aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

Ali Seyyar’ın Makaleleri
--  

 

DÜNDEN BUGÜNE BATI'NIN VE İSLÂM MEDENİYETİ’NİN ÖZÜRLÜLERE BAKIŞINDAKİ İLİM VE İNSANLIK ÖLÇÜSÜ

 

 

Prof. Dr. Ali Seyyar·

 

 

 

Giriş

Batı dünyası, ilâhî vahiy ölçülerinden uzaklaşması ile tarih boyunca sosyal ve ahlâkî hayatı hep tehdit etmiştir. Aydınlanma döneminde sekülerleşen bilim dünyası, bu sürecin önüne geçemediği gibi gayri insanî uygulamaların artarak devam etmesini bile sağlamıştır. Siyasî despotizmin oluşumuna zemin hazırlayan pozitivist sosyal bilimler, kuvveti esas almış, güçlülerin menfaatini kollamış, hayat prensibi olarak sosyal çatışmayı öngörmüş ve böylece toplumları bir arada tutan ortak insanî değerleri bertaraf ederek, insanoğlunun ve özellikle güçsüzlerin saadetini çok görmüştür.

Bundan dolayı da Batı dünyasında özellikle özürlülerin hayat mücadelesi diğer sosyal gruplara nazaran her asırda güç olmuştur. Bazı dönemlerde ve bilhassa katı ve ırkçı ideolojilerin pençesi altında idare edilen ülkelerde özellikle zihinsel özürlülere yaşama hakkı bile çok görülmüştür. Tarihte bunun ilk örneklerini Ortaçağın karanlıklarına gömülen skolastik ve geri kalmış Batı toplumlarının uygulamalarında görmek mümkündür. Özürlülerin Yaşama Hakkı bugün de tabu olmaktan çıkmış, değişik felsefik ve tıbbi gerekçelerle tartışma konusu haline getirilmektedir. Gelişmiş ülkelerde iktisadî alanda yaşanan ve gittikçe kronikleşen ekonomik durgunluk devam ederken, bütçe içinde özellikle yaşlı ve özürlülere dönük sosyal harcamalar gittikçe artmaktadır. Sosyal harcamaları frenlemek gayesiyle toplum içinde en mağdur durumda olan özürlülerin üzerinde ise sözde toplumun genel menfaatine akıl almaz oyunlar tertiplenmektedir. Batı toplumları ve özellikle bazı pozitivist aydınlar, sosyal maliyetlerin yükselişini durdurabilmek için, özürlülerin hayat hakkını kısıtlamak adına “sağlık ekonomisi” veya “bio-etik” gibi değişik bilimsel kılıflar etrafında gayri insanî fikirler öne sürmeye devam etmektedir.

Bilim ve sanatların her birinin Yaratan’ın esma ve sıfatlarına dayandığını haykıran İslâm medeniyeti ise, kâinatın Yaratıcısına yönelik ilme (marifetullah) ulaşmanın manevî keyfiyeti ile insanların ve toplumların gerçek mahiyetini ortaya serebilmiş ve barış içinde birlikte yaşamanın zemini oluşturabilmiştir. Vahye dayanan ilim sayesinde Müslüman bilim adamları, özürlü olsun veya olmasın bütün insanların, eşref-i mahlûk istidadı ile dünyaya geldiğini ve hukuken eşit olduğunu her asırda haykırmışlardır. Şüphesiz yeryüzünde yaratılan canlılar arasında bedenî yapısı ne olursa olsun en üstün ve en seçkin varlık insandır. Bütün insanlığın dünyevî ve uhrevî saadetini esas alan İslâm medeniyetinin kaynağı, temelde Kuran ve Sünnettir. Özürlülerin toplumsal hayata eşit bir birey olarak tam katılımını emreden haddizatında Kuran’dır. Son Peygamberin bu yöndeki örnek tatbikatları ise dünya insanlığına ışık tutmuştur. Makalemiz, Batı toplumlarının özürlülerin temel insan haklarını nasıl çiğnediklerini, İslâm medeniyetinin temsilcileri ise özürlüleri insanlığın merkezine nasıl yerleştirdiğini gösterecektir.

Engizisyon Mahkemeleri ve Özürlüler

Ortaçağın Batı insanı, Hıristiyan din adamlarının telkinlerinin etkisi altında kalarak, kendisini çevreleyen tabiatın insanüstü ve bedensiz güçlerle (cin, şeytan) dolu olduğuna ve gözle görülmeyen bu varlıkların insanları istila edip, onları tedavisi mümkün olmayan hastalıklara sürükleyebileceklerine inanmaktaydılar. Dolayısıyla, bu çağlarda hekimlerce de tam olarak mahiyeti bilinmeyen akıl ve ruh hastalıkları bu gibi metafizik varlıklara atfedilirdi.

Bununla da kalınmayıp, özürlü doğan veya daha sonra değişik bedenî veya aklî rahatsızlıklara yakalanıp, özürlü duruma gelen insanlar da, majik (sihirli) ve doğaüstü güçlerin etkisi altında oldukları inancı ile "cadı" muamelesi görürlerdi. Bunun sonucu olarak, ellerinde olmayan sebeplerden dolayı özürlü olanlar, topluma çeşitli tehlikeler ve zararlar verebilecek bir konuma geldikleri iddiası ile başta kilise olmak üzere devrin siyasî rejimleri tarafından takip altına alınırdı. Engizisyon mahkemelerinin kurulmasıyla, "cadı" olarak tanımlanan ve fakat aslında özürlü olanların yargılanmasına müsaade edilmiş ve bu yolla da birçoğuna en ağır cezaların verilmesinin kanunî kılıfı da hazırlanmıştı.

Bilhassa, fizikî yönden yıpranmış ve çirkin görünen, bedenen deforme olmuş veya deliliğin alametlerini üzerinde taşıdığı gerekçesiyle "cadı" diye vasıflandırılan insanlar, Kilise ve pazar meydanlarında diri diri yakılarak öldürülürlerdi. Meseleye uygarlık ve çağdaşlık açıdan bakıldığında, Rönesans devrinden başlayarak aydınlama ve hatta sanayileşme dönemlerinin başlarına kadar milyonlarca masum insanın "cadılık"tan dolayı yargılanıp yakılarak öldürüldüklerini söyleyebiliriz.

Avrupa'da cadılık davalarından yargılanan insanların yalnız özürlülerden müteşekkil olduğunu elbette iddia edemeyiz. Ancak, resmî kayıtlara göre, Avrupa'da Ortaçağ’dan başlayarak 18. asrın sonlarına kadar tahminî olarak 9 milyon insanın “cadılık”tan ötürü ölüme çarptırıldığını belirtebiliriz. Bunların kaçının özürlü olduğunu hesap etmek bir noktadan sonra önemli olmadığı kanaatindeyiz, çünkü mahkemece haksız yere ölüme mahkûm edilenlerin hepsi ister özürlü olsun veya olmasın netice itibariyle insandı.

Ancak, geçmişte "cadı" gözüyle bakılan insanları bugünün tıp bilimi ışığı altında incelediğimizde, bunların birçoğunun zihnen, aklen veya ruhen özürlü ve dolayısıyla yardıma veya bakıma muhtaç insanlardan ibaret olduğunu burada açıkça ifade edebiliriz. Bunun böyle olduğunu, tarihte en son "cadı" yakma hadisesinden de rahatlıkla anlayabiliriz. 1793 yılında Almanya'nın Prusya Eyaletinde vuku bulan bu hadiseye göre, iki yaşlı kadın, gözlerinde belirlenen kızarıklığın komşularının hayvanlarını hasta ettiği iddiası ile yakılmışlardır. Cadı mahkemeleri 18. asrın sonlarında dönemin hükümdarları tarafından kaldırılırken, Bavyera Kraliyetine bağlı cadı mahkemeleri 1806 yılına kadar resmen faaliyet göstermiştir.

Pozitivist Bilimler ve Özürlüler

Batı dünyasında cadı mahkemelerinin ortadan kaldırılmasıyla özürlülerin rahat bir nefes aldığı düşünülmesin. Gerçek insan sevgisinden ve maneviyattan uzak olan Batı toplumlarının aydınları, bu sefer de pozitif sosyal bilimleri ön plâna koyarak, bilim adına yine aynı dezavantajlı grupları hedef aldılar. Sosyal darvinist, materyalist, ırkçı, kısacası öjenik düşünce yapısı, bir sosyal tehdit olarak ortaya çıktı.[1] Haddizatında, bu pozitif ve seküler bilim ortamını hazırlayanlar da, zamanında bizzat iktidara ortak olan ve dolaylı olarak devleti elinde tutan Ortaçağın Hıristiyan ruhban kesimiydi.

Kilisenin, netice itibariyle öjenik görüşlere yol açtığı iddiası, ilk bakışta belki de yadırganabilir. Ancak bazı kişilerin, cadı muamelesi görmelerinin arka planında hâkim güçlerin ki bunun içinde kilise de vardı, toplum içinde bedenen zayıf, aklen rahatsız, farklı düşünen veya inanan insan tipine tahammül edemedikleri yatmıştır. Bu gerçekten yola çıkarak, öjenik de toplumsal bütünlüğü alt üst eden ve ırkçılığın yayılmasına sebebiyet veren bu sakat bakışı âdeta bilimselleştirmeye uğraşmıştır. Öjenik disiplinin aydınlanma döneminde önem kazanmış olması, temelde iki felsefik görüşe dayandırılmıştır. Birincisi, insanların (dış görünüş itibariyle) mükemmelleştirilebilir inancı. İkincisi, idrakın en gelişmiş ve en faydalı biçimi olarak tabiat bilimlerine güven duygusu.

20. asırda somut olarak şekillenen öjenik, 19. asırda ortaya çıkan sosyal darvinizm akımından etkilenmiştir. “Var olmak için mücadele” veya “en iyi uyum sağlayan hayatta kalabilir” gibi hayvan dünyasından alınan sloganlar, toplum hayatına aktarılarak, bundan zenginlerin ve güçlülerin tabiî olarak (doğuştan) fakirlere ve sakatlara göre hayata daha donanımlı olarak geldikleri ve bunun için de hayatta daha başarılı oldukları görüşü çıkarılmıştır. Tabiî seleksiyon neticesinde “iyiler”, “kötüler”i dışlayarak ve yok ederek, toplumun sadece iyilerden ve sağlıklı olanlardan oluşabileceği görüşü yaygın hâle getirildi.

Sosyal darvinizm, toplumda var olan kötü unsurların (özürlülerin) doğal ayıklama (tabiî seleksiyon) sonucunda kendiliğinden kaybolacağına inanmaktaydı. Sosyal darvinizm, sosyal müdahelerle kötü unsurların (yardıma ve bakıma muhtaç kişilerin) korunmasına karşı çıkarken öjenik, iyi unsurların (zenginlerin ve ırkı temiz olanların) çoğalmasına yönelik tedbirlerin alınmasını istemiştir.

Genetik (kalıtım bilimi) alanındaki gelişmelerle birlikte öjenik, insan ırkının iyileştirilmesine yönelik kurumsal yapılanmaya gitmiştir. Buradan yola çıkarak, somut olarak iki akım ortaya çıkmıştır. Pozitif öjenik, “iyi ırktan gelen” insanların kendi aralında evlenmelerini ve çoğalmalarını teşvik ederken, negatif öjenik, “temiz ırktan gelmeyen” insanların evliliklerini ve(ya) çocuk yapmalarını engellemek istemiştir.

 

İdeolojik Yaklaşımlar, Irk Kanunları ve Özürlüler

1910–1940 yılları arasında öjenik görüşleri yaymak maksadıyla özellikle Almanya, İngiltere ve ABD’de değişik isimler altında örgütler kurulmuştur. Öjenik hareket, başlangıcından beri beyaz ırkın ve özellikle anglo-saksonya kültürüne ait insan tipinin diğer ırklardan daha üstün olduğunu ileri sürmüştür. İngiletere’de öjenik görüşleri yayan darvinizm’in kurucusu Charles Darvin’in yeğeni Sir Francis Galton’dur. Sir Galton, kendi aile soyunun çok üstün olduğuna dair araştırmalarda bulunmuştur.

ABD’de ise öjenik hareketin başında “Eugenics Record Office” kurucusu Charles B. Davenport bulunmuştur. ABD’de öjenik, bilimsel düşünce ve biyolojik-genetik araştırma faaliyetleri olmanın ötesinde kamuoyunu etkilemeye ve sosyal hukuk sistemini ırkî esaslara göre biçimlendirmeye uygun bir araç olarak kullanılmıştır. ABD’de 1911–1930 yılları arasında 24 Eyalette insan ve özürlü haklarına aykırı fakat öjenik ilkelere uygun değişik kanunlar kabul edilmiştir (Örn.: a) Marjinal gruplar olarak kabul edilen özürlü, hasta ve suçluların kısırlaştırılması, b) Irklar arası evliliklerin yasaklanması).

1924 yılında öjenik taraftarlarının lobi baskılarıyla “Johnson Act” olarak anılan kanunla “temiz Amerikan ırkını zehirleyebilir” düşüncesiyle Doğu Avrupa ve Akdeniz Ülkelerinden gelen göçmenlerin ABD’ye girmeleri yasaklanmıştı.

O dönemlerde benzer ırkçı görüşler, Avrupa yakasında da baş göstermeye başlamıştır. Mesela Almanya’da Hitler’in önderliğinde Nasyonal-Sosyalist bir parti, seçimle iktidara gelmiş ve faşist bir rejim kurabilmiştir. Hitler Almanya’sında toplama kamplarında ırkî ve dinî yönden öteki olarak kabul edilen sadece Yahudiler topluca yakılmamıştır. Aynı zamanda, Alman ırkına mensup olduğu halde sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip olmayan bunamış yaşlılar ve ruhsal-zihinsel özürlüler de bu despotik rejimin kurbanı olmuştur. Hitler'in sağlıklı nesil oluşturma hayaline ters düşen özürlü insanlar, temerküz kamplarında hekimler tarafından kobay olarak kullanıldıktan sonra bu sefer Ortaçağ’da olduğu gibi tek tek açık meydanlarda değil, daha az maliyetli olarak topluca fırınlarda yakılmışlardır.

Modern Dünyamızda Özürlüler

Şunu itiraf etmek gerekir ki, 20. asrın ortalarından sonra sosyal devlet yapısına kavuşan Batı ülkeleri, bugün geçmişin günahlarını adeta çıkartmak istercesine özürlülere değişik alanlarda birçok sosyo-ekonomik haklar tanımaktadır. Özürlüler adına bütün bu müspet gelişmelere rağmen, kötü ekonomik gidişatın devam etmesi ile bilhassa ağır derecede özürlü ve genelde yaşlı ve bakıma muhtaç kişileri rahatsız eden üzücü teşebbüsler ve düşündürücü gelişmeler de yaşanmaktadır. Bunlardan en önemlisi, şüphesiz ki ferdin temel haklarından sayılan yaşama hakkı konusu üzerinde yapılan ciddî tartışmalardır. Bakıma muhtaç özürlü insanların yaşama hakkını çok gören görüşler de, ne yazık ki kendilerini Bio-Etikçi (Biyoloji-Etikçisi) olarak takdim eden yine pozitivist bilim adamları tarafından öne atılmaktadır. Bu görüşlerin öncülüğünü üstlenenlerden birisi de Avustralyalı “tıp etikçisi” Peter Singer’dir. Özürlülerin yaşamalarına kanunî sınırlamalar getirilmesi gerektiğini savunan Singer, görüşlerini kabul ettirebilmek adına ahlâk ve toplum değerleri bakımından çok kaygı verici bir yaklaşımla, insan ve şahıs kavramlarını birbirinden ayırma gayretlerinde bulunmaktadır.

Ona göre, ağır derecede özürlü ve bakıma muhtaç bir insan, konumu ve fonksiyonu gereği şahsiyetten ve haysiyetten uzak bir hayat yaşamaktadır. Dolayısıyla normal insanî vasıflarını ve yeteneklerini yitirmiş bir insan, yaşama hakkından da mahrum edilmelidir. Singer, bir yazısında açıkça şunları dile getirmektedir: "Sakat olarak dünyaya gelen bebeklerin ötenazisi (kimseye danışılmadan aktif olarak öldürülmesi) burada yeterince müzakere edilmeyecek kadar girifttir. Ancak meselenin özü tabiî ki bellidir: Özürlü bir bebeğin öldürülmesi, moral (değerler) açısından bir şahsın öldürülmesi ile kıyaslanamaz. Haddizatında bu öldürme işlemi, çoğu kez haksız bir eylem bile sayılmaz".

Bu açıklamaların perde arkasında aslında maddeci, hedonist ve faydacı bir dünya görüşün sosyal hayata somut bir şekilde nasıl yansıdığını görmek mümkündür. Nitekim Singer, ekonomik rasyonaliteye dayanan pozitif dünya görüşünü, aşağıdaki beyanından da anlaşılacağı gibi hiçbir surette gizlememektedir: "Eğer, sakat bir çocuğun öldürülmesi, sağlıklı olarak doğacak başka bir çocuğun mutluluğuna daha çok katkı sağlıyorsa, mutluluğun toplam değeri sakat çocuğun öldürülmesinden dolayı daha da artacaktır". Sağlık hizmetlerinin, öncelikli olarak özürlü olmayan sosyal gruplara ve özellikle genç insanlara götürülmesi gerektiğini savunan Singer’in görüşleri, ne yazık ki aile mefhumunun ve bununla birlikte sosyal dayanışmanın kaybolduğu çağdaş toplumlarda revaç görmektedir. Örneğin Çin’de 01.07.1995'den beri yürürlükte olan "Irk Temizliği ve Koruyucu Sağlık Kanunu, özürlü doğabilecek bebeklerin kürtaj yoluyla alınmasını mecburî kılarken, bilhassa zihinsel özürlülerin evlenmelerini de yasaklamaktadır

Almanya'da ise, yaşlı bir özürlünün ölümüne, isteği doğrultusunda dahî olsa, fiili yardımda bulunmak suç sayılırken, kişinin isteğe bağlı ölümüne dolaylı olarak yani pasif yardımda bulunmak (mesela zehir temin etmek gibi) suç teşkil etmekten çıkmıştır. Buna göre, özürlü, başkasının fiili yardımına ihtiyaç duymadan misal verdiğimiz üzere zehiri kendi arzusuyla içerek ölümüne bizzat kendisi sebebiyet verdiği için öldürücü maddeyi sağlayan hekim veya bakıcı bu yardımlarından ötürü mesul tutulmayacaktır. Hollanda’da ise pasif ötenazinin yanında belirli şartlar çerçevesinde aktif ötenaziye de cevaz verilmektedir.

Ceza muafiyetinin ötenaziye teşvik ve ikna için de geçerli olması için, Avrupa çapında "insancıl ölüm" maskesi altında çalışmalar yapılmaktadır. Bununla ilgili olarak, Avrupa Cemaatler Komisyonu, 1988 yılında "Koruyucu Tıp" adı altında bir proje geliştirmiştir. Koruyucu Tıbbın gayesinin, insanları, genetik yapının özelliklerinden kaynaklanan ve değişik hastalıklara sebebiyet verebilecek risklerden korumak olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla genetik yapıdan ötürü yeni nesillere değişik hastalıkların bulaşmaması için, her türlü tıbbî tedbirin alınması da mümkün kılınmalıdır. Böyle bir projeye irsî istidatın korunmasına yönelik tıbbî müdahaleler programı şeklinde bakmak mümkün gibi görünse de "temiz ve sağlıklı" bir toplumun oluşması hedeflendiğinden, projenin asıl hedefinin sosyal maliyetleri gittikçe artan ve özürlülerin de içinde yer aldığı aciz insanların sayısını toplum içinde azaltmak olduğu da gözden kaçmamaktadır. Toplum içinde özürlülerin sayısını azaltma teşebbüsü, sadece düşünce boyutuyla da kalmamaktadır.

Avrupa Parlamentosu'na 1988 yılında "Atipik Çocukların Sayısının Azaltılması" adı altında bir kanun tasarısı sunulmuştur. Bu tasarının 1. maddesinde şu ifadeler yer almaktadır: "Tedavi edilemeyen bir özürlülükten dolayı ömür boyu şahsiyetli bir hayat sürdürememesi önceden belirlenen ve üç gününü doldurmamış bir çocuğun hayatının idamesi için gerekli olan bakımını reddeden bir hekim, ne suç işlemiş ne de kanuna aykırı bir harekette bulunmuş olur". Bir başka ifadeyle, bu tasarı ile özürlü olarak doğan çocukların yaşama hakkı, daha doğar doğmaz elinden alınmak istenmektedir. Avrupa Konseyi'nin 1994 tarihli Bio-Etik tasarısını da bu arada zikretmekte fayda vardır. Bu tasarıya göre, tüpte meydana getiren embriyonun üzerinde, 14. gününü aşmadığı müddetçe deneylerin yapılabilmesine müsaade edilmektedir. Ayrıca, özürlü ve aciz insanların da tıbbî araştırmalar kapsamına alınmaları ön görülmektedir. Tasarı, tıp dalındaki bilimsel araştırma zaruretinin önemini vurgulayarak, muhatapların veya yakınların onayını almadan bile özürlülerin üzerinde tıbbî deneylerin yapılmasını öngörmektedir. Bu gibi teşebbüslerin, akli-selim sahibi kişilerin yoğun eleştirileri ve protestoları sayesinde şimdilik bir sonuç vermemiş olduğunu görüyoruz. Avrupa Konseyi, Bio-Etik tasarısını kabul etmezken Avrupa Parlamentosu'na sunulan "Atipik Çocukların Sayısının Azaltılması” ile ilgili kanun tasarısı üzerindeki tartışmalara devam etmektedir.

İslâm Medeniyetinde Özürlüler

Ekonomik ve teknolojik gücü elinde bulunduran Batı toplumları, medeniyeti sahiplenmek isterken, kendi geçmişlerinde yaşanan bu insanlık dışı olayları pek görmek istemezler. Hâlbuki bugün bile zihniyet olarak güçsüzlere bakışlarında pek fazla bir değişiklik olmadığı da ortadadır. İslâm toplumlarında ise özürlüler gibi toplumun en zayıf kesimlerine karşı bir cephenin oluşmadığını söyleyebiliriz. Batı dünyası acaba bunun sebebini neden araştırmaz? Araştırmaz, araştırmak istemez, çünkü bu araştırmanın sonucunda ister istemez medeniyetlerin mukayesesi de söz konusu olacaktır. Mukayeseli olarak Batı ve İslâm toplumlarının özürlülük bağlamında sosyal tarihleri incelense kolaylıkla şu sonuca varılacaktır: İslâm toplumlarının sahip olduğu medeniyetin fıtrata yatkın bütün kazanımları koruduğu ve dolayısıyla ilahî vahiy özellikleri sayesinde tarihî gelişim sürecinde insana ve özürlüye bakışta herhangi bir sapmanın meydana gelmemiş olduğu ortaya çıkacaktır. Öyle ise özürlüler ekseninde İslâm medeniyetinin köklerine kısa bir seyahat yapalım:

Kuran-ı Kerim’in Özürlülere Bakışı

Kuran-ı Kerim, insanları özürlülükten bağımsız olarak değerlendirir. İnsan, diğer canlılardan daha üstün meziyet ve özelliklerle donatılmış, Allah tarafından kendisine ruh üflenilerek yeryüzünde halife kılınmış, hatta meleklerden bile üstün tutulmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek şöyle anlatılmaktadır: “And olsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık” (İsrâ, 17/70). İslâm medeniyetine göre insan, Allah katında değerini ve üstünlüğünü ancak inanca ve manevî değerlere bağlılığı oranda koruyabilir. İnsan, sadece bu yönüyle üstündür çünkü ilâhi emaneti ve manevî sorumluluğu üstlenmiş bir konumda yaratılmıştır. Bir başka ifadeyle insanın bu üstünlüğü onun bedenî yapısı ve özelliği ile ilgili değil, manevî ve ruhî yapısı ile ilgilidir. Allah katında değersiz insan, hakikatleri görmeyen ve dolayısıyla manen kör olan insandır. Nitekim Kuran-ı Kerim bu insanları şu şekilde tanımlar:  “Şüphesiz Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir, çünkü onlar iman etmezler” (Enfâl, 8/55). Bu ilahî emir sayesinde tarihin her döneminde İslâm toplumlarında, batı toplumlarından farklı olarak, özürlüler muhterem bir insan olarak görülmüştür.

Kuran-ı Kerim, özürlülere insanî yaklaşımın ötesinde kendilerine daha şefkatli ve sosyal duyarlı davranmamızı emretmektedir. Mesela, Abese sûresinin ilk âyetlerinde, Hz. Peygamber ile görme engelli sahâbî Abdullah bin Ümmi Mektûm arasında cereyan eden şu olay, bize özürlülere nasıl davranmamız gerektiğini açıkça göstermektedir. Peygamberimiz, sosyal statü olarak Kureyş’in ileri gelenlerine İslâm’ı anlatmaktayken gözleri görmeyen Abdullah b. Ümmi Mektûm yanına gelir. Peygamberimizden kendisini İslâm konusunda aydınlatmasını ve bilgi vermesini ister. O’nun bu ısrarcı tutumu Peygamberimizin pek hoşuna gitmez. Sözün kesilmesini istemediği için, Peygamberimiz ona karşı ilgisiz davranır, yüzünü çevirir ve misafirlerine tebliğe devam etmek ister.

Tam bu esnada Allah, her zaman Yaratan’ın manevî kontrolü altında olan Peygamberimizin bu tavrını şu âyetle kınar: “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat sen, koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun.” (Abese, 80/1-10). Âyette geçen ifadelerden anlaşılacağı üzere Peygamberimiz, olay esnasında Mekkelilerin önde gelenlerine İslâm’ı tebliğe fazlaca kendini kaptırdığı için görme özürlü sahabisini ihmal etmişti. Çünkü O, kendilerine dini tebliğ ettiği kişilerin Müslüman olacaklarını umuyor ve Müslümanların güçlenmesini arzu ediyordu. Ama bu iyi niyetli tutumuna rağmen belki de istemeyerek görme özürlü sahabisini kalben üzmüş olacaktı ki veya üzülmesine sebebiyet verecekti ki tam bu esnada C. Hak, olaya bu âyetle müdahale etmiştir. Netice itibariyle görme engelli olan Abdullah b. Ümmi Mektûm’un ihmal edilmesi, onunla ilgilenilmemesi Allah tarafından hoş karşılanmamıştı. Olaydan sonra Peygamberimiz, Abdullah b. Ümmi Mektûm’un yanına her gelişinde ona “Ey hakkında Rabb’imin beni uyardığı zat merhaba!” der ve urbasını altına sererdi. İşte cahiliye döneminde sosyal tabaka bakımından en alttakilerden olan özürlüler bu âyetle diğer sosyal kesimlerle eşit konuma gelebilmişlerdir. Bu âyetin ilahî mesajı doğrultusunda İslâm toplumlarında sosyal koruma kapsamına alınan özürlüler, sağlıklı birçok insana göre daha avantajlı bir pozisyon yakalayabilmiştir. Sağlıklı kimselere nasip olmayacak bir şerefle taltif edilen özürlüler, pozitif ayrımcılık imkânlarının her türlüsünden yararlanabilmişlerdir.

İnsan şahsiyetinin bir parçası olan temel hak ve özgürlüklerin, hiçbir ayrım gözetilmeksizin, bütün insanlara eşit bir biçimde sağlandığı İslâm toplumlarında, bu yüzden sosyal barış temin edilebilmiştir. Sosyal barışın sürdürülebilmesi, özürlülerin temel ihtiyaçlarının hem devletçe, hem de toplumca karşılanmış olduğundan dolayı sağlanabilmiştir. Onun için İslâm toplumlarında yaşayan zenginler ve güçlü sosyal gruplar, Batı toplumlarındaki egemen sınıflardan farklı olarak, özürlüler tarafından elde edilebilen kaynakların erişimine mani olmamışlardır. Dolayısıyla İslâm toplumlarından ziyade Batı toplumlarında ortaya çıkan çatışmacı teoriler çerçevesinde “ötekileştirme”, “damgalanma” (stigma)” ve “etiketleme” gibi kavramlar türemiştir. Bu kavramlar neyin bir yansımasıdır? Batı toplumlarında özürlülere karşı sergilenen davranışların âdil ve eşit olmadığı unutulmamalıdır. Onlara yapılan farklı muamelelerin acı tablosu, ancak 20. asrın ortalarından sonra insan haklarının gündeme gelmesi ile fark edilebilmiştir. Yaratıcı'nın hiçbir istisna söz konusu olmaksızın ve tam bir eşitlikle insanlık ailesinin her ferdine tanıdığı insan haklarının, Müslüman toplumlarında özürlülere uygulanmış olması, İslâm doğuşu ile mümkün olmuştur.

Peygamberimizin Özürlülere Davranışı

Peygamberimiz, vahyin esprisine uygun olarak insanlar arasında ırk, renk, sosyal statü, gelir durumu, makam, meslek, sakat-sağlam, gibi dışa yansıyan hususlarda hiç bir ayırım yapmamıştır. Onun insanlarla olan sosyal münasebetlerinde evrensel insanî kriterler geçerli olmuştur. Dolayısıyla sosyal çevresinde yaşayan özürlülerle, hep temel ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmiş onlarla ilişkilerini en güzel bir şekilde yürütmüş ve bu şekilde ümmetine bu sahada da örnek olmuştur.

Özürlüleri, bedenî ve zihnî yetenekleri doğrultusunda kamu hizmetleri dâhil, her alanda aktif ve üretken olmalarını sağlamıştır. Peygamberimiz, görme engelli sahabi Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm’un hafız olmasını sağlamıştır. Bu özel yeteneği ile Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm, Medine‘ye hicret ettikten sonra Medinelilerin birçoğuna Kur’ân-ı Kerim kıraatini öğretmiştir. Hz. Peygamber sefer ve savaşlara giderken, Medine’de yerine vekâlet etmek üzere Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm’u tam 13 defa görevlendirmiştir. Devlet başkanlığı görevini üstlenmiş olması hasebiyle namazları da İbn-i Ümmü Mektûm kıldırmıştır. Peygamberimiz, irşatta bulunması, Müslümanlara dinlerini öğretmesi, hâkimlik yapması, tahsil edilen zekâtı memurlardan teslim alması için Yemen’e vali olarak bacağından sakat olan Muaz bin Cebel’i tayin etmiştir.

Peygamberimiz toplumun diğer fertleri de hem kendi döneminde, hem de kendinden sonraki dönemlerde özürlülere her zaman sosyal duyarlı olmaları yönünde kendine has sosyal pedagojik yöntemlerle örnek girişimlerde bulunuştur. Mesela bedenî kusurlarından dolayı toplumdan kendini tecrit edip, daha çok çölde yalnız başına yaşamayı tercih eden garip ve fakir bir sahâbî olan Zahir ibn-ü Haram’a karşı tutum ve davranışı dikkat çekicidir. Belki sosyal çevre onu dışlamıyordu, ama farklı görüntüsü başkalarını rahatsız eder düşüncesiyle o, insanlardan mümkün mertebe uzak kalmayı uygun görüyordu.

İçe kapalı ve utangaç huylu Zahir’in bu psikolojik problemini Peygamberimiz bildiği için, onunla sürekli iletişim hâlinde olmanın plânını yapıyordu. Doğrusu Zahir de Peygamberimizle beraber olmaktan ötürü fevkalade memnun oluyordu. Peygamberimiz, Zahir’e çölden bazı bitki ve otlar toplayıp, bu siparişlerini Medine pazarına getirmesini söylerdi. Belki de Peygamberimiz bu yolla onu bütünüyle topluma kazandırmayı ve onu maddî ve manevî yönden rehabilite etmeyi düşünüyordu. Peygamberimiz pazardaki alışverişlerinde ona yardımcı olurdu. Bundan dolayı Peygamberimiz, “Zahir bizim çölümüzdür, biz de onun şehriyiz.” diyerek ona sürekli iltifatlarda bulunur ve onu rahatlatmak için buna benzer tatlı ve kaynaştırıcı sözler sarf ederdi.

Bir gün Zahir, alışveriş yapmak için, en kalabalık olduğu saatte Medine çarşısına gelmiş ve Peygamberimiz’i tenha bir köşede beklemekteydi. Zahir’i uzaktan gören Peygamberimiz, Zahir’e sessizce arkasından sokulur ve elleriyle Zahir’in gözlerini yumarak, kendisine doğru çeker ve onu sımsıkı kucaklar. Kendisine bu şakayı yapanın, kokusundan Peygamberimiz olduğunu anlayan Zahir, duyduğu mutluluktan âdeta kendinden geçmiş olarak vücuduyla Peygamberimize iyice yaslanır Peygamberlerinin o güne kadar hiç kimseye bu denli mesafesiz davranmadığını bilen etraftaki Müslümanlar, hayretten büyüyen gözleriyle bu ilginç manzarayı seyrederler. Kâinatın efendisi, tebessüm ederek yüksek sesle haykırır: “Bir kölem var. Satıyorum. Onu benden kim alır?” Zahir, bir yandan yaşadığı sürpriz iltifatın şokuyla, diğer yandan ise ömrü boyunca bütün bilincini doldurmuş olan o kompleksin etkisiyle, Peygamberimizin şakasına biraz hüzün karışımı bir şakayla cevap verir. “Yemin olsun ki ey Allah’ın Elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi satmaya çalışıyorsun.” İşte Peygamberimiz’in beklediği bir fırsat doğmuş olur. Ümmetinin özürlü olsun veya olmasın bütün fertlerini içtenlikle seven son Peygamber, herkesin içinde ancak sıkıla sıkıla dolaşabilen Zahir’e sosyal ve manevî terapisini uygular. Peygamberimiz, mizahı sadece saf gerçeğe dönüştürmek maksadıyla o anda şakayı keser ve birden ciddileşiverir. Zahir’i göstererek ve kendilerini sarmış olan kalabalığa seslenerek, şöyle der: “Hayır, ya Zahir, and olsun ki Allah ve Allah’ın Rasûlü katında senin değerin paha biçilmez! Bunun için biz de seni seviyoruz.”

O andan itibaren Zahir, hiç kimsenin karşısında en küçük bir sıkıntı hissetmeden, özgüvenine kavuşmuş olarak rahat ve başı dik olarak yaşar. Diğer Müslümanlar da, özürlülerle olan beşerî münasebetlerini yeniden gözden geçirme fırsatı bulurlar. Özürlülerin de toplum içinde eşit şartlar içinde yer alabilecekleri, sevilip-sayıldıkları bir sosyal hayatın temeli bu örnek yaklaşımlarla atılmış olur. İslâm toplumlarında yaşayan özürlülerin her bakımdan saygın ve avantajlı bir konuma gelmelerini sağlayan o yüce Peygamber’in şefkatli ve insanî davranışları, aslında bütün dünya insanları için bir örnek olmalıdır.

Peygamberimiz, korumaya muhtaç insanları Allah rızası için sevdi, onlarla samimî olarak ilgilendi ve dünya toplumlarının da ilgilenmesini teşvik etti. Üstelik bu ilgilenmenin, Allah katında karşılıksız kalmayacağını da müjdeledi. Bir keresinde Peygamberimiz, doğan her gün için sadaka verilmesi gereğinden söz etti. Sahâbe, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını hatırlatınca Peygamberimiz, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirtti. Maddî boyutu olmayan sosyal dayanışmaya vurgu yaparak, özürlülerin de içinde bulunduğu dezavantajlı sosyal gruplara Allah rızası için destekte ve iyilikte bulunmanın manevî faydalarından bahsetti. Peygamberimiz bu bağlamda şunları hatırlattı: “Âmâya (görme özürlüye) rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, ihtiyacı olanın hacetini tedarik etmesi için bildiğin yere delalet etmen, derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze (bakıma muhtaç olana) yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir.”

Sosyal sorumluluklarını Allah rızasını kazanmak ümidiyle yerine getirdiği oranda insan, manen yücelir. Kendisine tevdi edilen emanetlere riayet ettiği ve manevî yükümlülüklerini yerine getirdiği sürece değerli olma vasfını kazanır. İnsanlar arasında ayrımcılığın yapılmasını yasaklayan Peygamberimiz, Allah katında insanların sadece güzel hasletleri ve manevî değerleri açısından farklı olduklarını beyan eder. Peygamberimiz’in şu hadis-i şerifleri, bu bakışı âdeta özetler: “Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” Buna göre manevî değerlere sahip güzel ahlâklı özürlü bir insan, bunlara sahip olmayan sağlıklı bir insandan daha üstün ve daha faziletlidir.

Peygamberimiz, özürlülerin horlanmalarına, alay edilmelerine ve aşağılanmalarına asla izin vermediği gibi özürlülerin ruh sağlığı, Yaratıcıya ve hayata bağlılıkları, kendilerine ve topluma karşı saygılarının korumaları yönünde her türlü tedbiri almıştı.

 

Bir keresinde kısa boyluluğu ve ince bacakları ile farklı bir portre çizen Abdullah ibn-i Mes’ud, açık bir meydanda diğer sahabilerle birlikte Peygamberimizin sohbetinde bulunuyordu. Peygamberimiz, Abdullah ibn-i Mes’ud’dan meyve getirmesini istedi. Abdullah ibn-i Mes’ud, hemen koştu ve hurma ağacına tırmanmaya başladı. Herkes onun bu hızlı hareketlerine bakmaya başladı. Bir ara açılan zayıf, ince bacakları, dikkatleri çektiğinden dolayı hafif bir gülüşmeye yol açtı. Orada bulunanlar, onun ince bacaklarına bakarak, onu küçümser bir tavır takındılar. Bu duruma fevkalade üzülen yüce Peygamberimiz, onlara şu ikazı yapma gereği duydu: “Yarın mizanda (âhirette sevap ve günahların tartıldığı günde) onun ince bacağı, Uhud Dağı’ndan ağır gelir. Mahşerde sevabı Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecek biri için, neden böyle gülüyorsunuz?” Peygamberimiz, bu sözleriyle, insanları çirkinlik-güzellik, sakatlık-sağlamlık gibi dış görünüşlerine göre değerlendirmeyi bırakıp, içlerinde taşıdıkları güzelliklerine ve inançlarına göre değerlendirmek gerektiğine işaret etmiştir. Kalıptan ziyade, kalbin ve düşüncenin özürlü olmamasını isteyen Peygamberimiz, sadece Abdullah ibn-i Mes’ud ile ilgili olarak değil, bütün insanların arkalarından, özellikle fizikî kusurlarının ve ayıplarının söylenmesinden ve alay edilmesinden son derece rahatsızlık duyarlardı ve bunu gıybet olarak telakki ederlerdi.

Sonuç

Özürlüler, tarih boyunca her toplumda belli oranda her zaman var olagelmiştir. Peygamberimiz döneminde de belli oranda özürlüler yaşamıştır. O zamana kadar horlanan özürlüler, ilk kez İslâm’ın getirdiği insan hakları sayesinde toplumda eşit bir fert olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, dezavantajlı olarak adlandırılan özürlüleri, fizikî yapıları veya doğuştan getirdikleri farklılıklarına göre bir ayırıma tâbi tutmadığı gibi, onları sosyal hayatın merkezine yerleştirerek, toplumsal kaynaşmanın zeminini oluşturmuştur. Kuran-ı Kerim’in özürlülere dönük pozitif yaklaşımları ile birlikte Peygamber’imizin özürlülere yönelik insanî ve sosyal davranışları, özürlülerin sosyal hukuk sistemi içinde özel olarak korunmalarına yol açmıştır. Asrı saadette ve daha sonraki dönemlerde İslâm devletleri, özürlüleri hep sosyal koruma altında özel ilgi göstermişlerdir. Vahiy kültüründen uzaklaşmış ve sosyal hayatı güçlülerin lehine oluşturmuş Batı toplumlarında ise özürlüler temel insanî haklardan mahrum edilmiştir. Batı toplumlarında özürlülere karşı olumsuz tutum ve davranışlar, insan haklarının tesisi ile 20. asrın ortalarından sonra kısmen ortadan kaldırılabilmiştir. Bazı Batı ülkelerinde özellikle yaşlı özürlülere yönelik (kısmı-şartlı) ötenazi uygulamalarının varlığı, Batı medeniyetinin insan merkezli bir dünya anlayışından halen uzak olduğunu göstermektedir. Vahiy merkezli düşünce dünyasından uzak olan Batı toplumlarında, zayıf ve kimsesizlerin temel insan haklarının korunması mümkün değildir. Garibanlara, özürlülere ve kimsesizlere karşı hoşgörü, anlayış, şefkat ve merhametli yaklaşımın, “Severim Yaratılanı, Yaratan’dan Ötürü” anlayışı çerçevesinde ancak sergilenebileceğini dünden bugüne İslâm toplulukları ispatlamıştır.

 

· Sakarya Üniversitesi; İİBF Öğretim Üyesi; Özürlüler Yüksek Kurulu Üyesi.

[1] Öjenik, aslında kalıtımın önemini ön plâna koyan, insanın genetik yapısını geliştirmeyi ve insan topluluklarını iyileştirmeyi hedefleyen, ancak ırkçı ve sosyal darvinist bir yön almasıyla birlikte sonradan saygınlığını kaybetmiş olan bir bilim dalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

Google