından itibaren hızlı bir gerilemenin ortaya
çıktığı belirlenmiştir. Öğrenme ile ilgili performansı olumsuz yönde
etkileyen faktörler arasında motivasyon eksikliği, sinir sistemi ve
duyularda ortaya çıkan bozulmalar, algı süreçlerindeki yavaşlama, beynin
yeni bilgiyi kaydetme hızındaki ve seçici dikkatteki azalmalar, öğrenme
stratejilerinin yeterince kullanılmaması sayılabilir. Yine yaşlılarda
bilişsel fonksiyon kaybının nedenleri arasında, kan dolaşımında meydana
gelen arızalardan dolayı kanın beyine yeterli miktarda gidememesi
gösterilir.
Ayrıca yaşlının aşırı derecede alınganlaşması da, bu dönemde göze çarpan
özelliklerdendir.
Yaşlılığın en büyük sorunlarından birisi, bedenin
kuvvetten düşmesinden çok, ruhun kayıtsızlığa kapılmasıdır. İnsanların
bazılarının gönlü de yaşlanır. Maddî istekler azaldığından, belki de
ömrün sonlarına gelindiği düşüncesi arzu ve eğilimleri söndürdüğünden
dolayı, insan gönlü adeta çoraklaşır. İnsanı yavaş yavaş pek çok hazdan,
serüven ve dostluklardan uzaklaştıran yaşlılık, ölüm düşüncesine
yaklaştırır. İhtiyarlığı bütünüyle benimsemiş bazı kimseler, hayata
karşı ilgisiz, etraflarında olup bitenlere karşı duyarsız bir tutum
sergilerler.
Onlar daha edilgen, iç dünyalarına daha dönük, kendi duyguları ve
fiziksel işlevleriyle daha ilgilidirler.
Eşinin ve çevresindeki yakınlarının ölümleri, onları yalnızlık hissine
götürebilmektedir. Emeklilikle birlikte sosyal statüsünün azalması,
dolayısıyla aktif yaşamdan pasif bir yaşama geçmesi onları daha da
yalnızlığa itmektedir. Bu nedenle bazı yaşlılar, kendilerinin artık bir
işe yaramayacakları intibaını vermemek için yaşlandıklarını kabule
yanaşmazlar.
Yaşlılık dönemini yaşayan emekli bireyler, topluma
üretim olarak katkıda bulunamadıkları için, eksiklik hissi
yaşayabilmekte, dolayısıyla daha önceki dönemlerde sahip oldukları
işini, beraberindeki sosyal statü ve rolünü, bunun yanında ekonomik
bağımsızlığın vermiş olduğu güven duygusunu aramaktadırlar. Önceleri
evdeki çocuklarının kendilerine ihtiyacı olduğu, şimdi ise kendilerinin
bir işe yaramadığı hissine kapılabilmektedirler. Artık yaşlı bireylerin
ev yönetimindeki görüş ağırlıkları hafiflemekte veya hiç kalmamaktadır.
Yaşlılığın özelliklerinden birisi de, eskiye duyulan
özlemin git gide artması ve yaşlanmaya başlayan şahısla, genç nesiller
arasındaki mesafenin sürekli olarak açılmasıdır. Gençlerin hal ve
hareketleri, eskiyle kıyaslanarak sürekli olarak tenkit edilme yolu
tercih edilir. Başka bir özellik de yaşlı insan, çevresindeki herkesin
ona saygı duymakla ve hizmet etmekle yükümlü olduğunu zannetmesidir. Bu
da yaşlılık psikolojisinin getirdiği olumsuz duygulardır.
Onlar, yakınlarından daha sıcak bir ilgi beklentisi içerisindedirler.
Pek çok yaşlının, yakınları tarafından terk edilerek
ilgilenilmemesi neticesinde hastalandıkları ve kendi hallerinde ölüme
terk edildikleri yaşanılan olaylardandır. Yaşlılardan intikam almak,
onları doğrudan veya dolaylı olarak cezalandırmak, onların hareket
manevralarını kısıtlamak veya sınırlamak doğru değildir. Onlara kötü
lakaplarla hitap etmek, onlarla alay etmek, saygısızca, şefkat ve
merhametten uzak bir şekilde muamelede bulunmak hem ahlâkî ve hem de
insanî değildir.
Yaşlı insanlarda dine yönelme, dine olan ilgi,
dindarlaşma olayı daha yoğun bir şekilde kendini göstermektedir.
Örneğin yapılan alan araştırmalarında yaş arttıkça hem namaz kılanların,
hem de oruç tutanların oranında artış olduğu tesbit edilmektedir.
Bu dönemde din, yalnızlığa karşı bir sığınak, sosyal bir destek,
değerlere bağlanma gibi çok önemli ihtiyaçları giderir.
Böylece bu durumlar, yaşlılık döneminde yaşanılan yalnızlığın verdiği
ruhsal bozukluğu dengeleyebilecek din eğitiminin önemini ve
gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Bu dönemi yaşayanlar kendilerini ölüme daha yakın hissetmektedirler.
II-
Kur'ân-ı Kerim’in Yaşlılık Dönemine Bakışı
Kur'ân, yaşlılığı, ölüm gibi insan hayatının tabii
bir parçası olarak görür. Hatta insanların dikkatlerini yaşlanma
dönemine çekerek bu döneme özel bir önem atfeder.
Kur'ân-ı Kerim’de yaşlılık dönemiyle ilgili pek çok âyet bulmak
mümkündür. Bunlar arasında doğrudan yaşlılık dönemiyle ilgili âyetler
olduğu gibi, anne-babanın yaşlılığı/bakımı ve bazı peygamberlerin
yaşlılık dönemleriyle ilgili âyetlerden bahsetmek de mümkündür.
Kur’ân’da yaşlılık döneminin biyolojik ve psikolojik yönden ortaya
çıkardığı değişiklikleri, kişilik yapısında meydana gelen farklılaşmayı
anlatan metinler yer almaktadır. Bu metinler, insanı, ihtiyarlık çağının
özellikleri hakkında bilgilendirmekten çok, metafizik amaçlar
doğrultusunda yönlendirmeyi, ihtiyarlık çağını yaşayan insanlar için
kişilik yapılarına, beklentilerine uygun ortamı hazırlamayı amaç edinir.
Kur’ân, yaşlılık dönemini “erzeli’l-umur”
(ömrün en zor/en güç çağı) olarak açıklar. Her insan, doğal
olarak çocukluk, gençlik, yaşlılık ve ölüm gibi hayatın değişik
hallerini yaşar. İşte Kur’ân, bu safhalardan kısa ve öz olarak şöyle
bahseder: “Allah
sizi yarattı, sonra vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi
bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü (güç) çağına
kadar yaşatılacak. Şüphesiz ki Allah bilendir, kâdirdir.”
Kur’ân’ın “erzeli’l-umur” adını verdiği hayatın son evresi
fizyolojik ve psikolojik güç ve yetilerin zayıflamaya yüz tuttuğu
aşamadır.
Bu tabir, hadislerde de aynen geçmekte ve olumsuz
yönleri olması sebebiyle Allah’a sığınılacak hususlar arasında yer
almaktadır.
Özellikle akıl yetisinin güç kaybı artar, kişi bildiklerini unutur, aklı
çocuk aklı gibi olur. Duyuların işlerliğinde bozulmalar, ifade ve
düşünme yetilerinde düzensizlikler meydana gelir. İnsan ömrünün bu son
evresinin âyette “rezîl” olarak nitelenmesi, bozulan durumun
düzeltilmesinin mümkün olmadığı, geri dönüşü olmayan bir sürece
girildiği anlamına gelir. İnsan çocukluk çağında da güç ve
kabiliyetlerinin zayıflık ve eksiklik gösterdiği bir aşamadadır, ama,
çocuğun ilerde güç ve kabiliyetlerine kavuşma imkanı vardır.
Bu âyette aynı zamanda insanın yaşlılık döneminde
içine düştüğü çaresizlik ve sıkıntılı durum gündeme getirilmekte ve
böylece insanın acizliği tasvir edilmektedir. Hz. Peygamber, ömrün
sonundaki bu düşkünlükten ve yaşlılığın olumsuzluklarından Allah’a
sığınmıştır.
Kur’an’da başka bir âyette daha
“erzeli’l-umur” dan benzer ifadelerle şöyle söz edilir:
“…Dilediğimizi
belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek
olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetlerinize) ermeniz için (sizi
büyütüyoruz.) İçinizden kimi (henüz çocukken) vefat eder, kimi de
ömrünün en kötü çağına (ihtiyarlığa) götürülür; ta ki bilen bir kimse
olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin.”
Yaşlılığın beraberinde getirdiği
çaresizlik ve acizlik şu âyette de gündeme gelmektedir.
“Allah ki sizi da’fdan/güçsüz yarattı, sonra
zayıflığın ardından (size) bir kuvvet verdi, sonra kuvvetin ardından da
zayıflık ve ihtiyarlık verdi. Allah dilediğini yaratır, O, bilendir,
gücü yetendir.”
Bu âyette insanın yaratılış evrelerinden bahsedilmekte, insanın nasıl
yaratıldığını, aslının ne olduğunu ve neticede acizlik ve çaresizlik
çağı olan ihtiyarlığın geleceği anlatılmaktadır. Böylece insanın
şımarmaması, haddini bilmesi zımnen kendisine hatırlatılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim, anne-babanın yaşlılığını ve onların
güzelce bakılmasının gereğini teşbihler yaparak, adeta ikna metodunu
kullanarak/uygulayarak etkili biçimde anlatır. Çünkü yaşlanan anne-baba,
ihtiyarlığın beraberinde getirdiği olumsuzlukları yaşadığından himayeye,
şefkate, saygıya, bakıma, yardıma, hizmete ve iyi muameleye muhtaç bir
devreyi yaşamaktadır. “Rabb’in,
sadece kendisine kulluk etmenizi ve anaya babaya iyilik etmenizi
emretti. İkisinden birisi, yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık
çağına ulaşırsa sakın onlara “öf!” bile deme, onları azarlama! Onlara
güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat
ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi
de Sen onlara (öyle) rahmet et.’ diyerek duâ et”
Anne-baba yaşlılıktan dolayı hafıza ve güç
kaybına maruz kalır, bazı hastalıklara duçar olabilirler. Bu
hastalıkların getirmiş olduğu sıkıntılara karşı da sabır ve tahammül
göstermek gerekir. Her halükârda onların gönüllerinin hoş tutulmasını
isteyen âyet, aynı zamanda onlara karşı kötü davranılmamasını, onları
kırıcı, azarlayıcı, ve rencide edici söz ve davranışlardan kaçınılmasını
öngörmektedir. Kısaca anne-babaya ihsan ve iyilikte bulunulması esastır.
Anne-babaya saygısızlığın en hafif şekli ve bir iç
sıkıntısının ifadesi olmak üzere “Onlara öf
bile deme.” buyrulmuş, azarlanmamaları ve kendilerine güzel
söz söylenmesi emredilmiştir.
Yaşlı anne-babaya, ya da herhangi bir kimseye “öf!” demek, onunla
ilgilenmekten, ilişki kurmaktan duyulan rahatsızlığı; dolayısıyla ilgi
ve iletişim kurmak istemeyişi ifade eder. Kur’an, yaşlı anne-babaya
“öf deme!” ifadesini kullanırken, onlarla iletişimi kesmeyin,
onları yalnız başına bırakıp terketmeyin anlamını içeren bir manaya
vurgu yapar. Bu âyetin Kur’ân’da sunuluşunun, aslında aynı şeyi ifade
eden iki temel amacı olabilir. Amaçlardan birisi, ihtiyar insanlar
karşısında diğer insanlara düşen ahlâkî sorumluluğun vurgulanması,
diğeri ise, yaşlı kimselerin güven ve huzurunu sağlayacak ortamın en iyi
şekilde nasıl sağlanacağının belirtilmesidir. Aslında diğer insanlara
yüklenen ahlâkî sorumluluğun hedefi, yaşlı kimselerin güven ve huzur
içinde yaşayabilecekleri ortamı oluşturmayı sağlamaktır.
Hz. Peygamber’in anne ve
babası çok erken vefat ettikleri için onlarla ilgili örneklerden
mahrumuz. Ancak Hz. Peygamber’in anne-baba hakkıyla, yaşlılarla ilgili
söylemiş ve göstermiş olduğu davranışlardan, anne-babası sağ olsaydı
nasıl davranacağını ortaya çıkarmak zor bir iş olmayacağı kanaatindeyiz.
Hz. Peygamber, bir sahabiye müşrik olan annesiyle görüşmeyi kesmeyip,
devam ettirmesini tavsiye etmiştir.
Yine hadiste en fazla iyilik yapılmaya layık olanın anne olduğu arka
arkaya üç defa tekrar edilir, dördüncüde ise baba zikredilir.
Bunun sebebi de, annenin babadan fazla olarak hamilelik, doğum ve
emzirme zahmetlerine katlanmış olmasındandır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan sonra anne-babaya iyilikte bulunmak Kur’ânî
bir görevdir. Nitekim âyetlerde “Bana
ve anne-babana şükret.”,
“Biz insana anne-babasına iyilik yapmasını tavsiye etmişizdir.”
ifadeleri yer almaktadır. Hadiste de anne-babaya itaatsizlik ve
isyankârlığın büyük günahlar arasında olduğu bilinmektedir.
Anne-baba, kişiye,
Allah’tan sonra en çok iyiliği olan kimseler olarak, evlat üzerinde pek
çok haklara sahiptirler. Bu hakların ayniyle ödenmesi ise imkan
dahilinde değildir. Hz. Peygamber, “Evlat, babasını köle olarak bulsa
ve satın alıp azat etse; ancak o zaman hakkını ödemiş olabilir.”
buyurarak
anne-baba haklarının ödenemeyecek kadar büyük olduğunu dile getirmiştir.
Hadise göre ebeveynini hoşnut etmeyen, Allah’ı da hoşnut etmemiş
sayılır.
Babanın hoşnut edilmesiyle ilgili bir hadiste de “Baba,
cennetin orta kapısıdır, dilersen bu kapıyı zâyi et, dilersen muhafaza
et.”
buyrulmaktadır. Toplumumuzda ataerkil aile biçiminden çekirdek aile
biçimine hızla bir geçiş yaşanmaktadır. Çekirdek ailede aile fertleri,
istenilen düzeyde anne-babalarıyla ilgi ve alakalarını devam
ettirmelerinin dini bir vecibe olduğunu bilmelidirler.
Çocukların, büyüklerden etkilenmesi, onları sevmesine
ve onlara inanıp güvenmesine bağlıdır.
En başta anne-babaya iyi muamele, saygı, anne-baba ile
çocuklar arasında sevgiye dayalı uyum, bir aile için gerekli ve vaz
geçilmez unsurlardır.
“Cennet, annelerin ayakları altındadır.”
hadisi başka bir şeyi aratmayacak kadar konuyu veciz bir şekilde
anlatmaktadır.
Anne-babanın meşru olan arzu ve isteklerinin yerine getirilmesi her
halükarda söz konusudur. Meşru çerçevenin aşılması noktasında ise
“Hâlika isyân konusunda
mahlûka itaat yoktur.”
hadisinin hükmü geçerli olmaktadır. Bu
hüküm sadece anne-baba ile kayıtlı olmayıp diğer insanlarla olan
ilişkilerde de geçerlidir.
III-
Hz. Peygamber ve Yaşlılar
Hz. Peygamber, toplumun tüm katmanlarıyla
ilgilenmiş, onlarla yakın ilişkiler kurmuş ve özellikle kadın, köle,
çocuk, fakir, yaşlı gibi toplumun zayıf kesimleriyle de çok sıkı
diyaloglar tesis etmiştir. Hz. Peygamber’in hayatını tetkik ettiğimizde
yaşlılarla olan münasebeti ve onlar hakkında söylediği hadisler çok
gerçekçidir. O, yaşlılık realitesine gerçekçi yaklaştığı için kimi zaman
yaşlılık döneminin kritiğini/değerlendirmesini yapmış, kimi zaman da
onlarla şakalaşarak onlara bir takım gerçekleri anlatmaya çalışmıştır.
Örneğin, yaşlı bir kadınla konuşurken kendisinin cennete gitmesi için
duâ etmesini isteyince, Hz. Peygamber, yaşlıların cennete girmeyeceğini
söylemesi üzerine kadının üzüldüğünü görmüş ve herkesin en güzel yaşta
cennete gireceğini belirterek o kadının sevinmesini sağlamıştır.
O, başta anne-baba olmak üzere yaşlılara karşı nasıl muamelede
bulunulması gerektiğini de bizlere göstermiştir.
Hz. Peygamber, yaşlı insanlarda psikolojik olarak var
olan duygu ve isteklerinin yaşlılıkla beraber bitmediğini ve bunun devam
ettiğini söyler: “İnsan
ihtiyarlasa bile, onun iki duygusu hep genç kalır: Dünya sevgisi ile çok
yaşama arzusu.”
Bu tamamen psikolojik bir durumdur. Çünkü yaşlı insanın dünyalık
nimetlere karşı haz ve zevk alma duyularında zayıflama söz konusudur.
Dolayısıyla tam aksi olması beklenirken dünyaya karşı sevgide azalma
olmaz. Sefahat ve
gaflet içerisinde kalıp yaşlılıktan ibret almayan ve hala günaha giren
yaşlıları yadırgayan Hz. Peygamber,
aynı zamanda zina eden yaşlıyı da kınamaktadır.
Hz. Peygamber, yaşlanmanın kötü bir şey
olmadığını, aksine iyi değerlendirildiğinde kişiye avantajlar
sağlayacağını da şöyle ifade eder: “İnsanların
en hayırlısı, ömrü uzun, ameli güzel olanıdır.”
Bu tür mesajlar yaşlılara moral vermekte, onları sevindirmektedir.
Hz. Peygamber’in çok uzun olmasa da, belli bir dönemi
yaşlı olarak geçirdiği bir vakıadır. “Kendisine yâ Rasûlallah
yaşlandınız.” denildiğinde bu realiteyi kabullenmekten kaçınmamış ve
kendisini bazı sûrelerin yaşlandırdığını itiraf etmiştir.
Genel olarak Hz. Peygamber, aile reisi olarak yani bir koca, baba ve
dede olarak mükemmel bir kişiliğe sahiptir. Enes b. Mâlik, Hz.
Peygamber’in âile ilişkilerini çok kısa bir şekilde şöyle anlatır: “Âile
fertlerine karşı Hz. Muhammed’den daha şefkatlisini görmedim.”
Hem hanımlarıyla, hem de çocuk ve torunlarıyla ideal manada ve örnek
teşkil edecek tarzda ilişkilerini sürdürmüştür. Kızı Fatıma, torunları
Hasan, Hüseyin ve Ümâme ile ilgili kaynaklarda pek çok bilgi vardır.
Kendisinin, bir dede olarak da torunlarıyla çok güzel günler geçirdiği,
örnek davranışlar sergilediği bilinmektedir. Büyük kızı Zeynep’ten
torunu Ümâme’yi, halka namaz kıldırırken bile kovmamış, rükûa vardığında
onu yere bırakarak, secdeden başını kaldırdığı zaman tekrar omzuna
almıştır.
O, kız çocuklarıyla özellikle ilgilenmiş ve
cahiliyye âdeti olan kız-erkek ayırımına hiçbir zaman müsaade
etmemiştir.
Evlâtlığı Zeyd’in oğlu Üsâme şöyle
nakleder: “Allah’ın
elçisi beni bir dizine, Hasan’ı öbür dizine oturturdu. Bizi göğsüne
bastırarak şöyle derdi: Ey Rabbim! Bunlara rahmetinle muamele eyle.
Çünkü ben de bunlara karşı merhametliyim.”
Yine bir gün kucağındaki torunu için “Ey
Allah’ım, bunu sev, çünkü ben bunu çok seviyorum”
demiştir. Hadis
kaynakları, onun, kendi kızı Fatıma’yı, torunları Hasan ve Hüseyin’i
kucağına alıp öptüğünü ifade ederler.
Böylece Hz. Peygamber, dede-torun olarak da yaşlılara örnek teşkil
edecek davranışlarda bulunmuştur. Günümüzde bazı yaşlıların torunlarına
bakmaktan ve onlarla ilgilenmekten içtinap ettikleri müşahede
edilmektedir. Halbuki burada Hz. Peygamber örnek alınmış olsa, normal
şartlarda bundan içtinap etmemeleri ve ailelere yardımcı olmaları,
ailede uyumun sağlanması açısından önemli bir etken olarak katkı
sağlayabilir.
Hadislerde eldeki var olan
imkanların değerinin bilinmesi ve bu imkanlar çerçevesinde gereğinin
yapılması istenir. Örneğin Hz. Peygamber, uyarı mahiyetinde beş şey
gelmeden önce beş şeyin kıymetinin bilinmesini vurgular:“İhtiyarlık
gelmeden gençliğin, hastalık gelmeden sağlığın, fakirlik gelmeden
zenginliğin, meşguliyet gelmeden boş vaktin, ölüm gelmeden hayatın
değerini bil.”
Başka bir hadislerinde ise, ihtiyarlığın bazı amelleri yapmada
kısıtlayıcı olabileceği düşünülerek yaşlılık başa gelmeden önce güzel
amellerin yapılmasını uyarı mahiyetinde zikretmektedir. Çünkü kişi
yaşlandığında, gençlikteki gibi her istediğini ya hiç yapamamakta, ya da
istediğini istediği kalitede yerine getirememektedir. Dolayısıyla
hadiste riskleri ve sıkıntıları olan ihtiyarlık gelmeden önce salih amel
yapılmasının ihmal edilmemesi istenmektedir
Hz.
Peygamber, yaşlılığın beraberinde getirmiş olduğu sıkıntıları, ızdırabı
bildiğinden duâlarında “Allahım!
âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve ihtiyarlıktan Sana sığınırım”
ifadelerini sık sık kullanmaktadır. O, bu ifadeleriyle bu
sıkıntıları aşmada, bunlara sabretmede Allah’tan yardım, destek ve
kolaylıklar niyaz etmektedir. Aynı zamanda ihtiyarlıkla ilgili nasıl
duâ edileceğini de bizlere göstermiş olmaktadır.
Hz. Peygamber, yapılacak duâlarda
Allah’tan sağlık ve afiyet istenmesini hassaten istemektedir. “Çünkü
bir kimseye imandan sonra, sağlıktan daha hayırlı bir şey
verilmemiştir."
Hz. Peygamber, akraba ve tanıdıklarla ilişkilerin
kesilmesini hoş görmemiş, bu konuda ihmalkâr ve dikkatsiz olanları da
sert bir şekilde uyarmıştır.
Kendisi, Yahudi komşusuyla bile ilgilenmiş, hastalandığında ziyaretine
gitmiştir.
Dolayısıyla her insanla iletişim kurmayı çok iyi başaran Hz. Peygamber,
tüm hayatı boyunca yaşlılara gereken değeri vermiş ve onlarla güzel
geçinilmesini öngörmüştür.
IV-
Hadislerde Yaşlılara Verilen Değer
Yaşlı insanlar,
daha önceki hayatlarında olduğu gibi, aile fertlerinden sıcak bir ilgi,
alaka, sevgi ve saygı göymeyi ister ve bu beklenti içerisinde olur.
Hadislerde karşılıklı olarak küçükler ve büyükler arasında sevgi ve
saygı duygularının her zaman var olmasının, canlı tutulmasının gereği
üzerinde durulmaktadır. Dolayısıyla bu noktaya işaret edilerek küçükler
sevgiye, yaşlılar da saygıya, her iki kesim de ilgiye ve bakıma
muhtaçtır.
Kuşaklararası iletişim ve diyalogun sürekli canlı tutulması, toplumsal
yapının sağlam tutulması açısından fevkalade önemli bir husustur. Bu
aynı zamanda kuşaklararası çatışmaların ortaya çıkmamasını da sağlar. “Geniş
aile ilişkileri, fonksiyonelliğine tersten devam eder, yani
büyüklerinden yardım gören gençler, bu kez büyüklerine yardım ederler.”
Yanına gelmek, onunla görüşmek isteyen bir yaşlıya,
kalabalık tarafından gereken kolaylığın sağlanmadığını müşahede eden Hz.
Peygamber, “Küçüklerimize
acımayan, büyüklerimizin şerefini tanımayan bizden değildir.”
buyurmuştur. Hadislerde karşılıklı saygı
ve sevgi gösterilmesi, Müslümanların temel ahlâki niteliği olarak
öngörülmektedir. Büyüklerin haklarına riâyet edilmesi söz konusudur.
Hz.
Peygamber, bu söylediklerini hayatında bizzat uygulamalı bir şekilde
göstermiştir. Hatta onun
şefkat ve merhameti o derece geniş ve kapsamlıdır ki, savaş
esnasında düşman tarafında bulunup, zararı olmayan yaşlıların
öldürülmesini dahi yasaklamış
ve şöyle buyurmuştur: “Sakın ha! ne bir
kadın, ne bir çocuk ve ne de pir-i fâni bir yaşlıyı öldürmeyesin.”
Böylece savaşta toplumun zayıf kesimlerini temsil/teşkil eden çocuk,
kadın ve yaşlılara zarar verilmemesi hassaten vurgulanmaktadır.
Hadislerin amacı,
bencillikten sıyrılmış, çevresine ve çevresindeki insanlara faydası
dokunan erdemli bir insan profilini gerçekleştirmektir. Dolayısıyla aile
içerisinde veya çevresindeki insanlara özellikle de bakıma muhtaç
kişilere maddi ve manevi yardımlarda bulunmak, onlara iyilikte bulunmak,
hadislerin teşvik ettiği ve yapılmasını tavsiye ettiği önemli
hususlardır. Bu konularda yüzlerce hadis örneği bulmak mümkündür. Hz.
Peygamber bir hadisinde doğan her gün için sadaka verilmesi gereğinden
söz eder. Sahabe, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını
hatırlatınca O, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu şöyle ifade eder:
“Âmâya
rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman,
ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermesi için ona rehberlik etmen, derman
arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım
etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar
sadaka çeşitlerindendir...”
Hz. Peygamber, insanların
hizmetinde bulunmuş kişilere her zaman değer vermiş ve onları
unutmamıştır. O, Mescid-i Nebiyi temizleyen zenci bir kadının hasta
olduğunu öğrenince onu ziyaret eder, eğer ölürse kendisine haber
verilmesini ister. Bilahare bu kadın vefat ettiğinde gece olduğu için
Hz. Peygamber rahatsız olmasın düşüncesiyle kendisine haber verilmez ve
gece cenaze defnedilir. Hz. Peygamber durumu öğrenince üzülür ve kadının
kabrine giderek cenaze namazını tekrar kılar.
Bu zenci kadın büyük bir ihtimalle yaşlı olsa gerek. Bir hadiste de
dolaylı yoldan empati yapılması istenmektedir.“Yaşından
dolayı ihtiyara hürmet eden her gence Allah, yaşlılığında hürmet(hizmet)
edecek kimseler müyesser kılar.”
Bu hadisin mefhumu muhalifi düşünüldüğünde yaşanmış pek çok olayın söz
konusu olduğu müşahede edilecektir. O, içilecek bir şey olduğunda
büyüklerden başlamayı uygun bulurdu.
Çünkü saygı beklenmez, kazanılır. Başkalarına hürmette kusur etmeyen,
hürmet görür. Zira “hizmet
eden, hizmet görür.”
denilmiştir.
“Bereket büyüklerimizdedir.”
hadisi
de, yaşlılara verilen önemi ve onların bereket kaynağı olduğunu
göstermektedir. Dolayısıyla onlara karşı saygı ve ikramda bulunulması
istenmektedir: “Size bir kavmin büyüğü
geldiği zaman ona ikram ediniz.”
“Siz ancak zayıflarınızın duâsı sayesinde
mensur ve merzûk olursunuz.”
“Eğer süt emen çocuklar, beli bükük yaşlılar,
otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azab sel gibi inerdi.”
hadisi de yaşlılara değer verilmesini
öngörmektedir.
Mekke fethedildiğinde, Hz.
Ebû Bekir, yaşlı ve âmâ olan babası Ebû Kuhâfe’yi sırtına yüklenerek
Hz. Peygamber’in huzuruna getirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz.
Peygamber, “Bu ihtiyarı evde
bıraksaydın da, onun yanına biz gitseydik ya?!”
diyerek
saygı ve nezaket göstermiş,
böylece yaşlı birisine karşı sergilenmesi gereken tavrı bizlere
öğretmiştir. Hadis kaynakları, sahâbeden Ka’b b. Mâlik (r.a), gözlerini
kaybedince, oğlu Abdurrahman’ın, ona rehberlik yaptığını ve Cuma günü
olunca da namaza götürdüğünü bildirmektedir.
Kendisine sayılamayacak kadar çok iyilik yapmış olan anne-babanın
haklarına saygılı olmayan bir kimsenin, diğer insanların haklarına
saygılı olması da düşünülemez.
Anne-babasından her ikisi
veya biri yaşlandığında ona bakmayan, onların rızasını almayan kişiye
Hz. Peygamber, hoşnutsuzluğunu ifade etmektedir.
Aynı zamanda anne-babanın hoşnutluğunu kazanmak, kişiyi Yüce Allah’ın
hoşnutluğunu kazanmaya, anne-babanın gazabını kazanmak da Yüce Allah’ın
gazabını kazanmaya götürmektedir.
Uzaktan Hz. Peygamber’e biat etmek üzere gelen bir adam: “Ben
sana hicret üzere biat etmeye geldim. Fakat ağlayan iki yaşlı insan
geride bıraktım.”
dedi. Hz. Peygamber de “dön o
ikisini ağlattığın gibi güldür.”
buyurdular.
Hz. Peygamber, anne-babaya
yapılan iyiliği, vaktinde kılınan namazdan sonra Allah’ın en çok sevdiği
amel olarak zikretmesi,
cihada katılmak isteyen sahabiye geride bıraktığı yaşlı anne-babasına
hizmet etmek üzere geri dönmesi tavsiyesinde bulunarak onlara
hizmetin ne derece önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Demek oluyor ki, anne-babaya hizmet etmek, onlara bakmak bir nevi
cihaddır. Anne-babasını veya onlardan birini memnun eden kimse nafile
cihad etmiş gibi sevap kazanır.
Cihad için
anne-babanın izni ancak nafile cihadlara giderken söz konusudur. Farz-ı
ayın olan cihadlar için anne-babanın iznini almaya gerek yoktur. Bu ve
benzer hadisler, anne-babaya itaatin ne derece gerekli olduğunu ve
haklarının büyüklüğünü, onlara itaatten dolayı kazanılacak sevabın
çokluğunu açıkça ifade etmektedirler. Âlimlerden bazıları bu gibi
hadisleri baz alarak anne-baba hakkının cihaddan daha büyük olduğunu
söylemişlerdir. Ancak anne-babanın kâfir olmaları halinde gerek farz ve
gerekse nafile cihad için izin istemeleri zorunlu değildir.
Yaşlı müslümana ikram
etmenin sevap olduğunu belirten Hz. Peygamber,
çevresindeki yaşlılara saygı gösterir ve ikramda bulunurdu. Hz.
Peygamber, süt annesine ve süt babasına ayrı ayrı ihtiram etmiş, saygı
göstermiştir.
Benzer iltifatları, çocukluğunda evlerinde geçirdiği ve kendisine çok
iyi baktığı amcası Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma hanıma ve dadısı Ümmü
Eymen’e de göstermiştir.
Hz. Peygamber, süt annelerinden olan Süveybe’yi gerek Mekke’de ve
gerekse Medine’de olsun hiç unutmamış, kendisini devamlı arayıp sormuş,
yanına geldikçe saygı ve ikramda kusur etmemiştir. Hicretten sonra da
irtibatını devam ettirmiş, Medine’den ona yiyecek ve giyecek
göndermiştir. Ölünceye kadar da bu alaka devam etmiştir.
Ebu Tufeyl’in
naklettiğine göre, bir kadın geldi ve Rasulullah’a yaklaştı. Hz.
Peygamber, derhal sırtından ridasını çıkarıp yere serdi ve kadını o
ridanın üzerine oturttu. Ben, oradakilere: Bu kadın kimdir? diye sordum.
Onlar: Bu, Rasulullah’ın süt annesi (Halime)’dir dediler.
İbn Sa’d’ın naklettiğine göre, Hz. Peygamber Hz. Hatice ile evliyken süt
annesi Halime yanlarına gelmiş ve şiddetli bir kıtlık geçirdiklerini
söylemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona kırk koyun ile yüklerini
taşımak üzere bir deve vermiştir. Halime geldiğinde, peygamberimiz ayağa
kalkar “Anneciğim! Anneciğim” diyerek ona saygı gösterirdi.
Diğer yaşlı hanımlara da saygı ve hürmette kusur etmezdi.
Elinde büyüdüğü dadısı Ümmü Eymen’i ziyaret eder, ona
çok saygı gösterir, hürmet eder, hal ve hatırını sorardı. Hatta
vefatından sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de, Ümmü Eymen’i ziyaret
ederlerdi.
Hz. Peygamber onun hakkında “Ümmü Eymen
benim annemdir.” der, ona annesi gibi saygı gösterir, sık sık
ziyaretine giderdi.
Aynı şekilde Hz.Hatice’nin kız kardeşi Hâle binti Huveylid, geldiğinde
eşinin hatırasına ona da saygıda kusur etmez, gerekeni yapardı.
Hz. Peygamber, anne-babanın ölümünden sonra hatıralarının yaşatılması ve
unutulmaması için onların dostlarıyla ilişkilerinin devam ettirilmesini
istemiştir.
Hadiste imamet için takdim şartları sırasıyla en iyi
Kur'ân okuma, sünneti en iyi bilme, hicrette öncelik ve daha sonra da
yaşça büyük olmak gelmektedir.
Yine Müslüman bir yaşlıya saygı göstermenin Allah’ı hoşnut ettiğini
ifade eden Hz. Peygamber,
söze başlarken de “Yaş açısından büyük olan söze başlasın.” diyerek
bir âdab öğretmektedir.
Aynı zamanda herhangi bir şey ikram edilirken yaşlılardan başlanılması
hadiste örnek olarak gösterilmektedir.
Dolayısıyla yaşlılara karşı saygıda ve öncelikte kusur etmemek gerekir.
V-
Dinî Yönden Yaşlılara Sağlanan Kolaylıklar
Başka toplumlarda yaşlılık dönemine “uyuma dönemi”
olarak bakıldığından ve yaşlıların üretime ya da toplumun refahına her
hangi bir katkıları olmadığından, faydasız olarak kabul edilip ölüme
bile terk ediliyorlardı.
İlkel toplumların bazılarında rastlanan yaşlı insanların
öldürülmelerinin tek nedeni toplum içindeki tüketimi azaltmaktır.
Böylece toplumun ayakta kalmasına yardımcı olunur. Diri diri gömülme,
açlığa terk edilme, boğularak öldürülme veya kaba kuvvete başvurularak
öldürme gibi farklı uygulama biçimleri bulunmaktadır. Sibirya’da bir
ilkel toplum olarak yaşayan Çukşenler, yaşlanınca güç ve kuvvetten
düşen, böylece başkalarına bağımlı hale gelen insanların öldürülmelerine
ya aile meclisi karar verir, ya da bu olay yaşlının kendi arzusu
doğrultusunda gerçekleştirilir.Başka bir Sibirya halkı olan Yakutlarda da eskiden yaşlıların
öldürüldükleri bilinmektedir.
Eskimolarda yaşlıların buzdan kulübelerde ölüme terk edilmesi, bir balık
avı sırasında bir buzulun üstüne bırakılması, eski Japonların yoksul
köylerinde ihtiyarların “ölüm dağları” denilen dağlara
bırakılmaları gibi kötü muameleler söz konusudur.
İslâm dini, yaşlılara karşı yapılan bu tür kötü muameleleri vahşet
olarak değerlendirmekte ve bunları insanlıktan nasibi olmayan kişilerin
yapabileceğini vurgulamaktadır. Din, yaşlılara karşı ancak şefkat ve
merhamet duyguları içerisinde hareket edilmesini öngörür. Onlara farz
olan ibadetlerin ifasında dahi bir takım kolaylıklar getirmiştir.
İslâm dini,
gerçekçi bir din olduğu için insanın içinde bulunduğu konuma ve şartlara
göre hareket etmiş ve insanı bu kapsamda sorumlu tutmuştur. Hasta,
özürlü ve takatten kesilmiş yaşlılara ibadetleri yerine getirme
konusunda birtakım kolaylıklar getirilmiştir. Bu, insana gösterilen
şefkat ve merhametin bir tezahürüdür. Din, onlara değişik kolaylıklar
sağladığına göre, bizlerin de onlara karşı aynı paralelde hareket ederek
bazı kolaylıklar sağlamamız ve ona göre hareket etmemiz gerekir. Nitekim
peygamberimiz, bunun en güzel örneğini şu hadiste bizlere göstermiştir.
Hz. Peygamber’e bir gün biri gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü filanca bize
namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki, sabah namazına gitmekten (âdeta)
geri kalıyorum.” dedi. Bu duruma tepki gösteren Hz. Peygamber,
minbere çıkarak şunları söyledi: “Ey
insanlar, içinizde müslümanları dinden soğutanlar var. Herhangi biriniz
namaz kıldıracak olursa hafif tutsun. Çünkü cemaatin içinde zayıf,
yaşlı, iş-güç sahibi olanlar vardır. Herhangi biriniz kendi başına namaz
kıldığında ise dilediği kadar uzatsın.”
Rahatsızlığı
yüzünden ayakta namaz kılmakta zorlanan İmrân b. Husayn (r.a)’ın sorusu
üzerine Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur:
“Namazı ayakta kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak, yine gücün
yetmezse yaslanarak kıl.”
Ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse, oturarak, oturmaya da gücü yetmeyen
kişi, namazını sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye karşı uzatır,
rükû ve secdesini imâ ile yapar. Yanı üzerine yatmakta olan bir hastanın
yüzü kıbleye yönelik olduğu halde ima ile namaz kılması caizdir. Ancak
sırtüstü yatarak ima ile namaz kılmak, yanı üzerine yatıp kılmaktan daha
uygundur. Çünkü bu durumda, hastanın yüz kısmının kıbleye yönelmesi daha
kolaydır. Başı ile de ima yapamayacak kadar rahatsız olan kişi, namazı
iyileşme zamanına erteler.
Rahatsızlığı yüzünden secdeye tam olarak eğilemeyen kimsenin, secde
yerini sandalye veya yastık gibi bir şeyle yükseltmesi gerekmez. Rükû ve
secdeleri gücünün yettiği kadar eğilerek ima ile yapar. İmâ; namazda
başı önüne doğru eğmek sûretiyle yapılan harekettir.
Kur'ân’da haccın
farziyetini anlatan “..oraya
gitmeye gücü yeten kimselerin, Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın insanlar
üzerinde bir hakkıdır.”
âyetindeki “güç yetirme (istitâa)”, bedenî ve mâlî yeterliliği kapsar.
Bedensel yeterlilik de, zihinsel ve bedensel önemli bir engelin
bulunmamasını gerektirir.
Has’am kabilesinden bir kadın yaşlı babasının hac vazifesini yapamayacak
durumda olduğunu peygamberimize izah edince Hz. Peygamber, “Öyleyse
onun namına sen haccet.” buyurarak o yaşlıya kolaylık getirmiş
olmaktadır.
Aynı şekilde oruç ibâdeti de sağlıklı ve oruç tutabilecek güçte olan
kişilere farzdır. Oruç tutamayacak durumda olan yaşlılara fidye verme
kolaylığı getirilmiştir.
Yaşlı kadınların dışarıya çıkarken dış elbiselerini almaktan muaf
olmaları da, bu kolaylıklar arasında zikredebilecek hususlar
arasındadır.
Savaşa katılmak isteyip de
özrü nedeniyle savaşa katılamayanların, iyi niyetlerinden dolayı savaşa
katılanların ecrini/sevabını alacaklarını ifade eden hadisler söz
konusudur.
Yaşlılığı da bir özür olarak kabul edecek olursak hadiste zikredilenler
kategorisine yaşlıları da dahil edebiliriz. Çünkü insanı takatten
kesen, hareket manevrasını kısıtlayan yaşlılık da bir özürdür.
V-
Yaşlıların Beklentileri
Yaşlılığın beraberinde
getirdiği kendine özgü bazı sıkıntı ve problemleri vardır. Onların bu
halini gerçek manasıyla insan yaşlandığında anlar. Dolayısıyla her yaş
grubunda/döneminde olduğu gibi, yaşlılık dönemini yaşayan insanların da
bu dönemlerde bazı istek ve beklentileri vardır. Hangi konum ve statüde
olurlarsa olsunlar yaşlıların hemen hepsinin ortak isteği, kendi
hizmetlerini yapacak, başkasına muhtaç olmayacak kadar sağlıklı bir
hayata sahip olmaktır. İnsan hayatında sağlığın ne derece önemli bir
unsur olduğunu bilen Hz. Peygamber, hadislerinde buna dikkat çekmiş
ve Allah’tan sağlıklı bir yaşam için duâ edilmesini öğretmiştir:
“Allahım! bedenime, gözlerime ve
kulaklarıma sıhhat bahşet.”
Ölüm, yaşlıların sık
olarak gündeminde olan bir konudur. Özellikle değişik hastalıklardan
muztarip olan, sıkıntı çeken yaşlılar, ölümü sıkça anarlar ve bazıları
bunu temenni de ederler. “Bu insanlar açısından ölüm, hayatın ağır
yükünden kurtulmak için kendisine başvurulan bir “sığınak” olarak anlam
taşımaktadır. Ölümün bu tarzda algılanarak ona arzu duyulması, kişilik
yetersizlikleri dolayısıyla hayat görevinden “kaçış” tutumunu
açığa vurmaktadır.”
Avrupa ve ABD’de yaşlılar arasında intihar olaylarının hızla artış
gösterdiğini istatistikler haber vermektedir.
Toplumsal bazda yaşlılar, sosyal statü kaybetmekte ve akabinde de
yalnızlaşmaktadır. Gerek yaşlılıkta, gerekse hayatın diğer safhalarında
olsun, başa gelen bir sıkıntı veya belâdan dolayı ölümün temenni
edilmesini hoş görmeyen Hz. Peygamber,
hadislerinde insanın hastalık, sakatlık, bedensel-ruhsal olarak
kendisine isabet eden her türlü sıkıntıya düşmesi, günahları için bir
bağışlanma ve ahirette ecir almaya bir sebep olacağını ifade etmektedir:
“Bir müslümana isabet etmiş herhangi bir
hastalık, dert, hüzün ve hatta gam yoktur ki, Allah (c.c) bunu onun
hataları için keffaret kılmış olmasın!”
Hadislerde verilen bu tür mesajlardan
haberdar edilen yaşlıların tutumları, haberdar olmayanlardan çok farklı
olacaktır.
Genelde yaşlıların pek çoğu, bir veya birden fazla
hastalığa sahiptir. Onlarda bu sıkıntılar ister istemez moral
bozukluğuna sebebiyet vermektedir.
Hz. Peygamber gelecek hastalıklara karşı
sabredenlerin mükafat alacaklarını belirtir.
Bu ve benzeri hadisleri delil alan ilim adamlarının çoğunluğu hastalığın
hem derece terfiine, hem de günahların affına sebep olacağı
görüşündedirler.
Bununla beraber yaşlı hastalar, sık sık
kendilerinin ziyaret edilmelerini çok fazla arzu ederler. Bu ziyaretler
belirli periyotlar çerçevesinde gerçekleşmediğinde, özellikle de
yakınları tarafından ihmal edildiklerini hissettiklerinde fazlasıyla
üzüntü duyarlar. Hz. Peygamber, yaşlıları da kapsayıcı mahiyette hasta
ziyaretlerine son derece önem vermiş ve bunun yapılmasını ısrarla
istemiştir: Hz.
Peygamber “Ashâbım! hastaları ziyaret
ediniz, açları doyurunuz, esaretinizdeki köleleri salıveriniz.”
buyurarak derdi ve sıkıntısı olanların unutulmamasını istemiştir. Aynı
zamanda hastalara duâda bulunarak onlara moral ve teselli kaynağı
olmuştur. O, hastalar için şöyle duâ ederdi:
“Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider, şifa ihsan
et. Ancak Sen şifa vericisin, Senin şifandan başka hiçbir şifa yoktur.
Öyle şifa ver ki hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın.”
Yaşlıların beklentilerinin sağlanması bir takım
manevi hasletleri insanlara kazandırmakla olur. Sevgi, saygı ve hoşgörü
gibi manevi dinamikler, en başta gelen nesiller arasında kaynaşma ve
uyumu gerçekleştirecektir. Bu tür manevi değerler de din eğitimi yoluyla
kazandırılabilir. “Dini değerlerin aktarılmadığı ve benimsenmediği bir
gençlik dönemini, genellikle bilgisiz bir orta yaş izlemektedir; onların
ardından da anlamdan yoksun bir yaşlılık takip etmektedir. Bu açıdan din
eğitimi sadece çocukluk, gençlik ve yetişkinliğin ilk yıllarında
gerçekleşmesi gereken bir süreç olmayıp, yaşlanma dönemini de içine alan
bir süreç olması gerekmektedir. Yaşlanma döneminde din eğitimi,
yetişkinler için gelişme ve olgunlaşma sağlama konusunda motivasyon
temin eder.”
Yaşlı insanlar için ailenin oldukça önemli bir yeri
ve önemi vardır.
Yaşlılar, çoğunlukla sürekli yaşadıkları çevrede, yaşadıkları
hatıralarla iç içe, yakınlarıyla, akrabalarıyla beraber yaşamak
isterler. Bu çevrelerinden koparılmaya, değişik çevrelerde yaşamaya
zorlanmaya hiç tahammül edemezler. Bundan son derece rahatsız olurlar.
Yalnız kalmayı ve yalnız yaşamayı tercih etmezler. Onların bu istekleri
dikkate alınmalıdır. Kısaca yaşlılar, en fazla olarak kendilerine değer
verilmesini, insanca muamele edilmesini, saygı ve şefkatle
yaklaşılmasını arzu ederler.
VI-
Huzur Evlerinin Gerekliliği
Çekirdek aile yapısının günümüzde yaygınlaşması,
evlenen çiftlerin ayrı olması yaşlıların bir taraftan genç aile
üyelerinden ayrılmalarına yol açarken, diğer taraftan da bunların
barındırılmalarını önemli bir sorun haline getirmektedir. Doğal olan,
kişinin hayatının son evresini evlatlarının yanında, kendi yetiştiği ve
bildiği ortamda, yakın çevresi içinde ilgi ve himaye görerek
geçirmesidir. Bu ortam onu neşelendirir, hayata bağlar. Öte yandan huzur
evleri ise, kendilerine yabancı bir ortamdır. Bununla birlikte, şartlar
gereği, kimsesizlikten veya başka nedenlerle, çocuklar için yetiştirme
yurdu kadar, yaşlılar için huzurevi gibi kurumlara gerek
duyulabileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Ancak asıl olan,
yaşlıların, ömürlerinin son evresinde kendi evinde, aile içerisinde
yaşamalarıdır.
Huzurevlerinin görevi, yaşlılara her açıdan bakmak
olmadığı için, kendisine bakabilecek güce sahip olan yaşlıların kabul
edildikleri yerlerdir. Kabul edilmenin gerekli şartları arasında
sağlıklı olma ve ekonomik güce sahip olma yer almaktadır. Islaha muhtaç
olan huzurevlerinin ticari amaç gözetmediğini söylemek mümkün değildir.
Islah edilmiş huzur evlerinin bulunmasıyla birlikte daha işlevsel görev
yapacak bakımevlerinin tesis edilmesi gerekir. Bakımevleri, yaşlıların
bakımlarının yapıldığı, ihtiyaçlarının karşılandığı, bedensel ya da
zihinsel engellerden ötürü nezaret edildiği ya da icraatlarında ek
yardımlara duydukları ihtiyaçlarının karşılandığı kurumlardır. Bu
kurumların acilen tesis edilmesi elzemdir.
Son zamanlarda yaşlılara
yönelik tesis edilen huzurevlerinin sayısı artmış olmasına karşın,
yaşlıların yine önemli bir kısmı kendi evlerinde, kız ya da erkek
çocuklarıyla birlikte kalmayı tercih etmektedir. Örneğin bireysel
hayatın son derece önemli olduğu bir ülke olan ABD’de, 65 yaş üzeri
kişilerden toplam nüfusun ancak % 5’inin yaşlılara ilişkin özel
kurumlarda yaşadıkları belirtilmektedir.
Buralarda kalanların çoğunu kadınlar teşkil etmektedir. 1986 yılında
Almanya’da sağlık bakanlığının verilerine göre, yaşlıların sadece % 4’ü
huzurevlerinde kalmaktadır.
Türkiye’de huzurevlerinde yaşayanların oranı ise oldukça düşüktür. Yaşlı
nüfusun yalnızca % 0.21’ine çeşitli kurum ve kuruluşlara bağlı olarak
hizmet veren huzurevlerinde bakım sağlanabilmektedir.
Dolayısıyla bu rakamlar bize gösteriyor ki, yaşlıların büyük çoğunluğu
kendi evinde yaşamayı tercih etmektedir. Son yıllarda Batı ülkelerinde
yaşlılığa uygun konut yapımında belirgin bir strateji değişikliğine
gidilerek yaşlıların kendi evlerinde kalmalarını destekleyen çözüm
yolları aranmaya başlanmıştır. Özellikle yerleşim bölgelerinde yapılan
değişikliklerle çevrenin, yaşlılar açısından daha kolay yaşanabilir
fiziksel özelliklere uygun şekilde oluşturulmasına daha fazla özen
gösterilmektedir.
Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde yoğun bir
şekilde kurumsal faaliyetlere başlamış ve Mekke döneminde olmayan bazı
girişimler gerçekleştirmiştir. Bunlardan birisi, fakir, kimsesiz ve
barınacak yeri olmayan kimseler için Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde
üzeri hurma dallarıyla örtülü bir yer tesis edilmesidir. Burada
kalanlara “suffe ashâbı”, “suffe ehli” denilmiştir.
Sayılarının
zaman zaman 400'e kadar yükseldiği ifade edilen bu kişilerin
ihtiyaçları Hz. Peygamber’in
öncülüğünde Müslümanlar tarafından karşılanıyordu.
Hz. Peygamber,
buradaki insanların tüm problemleriyle bizzat ilgilenir, kendilerine
getirilen hediyelerin çoğunu buradaki kişilere verirdi.
Hz. Peygamber’in ashâb-ı suffe projesi,
daha sonraki dönemlerde örnek alındığı gibi, günümüzde de kimsesizler,
bakıma muhtaçlar ve dışarıda kalmışlar açısından üzerinde durulması
gereken fevkalade önemli bir uygulama olarak örnek alınmalıdır.
Bu projeyi bazı yönleriyle huzurevleriyle de karşılaştırmak mümkündür.
Böylece Hz. Peygamber döneminde zayıf ve kimsesizler gözetilerek,
varlıklı müslümanların, zekat ve sadakalarını fakir, yoksul, yetim,
kimsesiz ve darda kalanlara vermeleri, sosyo-ekonomik farklılıklardan
ileri gelen bölünmeleri ortadan kaldırarak toplumsal dayanışma ve
kaynaşmanın gerçekleştirilmesinin canlı tablosunu oluşturur.
İslam tarihinde paylaşma, bencillikten arınma, başkalarını düşünme ve
gerektiğinde kendine tercih etme gibi bazı güzel huylar kazandırma
açısından önemi haizdir.
Sadaka-i cariye anlayışından kaynaklanan vakıf
medeniyeti, tarihi süreç içerisinde çok yönlü olarak kendini
göstermiştir. Hastane, daru’ş-şifa, imaret, kervansaray ve daru’l-aceze
gibi hayır kuruluşları yoğun bir şekilde faaliyet göstermiştir.
Tarihi süreç içerisinde yaşlıların barınması için huzurevlerine benzer
kurumlar tesis edilmiştir. Dârulaceze 1896 yılında kimsesiz çocukları,
yaşlı ve muhtaçları barındırmak amacıyla İstanbul’da açılan bir hayır
kurumudur. Kuruluşundan bu yana, din ve milliyet farkı gözetmeksizin,
yaklaşık 28.000 çocuğu ve 42.000 kimsesiz, yaşlı, güçsüz ve sakatı
himaye etmiştir. Günümüzde de bu hizmetine devam etmektedir.
Sonuç ve Öneriler
Yaşlılık veya yaşlılar denildiğinde öncelikle
insanın kendi ailesi içerisindeki yaşlılar akla gelmektedir. Hz.
Peygamber’in anne-babası ve dedesi çok erken dönemlerde vefat ettiğinden
onların yaşlılık dönemleriyle ilgili örnekler bulmak mümkün değildir.
Ancak o, çevresindeki yaşlılarla yakinen ilgilenmiş, onlara ilgi ve
alaka göstermiş ve bizlere örnek teşkil edecek davranışlarda
bulunmuştur. Örneğin, Hz. Peygamber’in, süt emziren Süveybe Hatuna, süt
annesi Halime’ye, dadısı Ümmü Eymen’e, amcası Ebû Tâlib’in hanımı Fatma
Hatuna gösterdiği saygı ve hürmet dikkat çekicidir. Onların hemen hepsi
yaşlı insanlardı. Aynı zamanda onlara zaman zaman “anne”
diyerek hitap etmesi de yine dikkat çekicidir.
Yaşlı anne-babaya, yaşlı akraba ve diğer insanlara
iyilikte bulunmak, onlara yardımcı olmak, güler yüzle yaklaşmak,
hadislere göre kişiye sevap kazandırıcı hareketlerdir. Özellikle
anne-babaya yapılacak hizmetler kişiye sevap kazandırma makinesi
gibidir. Başta anne-baba olmak üzere yaşlı olan yakınlarına saygı
göstermek, ellerini öpmek, geldiklerinde ayağa kalkmak, yer göstermek
müstehaptır. Onlara karşı anlayış, hoşgörü, saygı ve sevgiyle yaklaşmak
dinî ve ahlâkî bir erdemliliktir.
Kişi, erken yaşta ölmediği takdirde mutlaka bir gün
yaşlanacaktır. Bu, insan hayatında kaçınılmaz bir safhadır. Empati
yapılarak bir gün herkesin yaşlanacağı düşünülerek yaşlılara değer
verilmesi, onlara iyi ve hoş muamelede bulunulması sağlanmalıdır. Medeni
bir toplum olmanın en önemli özelliklerinden birisi de, toplumun
yaşlısına, engellisine, yoksul ve muhtacına sahip çıkılması, gözetip
korunması ve onlara insanca muamelede bulunulmasıdır. Geleceğin teminatı
olan çocuklara değer verilmesi gerektiği gibi, bizlerin bu dünyaya
gelmesine sebep oldukları ve üzerimizde sayısız hakları bulunan
yaşlılarımıza da gereken önem verilmelidir. Onların uzun yıllar
içerisinde elde ettikleri bilgi, görgü, kültür ve tecrübe
birikimlerinden istifade edilme yoluna gidilmelidir.
Yaşlıların, çocuk ve torunlarıyla iyi anlaşabilmeleri
ve aralarında sorun yaşamamaları verilecek eğitimin kalitesine ve
gerçekleşme oranına bağlıdır. Burada din eğitiminin önemi de ortaya
çıkmaktadır. Kuşaklararası çatışmaların ve sürtüşmelerin asgariye inmesi
yine din eğitiminin gerçekleşme oranıyla yakından ilgilidir. Çünkü bu
eğitim, kişinin hayatına anlam kazandıracaktır. Yaşlı insan, manevi bir
ihtiyaç olarak hissettiği kişisel itibar ve saygınlığı da bu sayede
bulacaktır. Burada sadece bir kesimin değil, her iki kesimin eğitimi söz
konusudur. Bunun üzerine gereken önemin verilmesi elzemdir.
Günümüzde yetişen yeni nesil, geçmişte olduğu gibi
zorluk ve sıkıntı çekmediğinden rahat ve konfora düşkün olarak
yetişmektedir. Onlar, günümüzün olumsuzluklarından ister istemez kötü
yönde etkilenmektedirler. Bu durum, kuşaklararası çatışmaya çok kolay
bir şekilde yol açabilmektedir. Günümüzdeki yerleşik olan anlayışa göre
gençler, evlendiklerinde yuvadan ayrılarak ayrı bir evde oturma
eğilimindedirler. Yani çekirdek aile biçimi, hızla ataerkil aile
biçiminin yerini almaktadır. Anne-baba, kendi bakım ve hizmetlerini
görebilecek durumda iseler bunda bir sakınca görülmemektedir. Ancak
bakıma muhtaç iseler çocukları onlarla daha yakından ilgilenmeleri
gerekir.
Günümüzde yaşlıları en fazla
ilgilendiren bir konu da, gelin kaynana ilişkilerinde yaşanan
olumsuzluklardır. Bazı yaşlı kaynanalar, adeta gençliğini hiç yaşamamış,
hiç gelin olmamış gibi gelinine davranmakta, bazı gelinler de hiç
yaşlanmayacakmış veya kaynana olmayacakmış gibi, kocasının anne ve
babasına kötü davranmaktadır. Bu durumda ortaya her iki tarafı rahatsız
ve huzursuz edici sürtüşmeler, tartışmalar ve kavgalar çıkmaktadır. Her
iki taraf, kendi üzerine düşen görevleri bilir, anlayışlı ve hoşgörülü
olursa bu gibi olumsuzlukların ortadan kalkmaması zor bir iş değildir.
Bugün Amerika ve Avrupa’da kiliseler, yaşlıların
ihtiyaçlarının karşılanması için nasıl çalışıyorlarsa, ülkemizde de
sivil toplum kuruluşlarının, barınma, sağlık, ilaç, yiyecek-giyecek,
tekerlekli sandalye gibi ihtiyaç içerisinde olan yaşlıların tüm
ihtiyaçlarının karşılanması için daha fazla çaba ve gayret sarf etmeleri
gerekir. Hiçbir yaşlı insan, mağduriyet içerisinde yaşamaya mahkûm
edilmemelidir.
Ülkemizde bir ihtiyacı karşıladığından dolayı
tarihteki Dâru’l-acezelerin yerine huzurevleri tesis edilmiştir.
Huzurevleri, ismi gibi huzur dolu evler haline gelmelidir. Burada
yaşlıların rahat ve huzuru asıl olmalıdır. Onların buralara
yerleştirilmeleri de kendilerine sorulmalı ve istekleri doğrultusunda
hareket edilmelidir. Buralarda zorla hiçbir kimse kalmaya mecbur
tutulmamalıdır. Uzun yıllar yaşadığı çevresinden, tanıdıklarından uzak
kalmak istemeyip, kendi evlerinde kalmak isteyenlere başta güvenlik
olmak üzere gerekli duyulan tüm ihtiyaçları karşılanmalıdır. Evinde
isteyenlere hizmet götürülmek şartıyla bakılabilir. Seyyar/sosyal bakım
hizmetleri adı altında bir kuruluş bu görevi yapabilir. Bakıma muhtaç
anne-babasına bakan kişilere devlet yardım projeleri de geliştirebilir.
* Ziya Kazıcı,
İslâm Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yay., İst., 1991.
|