DÜNDEN
BUGÜNE BATI'NIN VE İSLÂM MEDENİYETİ’NİN ÖZÜRLÜLERE
BAKIŞINDAKİ İLİM VE İNSANLIK ÖLÇÜSÜ
Prof.
Dr. Ali Seyyar
Giriş
Batı
dünyası, ilâhî vahiy ölçülerinden uzaklaşması ile tarih
boyunca sosyal ve ahlâkî hayatı hep tehdit etmiştir.
Aydınlanma döneminde sekülerleşen bilim dünyası, bu
sürecin önüne geçemediği gibi gayri insanî uygulamaların
artarak devam etmesini bile sağlamıştır. Siyasî
despotizmin oluşumuna zemin hazırlayan pozitivist sosyal
bilimler, kuvveti esas almış, güçlülerin menfaatini
kollamış, hayat prensibi olarak sosyal çatışmayı
öngörmüş ve böylece toplumları bir arada tutan ortak
insanî değerleri bertaraf ederek, insanoğlunun ve
özellikle güçsüzlerin saadetini çok görmüştür.
Bundan
dolayı da Batı dünyasında özellikle özürlülerin hayat
mücadelesi
diğer
sosyal gruplara nazaran her
asırda
güç olmuştur.
Bazı
dönemlerde ve bilhassa
katı ve ırkçı ideolojilerin
pençesi altında idare
edilen ülkelerde özellikle zihinsel özürlülere yaşama
hakkı bile çok görülmüştür.
Tarihte
bunun ilk örneklerini Ortaçağın karanlıklarına gömülen
skolastik ve geri kalmış Batı
toplumlarının uygulamalarında
görmek
mümkündür.
Özürlülerin Yaşama Hakkı
bugün
de tabu olmaktan çıkmış, değişik felsefik ve tıbbi
gerekçelerle tartışma konusu
haline
getirilmektedir. Gelişmiş ülkelerde
iktisadî alanda yaşanan ve
gittikçe kronikleşen ekonomik durgunluk devam ederken,
bütçe içinde
özellikle yaşlı ve özürlülere dönük sosyal
harcamalar gittikçe artmaktadır. Sosyal harcamaları
frenlemek gayesiyle
toplum
içinde en mağdur durumda
olan
özürlülerin üzerinde ise sözde toplumun genel menfaatine
akıl almaz oyunlar tertiplenmektedir.
Batı
toplumları ve özellikle bazı pozitivist aydınlar, sosyal
maliyetlerin yükselişini durdurabilmek
için,
özürlülerin hayat hakkını
kısıtlamak adına “sağlık ekonomisi” veya “bio-etik” gibi
değişik bilimsel kılıflar etrafında gayri insanî
fikirler öne sürmeye devam etmektedir.
Bilim
ve sanatların her birinin Yaratan’ın esma ve sıfatlarına
dayandığını haykıran İslâm medeniyeti ise, kâinatın
Yaratıcısına yönelik ilme (marifetullah) ulaşmanın
manevî keyfiyeti ile insanların ve toplumların gerçek
mahiyetini ortaya serebilmiş ve barış içinde birlikte
yaşamanın zemini oluşturabilmiştir. Vahye dayanan ilim
sayesinde Müslüman bilim adamları, özürlü olsun veya
olmasın bütün insanların, eşref-i mahlûk istidadı ile
dünyaya geldiğini ve hukuken eşit olduğunu her asırda
haykırmışlardır.
Şüphesiz yeryüzünde yaratılan canlılar arasında bedenî
yapısı ne olursa olsun en üstün ve en seçkin varlık
insandır. Bütün
insanlığın dünyevî ve uhrevî saadetini esas alan İslâm
medeniyetinin kaynağı, temelde Kuran ve Sünnettir.
Özürlülerin toplumsal hayata eşit bir birey olarak tam
katılımını emreden haddizatında Kuran’dır. Son
Peygamberin bu yöndeki örnek tatbikatları ise dünya
insanlığına ışık tutmuştur. Makalemiz, Batı
toplumlarının özürlülerin temel insan haklarını nasıl
çiğnediklerini, İslâm medeniyetinin temsilcileri ise
özürlüleri insanlığın merkezine nasıl yerleştirdiğini
gösterecektir.
Engizisyon Mahkemeleri ve Özürlüler
Ortaçağın Batı insanı, Hıristiyan din adamlarının
telkinlerinin etkisi altında kalarak, kendisini
çevreleyen tabiatın insanüstü ve
bedensiz güçlerle (cin, şeytan)
dolu
olduğuna ve gözle
görülmeyen bu varlıkların insanları istila edip, onları
tedavisi mümkün
olmayan hastalıklara sürükleyebileceklerine
inanmaktaydılar. Dolayısıyla, bu çağlarda hekimlerce de
tam olarak mahiyeti bilinmeyen
akıl
ve ruh hastalıkları bu gibi metafizik varlıklara
atfedilirdi.
Bununla
da kalınmayıp, özürlü
doğan
veya daha sonra değişik bedenî veya aklî
rahatsızlıklara yakalanıp, özürlü
duruma
gelen insanlar da, majik
(sihirli) ve doğaüstü güçlerin etkisi
altında
oldukları inancı ile "cadı" muamelesi görürlerdi.
Bunun
sonucu olarak, ellerinde olmayan sebeplerden dolayı
özürlü olanlar,
topluma çeşitli tehlikeler ve zararlar verebilecek bir
konuma geldikleri iddiası ile başta kilise
olmak
üzere devrin siyasî rejimleri
tarafından takip altına
alınırdı.
Engizisyon mahkemelerinin
kurulmasıyla, "cadı" olarak tanımlanan ve fakat aslında
özürlü olanların
yargılanmasına müsaade edilmiş
ve bu
yolla da birçoğuna en ağır
cezaların verilmesinin kanunî kılıfı da hazırlanmıştı.
Bilhassa, fizikî yönden
yıpranmış ve çirkin görünen,
bedenen
deforme olmuş veya
deliliğin alametlerini üzerinde
taşıdığı gerekçesiyle "cadı" diye vasıflandırılan
insanlar, Kilise ve pazar meydanlarında diri diri
yakılarak öldürülürlerdi.
Meseleye uygarlık ve çağdaşlık açıdan bakıldığında,
Rönesans devrinden başlayarak
aydınlama ve hatta sanayileşme
dönemlerinin başlarına kadar milyonlarca masum insanın
"cadılık"tan dolayı yargılanıp yakılarak
öldürüldüklerini söyleyebiliriz.
Avrupa'da cadılık davalarından
yargılanan insanların yalnız
özürlülerden müteşekkil olduğunu elbette
iddia
edemeyiz. Ancak, resmî kayıtlara göre, Avrupa'da
Ortaçağ’dan başlayarak 18. asrın sonlarına kadar tahminî
olarak 9
milyon
insanın “cadılık”tan ötürü
ölüme
çarptırıldığını belirtebiliriz.
Bunların kaçının özürlü
olduğunu hesap etmek bir noktadan sonra önemli olmadığı
kanaatindeyiz, çünkü mahkemece haksız yere ölüme mahkûm
edilenlerin hepsi
ister özürlü olsun veya olmasın netice itibariyle
insandı.
Ancak,
geçmişte "cadı"
gözüyle
bakılan insanları bugünün
tıp
bilimi ışığı altında incelediğimizde, bunların
birçoğunun zihnen, aklen veya ruhen
özürlü
ve dolayısıyla yardıma veya
bakıma
muhtaç insanlardan ibaret
olduğunu burada açıkça ifade edebiliriz.
Bunun
böyle olduğunu, tarihte en
son
"cadı" yakma hadisesinden de rahatlıkla anlayabiliriz.
1793
yılında Almanya'nın
Prusya
Eyaletinde vuku bulan bu hadiseye göre, iki yaşlı kadın,
gözlerinde belirlenen kızarıklığın
komşularının hayvanlarını hasta ettiği iddiası ile
yakılmışlardır.
Cadı
mahkemeleri 18. asrın sonlarında dönemin hükümdarları
tarafından kaldırılırken, Bavyera
Kraliyetine bağlı cadı mahkemeleri
1806
yılına kadar resmen faaliyet
göstermiştir.
Pozitivist Bilimler ve Özürlüler
Batı
dünyasında cadı mahkemelerinin ortadan kaldırılmasıyla
özürlülerin rahat bir nefes aldığı düşünülmesin.
Gerçek
insan sevgisinden ve maneviyattan uzak olan Batı
toplumlarının aydınları, bu sefer de pozitif sosyal
bilimleri ön plâna koyarak, bilim adına yine aynı
dezavantajlı grupları hedef aldılar.
Sosyal
darvinist, materyalist, ırkçı, kısacası öjenik düşünce
yapısı, bir sosyal tehdit olarak ortaya çıktı.
Haddizatında,
bu
pozitif ve seküler bilim ortamını hazırlayanlar
da,
zamanında bizzat iktidara ortak olan ve dolaylı olarak
devleti elinde tutan
Ortaçağın Hıristiyan ruhban
kesimiydi.
Kilisenin, netice itibariyle öjenik
görüşlere yol açtığı iddiası, ilk bakışta belki de
yadırganabilir. Ancak bazı kişilerin, cadı muamelesi
görmelerinin arka planında hâkim güçlerin ki bunun
içinde kilise de vardı, toplum içinde bedenen zayıf,
aklen rahatsız, farklı düşünen veya inanan insan tipine
tahammül edemedikleri yatmıştır. Bu gerçekten yola
çıkarak, öjenik de toplumsal bütünlüğü alt üst eden ve
ırkçılığın yayılmasına sebebiyet veren bu sakat bakışı
âdeta bilimselleştirmeye uğraşmıştır. Öjenik disiplinin
aydınlanma döneminde önem kazanmış olması, temelde iki
felsefik görüşe dayandırılmıştır. Birincisi, insanların
(dış görünüş itibariyle) mükemmelleştirilebilir inancı.
İkincisi, idrakın en gelişmiş ve en faydalı biçimi
olarak tabiat bilimlerine güven duygusu.
20. asırda somut olarak şekillenen
öjenik, 19. asırda ortaya çıkan sosyal darvinizm
akımından etkilenmiştir. “Var olmak için mücadele” veya
“en iyi uyum sağlayan hayatta kalabilir” gibi hayvan
dünyasından alınan sloganlar, toplum hayatına
aktarılarak, bundan zenginlerin ve güçlülerin tabiî
olarak (doğuştan) fakirlere ve sakatlara göre hayata
daha donanımlı olarak geldikleri ve bunun için de
hayatta daha başarılı oldukları görüşü çıkarılmıştır.
Tabiî seleksiyon neticesinde “iyiler”, “kötüler”i
dışlayarak ve yok ederek, toplumun sadece iyilerden ve
sağlıklı olanlardan oluşabileceği görüşü yaygın hâle
getirildi.
Sosyal darvinizm, toplumda var olan
kötü unsurların (özürlülerin) doğal ayıklama (tabiî
seleksiyon) sonucunda kendiliğinden kaybolacağına
inanmaktaydı. Sosyal darvinizm, sosyal müdahelerle kötü
unsurların (yardıma ve bakıma muhtaç kişilerin)
korunmasına karşı çıkarken öjenik, iyi unsurların
(zenginlerin ve ırkı temiz olanların) çoğalmasına
yönelik tedbirlerin alınmasını istemiştir.
Genetik (kalıtım bilimi) alanındaki
gelişmelerle birlikte öjenik, insan ırkının
iyileştirilmesine yönelik kurumsal yapılanmaya
gitmiştir. Buradan yola çıkarak, somut olarak iki akım
ortaya çıkmıştır. Pozitif öjenik, “iyi ırktan gelen”
insanların kendi aralında evlenmelerini ve çoğalmalarını
teşvik ederken, negatif öjenik, “temiz ırktan gelmeyen”
insanların evliliklerini ve(ya) çocuk yapmalarını
engellemek istemiştir.
İdeolojik Yaklaşımlar, Irk
Kanunları ve Özürlüler
1910–1940 yılları arasında öjenik
görüşleri yaymak maksadıyla özellikle Almanya, İngiltere
ve ABD’de değişik isimler altında örgütler kurulmuştur.
Öjenik hareket, başlangıcından beri beyaz ırkın ve
özellikle anglo-saksonya kültürüne ait insan tipinin
diğer ırklardan daha üstün olduğunu ileri sürmüştür.
İngiletere’de öjenik görüşleri yayan darvinizm’in
kurucusu Charles Darvin’in yeğeni Sir Francis
Galton’dur. Sir Galton, kendi aile soyunun çok üstün
olduğuna dair araştırmalarda bulunmuştur.
ABD’de ise öjenik hareketin başında “Eugenics
Record Office”
kurucusu Charles B.
Davenport bulunmuştur. ABD’de öjenik, bilimsel düşünce
ve biyolojik-genetik araştırma faaliyetleri olmanın
ötesinde kamuoyunu etkilemeye ve sosyal hukuk sistemini
ırkî esaslara göre biçimlendirmeye uygun bir araç olarak
kullanılmıştır. ABD’de 1911–1930 yılları arasında 24
Eyalette insan ve özürlü haklarına aykırı fakat öjenik
ilkelere uygun değişik kanunlar kabul edilmiştir (Örn.:
a) Marjinal gruplar olarak kabul edilen özürlü, hasta ve
suçluların kısırlaştırılması, b) Irklar arası
evliliklerin yasaklanması).
1924
yılında öjenik taraftarlarının lobi baskılarıyla
“Johnson Act” olarak anılan kanunla “temiz Amerikan
ırkını zehirleyebilir” düşüncesiyle Doğu Avrupa ve
Akdeniz Ülkelerinden gelen göçmenlerin ABD’ye girmeleri
yasaklanmıştı.
O
dönemlerde benzer ırkçı görüşler, Avrupa yakasında da
baş göstermeye başlamıştır.
Mesela
Almanya’da Hitler’in önderliğinde Nasyonal-Sosyalist bir
parti, seçimle iktidara gelmiş ve faşist bir rejim
kurabilmiştir.
Hitler
Almanya’sında
toplama kamplarında ırkî ve dinî yönden öteki olarak
kabul edilen
sadece
Yahudiler topluca
yakılmamıştır. Aynı zamanda, Alman ırkına
mensup
olduğu halde sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip olmayan
bunamış yaşlılar ve ruhsal-zihinsel özürlüler de bu
despotik rejimin
kurbanı olmuştur. Hitler'in sağlıklı nesil oluşturma
hayaline ters düşen
özürlü
insanlar, temerküz
kamplarında hekimler tarafından
kobay
olarak kullanıldıktan sonra
bu
sefer Ortaçağ’da olduğu gibi tek tek açık meydanlarda
değil, daha az maliyetli olarak topluca fırınlarda
yakılmışlardır.
Modern
Dünyamızda Özürlüler
Şunu
itiraf etmek gerekir ki, 20. asrın ortalarından sonra
sosyal devlet yapısına kavuşan
Batı
ülkeleri, bugün geçmişin
günahlarını adeta çıkartmak istercesine özürlülere
değişik alanlarda birçok sosyo-ekonomik haklar
tanımaktadır. Özürlüler adına bütün bu müspet
gelişmelere rağmen,
kötü ekonomik gidişatın devam etmesi ile bilhassa ağır
derecede özürlü ve
genelde yaşlı ve bakıma muhtaç kişileri
rahatsız eden üzücü teşebbüsler ve düşündürücü
gelişmeler de
yaşanmaktadır. Bunlardan en önemlisi, şüphesiz ki ferdin
temel haklarından sayılan yaşama
hakkı
konusu üzerinde yapılan ciddî tartışmalardır. Bakıma
muhtaç özürlü insanların yaşama hakkını
çok
gören görüşler de, ne yazık ki kendilerini Bio-Etikçi
(Biyoloji-Etikçisi)
olarak takdim eden yine pozitivist bilim
adamları tarafından öne atılmaktadır. Bu görüşlerin
öncülüğünü üstlenenlerden birisi de Avustralyalı “tıp
etikçisi” Peter Singer’dir. Özürlülerin yaşamalarına
kanunî sınırlamalar getirilmesi gerektiğini savunan
Singer, görüşlerini kabul ettirebilmek adına ahlâk ve
toplum değerleri
bakımından çok kaygı verici bir
yaklaşımla, insan ve şahıs kavramlarını birbirinden
ayırma
gayretlerinde bulunmaktadır.
Ona
göre, ağır derecede özürlü ve bakıma muhtaç bir insan,
konumu ve fonksiyonu gereği
şahsiyetten ve haysiyetten uzak
bir
hayat yaşamaktadır. Dolayısıyla normal insanî
vasıflarını ve yeteneklerini yitirmiş bir insan,
yaşama
hakkından da mahrum
edilmelidir. Singer,
bir
yazısında açıkça şunları dile getirmektedir:
"Sakat
olarak dünyaya gelen
bebeklerin ötenazisi (kimseye danışılmadan aktif olarak
öldürülmesi)
burada
yeterince müzakere
edilmeyecek kadar girifttir.
Ancak
meselenin özü tabiî ki
bellidir: Özürlü bir bebeğin öldürülmesi, moral
(değerler) açısından bir şahsın öldürülmesi ile
kıyaslanamaz. Haddizatında bu
öldürme
işlemi, çoğu kez
haksız
bir eylem bile sayılmaz".
Bu
açıklamaların perde arkasında aslında maddeci,
hedonist ve faydacı bir dünya görüşün sosyal hayata
somut bir şekilde nasıl yansıdığını görmek mümkündür.
Nitekim Singer,
ekonomik rasyonaliteye dayanan pozitif dünya görüşünü,
aşağıdaki beyanından da anlaşılacağı gibi hiçbir surette
gizlememektedir: "Eğer, sakat bir çocuğun
öldürülmesi, sağlıklı olarak doğacak başka bir çocuğun
mutluluğuna daha çok katkı sağlıyorsa, mutluluğun toplam
değeri sakat çocuğun öldürülmesinden dolayı daha da
artacaktır". Sağlık hizmetlerinin, öncelikli olarak
özürlü olmayan sosyal gruplara ve özellikle genç
insanlara götürülmesi
gerektiğini savunan Singer’in görüşleri, ne yazık
ki aile mefhumunun ve bununla birlikte sosyal
dayanışmanın kaybolduğu
çağdaş toplumlarda
revaç
görmektedir. Örneğin Çin’de 01.07.1995'den beri
yürürlükte olan "Irk Temizliği ve
Koruyucu Sağlık
Kanunu, özürlü
doğabilecek
bebeklerin kürtaj yoluyla alınmasını mecburî kılarken,
bilhassa zihinsel özürlülerin evlenmelerini de
yasaklamaktadır
Almanya'da ise, yaşlı bir özürlünün ölümüne, isteği
doğrultusunda
dahî
olsa, fiili yardımda bulunmak
suç
sayılırken, kişinin isteğe bağlı
ölümüne dolaylı olarak yani pasif yardımda bulunmak
(mesela zehir temin etmek gibi)
suç
teşkil etmekten çıkmıştır.
Buna
göre, özürlü, başkasının fiili yardımına ihtiyaç
duymadan
misal
verdiğimiz üzere zehiri kendi
arzusuyla içerek ölümüne bizzat
kendisi
sebebiyet verdiği için
öldürücü maddeyi sağlayan hekim
veya
bakıcı bu yardımlarından
ötürü
mesul tutulmayacaktır. Hollanda’da ise pasif ötenazinin
yanında belirli şartlar çerçevesinde aktif ötenaziye de
cevaz verilmektedir.
Ceza muafiyetinin ötenaziye teşvik ve
ikna için de geçerli olması için,
Avrupa
çapında "insancıl ölüm" maskesi altında
çalışmalar yapılmaktadır.
Bununla
ilgili olarak, Avrupa Cemaatler Komisyonu, 1988 yılında
"Koruyucu Tıp" adı altında
bir
proje geliştirmiştir.
Koruyucu Tıbbın gayesinin, insanları, genetik yapının
özelliklerinden kaynaklanan ve değişik hastalıklara
sebebiyet
verebilecek risklerden korumak
olduğu
ifade edilmektedir.
Dolayısıyla genetik yapıdan ötürü
yeni
nesillere değişik hastalıkların bulaşmaması için, her
türlü
tıbbî
tedbirin alınması da mümkün kılınmalıdır.
Böyle bir projeye irsî istidatın korunmasına yönelik
tıbbî
müdahaleler programı şeklinde
bakmak
mümkün gibi görünse de
"temiz
ve sağlıklı" bir toplumun
oluşması hedeflendiğinden,
projenin asıl hedefinin sosyal maliyetleri gittikçe
artan ve
özürlülerin de içinde yer aldığı aciz
insanların sayısını toplum içinde azaltmak olduğu da
gözden kaçmamaktadır.
Toplum
içinde özürlülerin sayısını azaltma teşebbüsü, sadece
düşünce boyutuyla da kalmamaktadır.
Avrupa
Parlamentosu'na 1988 yılında
"Atipik
Çocukların Sayısının
Azaltılması" adı altında bir kanun
tasarısı sunulmuştur. Bu tasarının
1.
maddesinde şu ifadeler yer
almaktadır:
"Tedavi
edilemeyen bir
özürlülükten dolayı ömür boyu şahsiyetli bir hayat
sürdürememesi önceden belirlenen ve üç gününü
doldurmamış bir çocuğun hayatının idamesi için gerekli
olan bakımını reddeden bir hekim, ne
suç
işlemiş ne de kanuna aykırı bir
harekette bulunmuş olur". Bir başka
ifadeyle, bu tasarı ile özürlü olarak
doğan
çocukların yaşama hakkı, daha doğar doğmaz elinden
alınmak istenmektedir. Avrupa Konseyi'nin 1994 tarihli
Bio-Etik tasarısını da bu arada zikretmekte
fayda
vardır.
Bu
tasarıya göre, tüpte
meydana getiren embriyonun
üzerinde, 14. gününü aşmadığı müddetçe deneylerin
yapılabilmesine müsaade
edilmektedir.
Ayrıca, özürlü ve aciz insanların da tıbbî araştırmalar
kapsamına alınmaları ön
görülmektedir. Tasarı, tıp dalındaki
bilimsel araştırma zaruretinin önemini vurgulayarak,
muhatapların veya
yakınların onayını almadan bile özürlülerin üzerinde
tıbbî deneylerin
yapılmasını
öngörmektedir.
Bu gibi
teşebbüslerin, akli-selim sahibi kişilerin yoğun
eleştirileri ve protestoları sayesinde şimdilik
bir sonuç vermemiş olduğunu görüyoruz. Avrupa
Konseyi, Bio-Etik
tasarısını kabul etmezken Avrupa Parlamentosu'na
sunulan "Atipik
Çocukların Sayısının Azaltılması”
ile ilgili kanun
tasarısı
üzerindeki tartışmalara devam etmektedir.
İslâm
Medeniyetinde Özürlüler
Ekonomik ve teknolojik gücü elinde bulunduran Batı
toplumları, medeniyeti sahiplenmek isterken, kendi
geçmişlerinde yaşanan bu insanlık dışı olayları pek
görmek istemezler. Hâlbuki bugün bile zihniyet olarak
güçsüzlere bakışlarında pek fazla bir değişiklik
olmadığı da ortadadır. İslâm toplumlarında ise özürlüler
gibi toplumun en zayıf kesimlerine karşı bir cephenin
oluşmadığını söyleyebiliriz. Batı dünyası acaba bunun
sebebini neden araştırmaz? Araştırmaz, araştırmak
istemez, çünkü bu araştırmanın sonucunda ister istemez
medeniyetlerin mukayesesi de söz konusu olacaktır.
Mukayeseli olarak Batı ve İslâm toplumlarının özürlülük
bağlamında sosyal tarihleri incelense kolaylıkla şu
sonuca varılacaktır: İslâm toplumlarının sahip olduğu
medeniyetin fıtrata yatkın bütün kazanımları koruduğu ve
dolayısıyla ilahî vahiy özellikleri sayesinde tarihî
gelişim sürecinde insana ve özürlüye bakışta herhangi
bir sapmanın meydana gelmemiş olduğu ortaya çıkacaktır.
Öyle ise özürlüler ekseninde İslâm medeniyetinin
köklerine kısa bir seyahat yapalım:
Kuran-ı Kerim’in Özürlülere Bakışı
Kuran-ı
Kerim, insanları özürlülükten bağımsız olarak
değerlendirir. İnsan, diğer canlılardan daha üstün
meziyet ve özelliklerle donatılmış, Allah tarafından
kendisine ruh üflenilerek yeryüzünde halife kılınmış,
hatta meleklerden bile üstün tutulmuştur. Kur’ân-ı
Kerim’de bu gerçek şöyle anlatılmaktadır: “And olsun
ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık” (İsrâ,
17/70). İslâm medeniyetine
göre insan, Allah katında değerini ve üstünlüğünü ancak
inanca ve manevî değerlere bağlılığı oranda koruyabilir.
İnsan, sadece bu yönüyle
üstündür çünkü ilâhi emaneti ve manevî sorumluluğu
üstlenmiş bir konumda yaratılmıştır.
Bir başka ifadeyle insanın bu
üstünlüğü onun bedenî yapısı ve özelliği ile ilgili
değil, manevî ve ruhî yapısı ile ilgilidir. Allah
katında değersiz insan, hakikatleri görmeyen ve
dolayısıyla manen kör olan insandır. Nitekim Kuran-ı
Kerim bu insanları şu şekilde tanımlar: “Şüphesiz
Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü,
inkâr edenlerdir, çünkü onlar iman etmezler”(Enfâl, 8/55).
Bu ilahî emir sayesinde
tarihin her döneminde İslâm toplumlarında, batı
toplumlarından farklı olarak, özürlüler muhterem bir
insan olarak görülmüştür.
Kuran-ı
Kerim, özürlülere insanî yaklaşımın ötesinde kendilerine
daha şefkatli ve sosyal duyarlı davranmamızı
emretmektedir. Mesela, Abese sûresinin ilk âyetlerinde,
Hz. Peygamber ile görme engelli sahâbî Abdullah bin Ümmi
Mektûm arasında cereyan eden şu olay, bize özürlülere
nasıl davranmamız gerektiğini açıkça göstermektedir.
Peygamberimiz, sosyal statü olarak Kureyş’in ileri
gelenlerine İslâm’ı anlatmaktayken gözleri görmeyen
Abdullah b. Ümmi Mektûm yanına gelir. Peygamberimizden
kendisini İslâm konusunda aydınlatmasını ve bilgi
vermesini ister. O’nun bu ısrarcı tutumu Peygamberimizin
pek hoşuna gitmez. Sözün kesilmesini istemediği için,
Peygamberimiz ona karşı ilgisiz davranır, yüzünü çevirir
ve misafirlerine tebliğe devam etmek ister.
Tam bu
esnada Allah, her zaman Yaratan’ın manevî kontrolü
altında olan Peygamberimizin bu tavrını şu âyetle kınar:
“(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü
yüzünü ekşitti ve geri döndü. Ne bilirsin, belki o
temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona fayda
verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona
yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmamasından sen
sorumlu değilsin. Fakat sen, koşarak ve (Allah’tan)
korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun.”
(Abese, 80/1-10). Âyette
geçen ifadelerden anlaşılacağı üzere Peygamberimiz, olay
esnasında Mekkelilerin önde gelenlerine İslâm’ı tebliğe
fazlaca kendini kaptırdığı için görme özürlü sahabisini
ihmal etmişti. Çünkü O, kendilerine dini tebliğ ettiği
kişilerin Müslüman olacaklarını umuyor ve Müslümanların
güçlenmesini arzu ediyordu. Ama bu iyi niyetli tutumuna
rağmen belki de istemeyerek görme özürlü sahabisini
kalben üzmüş olacaktı ki veya üzülmesine sebebiyet
verecekti ki tam bu esnada C. Hak, olaya bu âyetle
müdahale etmiştir. Netice itibariyle görme engelli olan
Abdullah b. Ümmi Mektûm’un ihmal edilmesi, onunla
ilgilenilmemesi Allah tarafından hoş karşılanmamıştı.
Olaydan sonra Peygamberimiz,
Abdullah b. Ümmi Mektûm’un yanına her gelişinde ona
“Ey hakkında Rabb’imin beni uyardığı zat merhaba!”
der ve urbasını altına sererdi. İşte cahiliye döneminde
sosyal tabaka bakımından en alttakilerden olan özürlüler
bu âyetle diğer sosyal kesimlerle eşit konuma
gelebilmişlerdir. Bu âyetin ilahî mesajı doğrultusunda
İslâm toplumlarında sosyal koruma kapsamına alınan
özürlüler, sağlıklı birçok insana göre daha avantajlı
bir pozisyon yakalayabilmiştir. Sağlıklı kimselere nasip
olmayacak bir şerefle taltif edilen özürlüler, pozitif
ayrımcılık imkânlarının her türlüsünden
yararlanabilmişlerdir.
İnsan
şahsiyetinin bir parçası olan temel hak ve
özgürlüklerin, hiçbir ayrım gözetilmeksizin, bütün
insanlara eşit bir biçimde sağlandığı İslâm
toplumlarında, bu yüzden sosyal barış temin
edilebilmiştir. Sosyal barışın sürdürülebilmesi,
özürlülerin temel ihtiyaçlarının hem devletçe, hem de
toplumca karşılanmış olduğundan dolayı sağlanabilmiştir.
Onun için İslâm toplumlarında yaşayan zenginler ve güçlü
sosyal gruplar, Batı toplumlarındaki egemen sınıflardan
farklı olarak, özürlüler tarafından elde edilebilen
kaynakların erişimine mani olmamışlardır. Dolayısıyla
İslâm toplumlarından ziyade Batı toplumlarında ortaya
çıkan çatışmacı teoriler çerçevesinde “ötekileştirme”,
“damgalanma” (stigma)” ve “etiketleme” gibi kavramlar
türemiştir. Bu kavramlar neyin bir yansımasıdır? Batı
toplumlarında özürlülere karşı sergilenen davranışların
âdil ve eşit olmadığı unutulmamalıdır. Onlara yapılan
farklı muamelelerin acı tablosu, ancak 20. asrın
ortalarından sonra insan haklarının gündeme gelmesi ile
fark edilebilmiştir. Yaratıcı'nın hiçbir istisna söz
konusu olmaksızın ve tam bir eşitlikle insanlık
ailesinin her ferdine tanıdığı insan haklarının,
Müslüman toplumlarında özürlülere uygulanmış olması,
İslâm doğuşu ile mümkün olmuştur.
Peygamberimizin Özürlülere Davranışı
Peygamberimiz, vahyin esprisine uygun olarak insanlar
arasında ırk, renk, sosyal statü, gelir durumu, makam,
meslek, sakat-sağlam, gibi dışa yansıyan hususlarda hiç
bir ayırım yapmamıştır. Onun insanlarla olan sosyal
münasebetlerinde evrensel insanî kriterler geçerli
olmuştur. Dolayısıyla sosyal çevresinde yaşayan
özürlülerle, hep temel ihtiyaçları doğrultusunda hareket
etmiş onlarla ilişkilerini en güzel bir şekilde yürütmüş
ve bu şekilde ümmetine bu sahada da örnek olmuştur.
Özürlüleri, bedenî ve zihnî yetenekleri doğrultusunda
kamu hizmetleri dâhil, her alanda aktif ve üretken
olmalarını sağlamıştır. Peygamberimiz, görme
engelli sahabi Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm’un hafız
olmasını sağlamıştır. Bu özel yeteneği ile Abdullah
İbn-i Ümmü Mektûm, Medine‘ye hicret ettikten sonra
Medinelilerin birçoğuna Kur’ân-ı Kerim kıraatini
öğretmiştir. Hz. Peygamber sefer ve savaşlara giderken,
Medine’de yerine vekâlet etmek üzere Abdullah İbn-i Ümmü
Mektûm’u tam 13 defa görevlendirmiştir. Devlet
başkanlığı görevini üstlenmiş olması hasebiyle namazları
da İbn-i Ümmü Mektûm kıldırmıştır. Peygamberimiz,
irşatta bulunması, Müslümanlara dinlerini öğretmesi,
hâkimlik yapması, tahsil edilen zekâtı memurlardan
teslim alması için Yemen’e vali olarak bacağından sakat
olan Muaz bin Cebel’i tayin etmiştir.
Peygamberimiz toplumun diğer fertleri de hem kendi
döneminde, hem de kendinden sonraki dönemlerde
özürlülere her zaman sosyal duyarlı olmaları yönünde
kendine has sosyal pedagojik yöntemlerle örnek
girişimlerde bulunuştur. Mesela bedenî kusurlarından
dolayı toplumdan kendini tecrit edip, daha çok
çölde yalnız başına yaşamayı tercih eden garip ve fakir
bir sahâbî olan Zahir ibn-ü Haram’a karşı tutum ve
davranışı dikkat çekicidir. Belki sosyal çevre onu
dışlamıyordu, ama farklı görüntüsü başkalarını rahatsız
eder düşüncesiyle o, insanlardan mümkün mertebe uzak
kalmayı uygun görüyordu.
İçe kapalı ve utangaç huylu Zahir’in
bu psikolojik problemini Peygamberimiz bildiği için,
onunla sürekli iletişim hâlinde olmanın plânını
yapıyordu. Doğrusu Zahir de Peygamberimizle beraber
olmaktan ötürü fevkalade memnun oluyordu. Peygamberimiz,
Zahir’e çölden bazı bitki ve otlar toplayıp, bu
siparişlerini Medine pazarına getirmesini söylerdi.
Belki de Peygamberimiz bu yolla onu bütünüyle topluma
kazandırmayı ve onu maddî ve manevî yönden rehabilite
etmeyi düşünüyordu. Peygamberimiz pazardaki
alışverişlerinde ona yardımcı olurdu. Bundan dolayı
Peygamberimiz, “Zahir bizim çölümüzdür, biz de onun
şehriyiz.” diyerek ona sürekli iltifatlarda bulunur ve
onu rahatlatmak için buna benzer tatlı ve kaynaştırıcı
sözler sarf ederdi.
Bir gün Zahir, alışveriş yapmak için,
en kalabalık olduğu saatte Medine çarşısına gelmiş ve
Peygamberimiz’i tenha bir köşede beklemekteydi. Zahir’i
uzaktan gören Peygamberimiz, Zahir’e sessizce arkasından
sokulur ve elleriyle Zahir’in gözlerini yumarak,
kendisine doğru çeker ve onu sımsıkı kucaklar. Kendisine
bu şakayı yapanın, kokusundan Peygamberimiz olduğunu
anlayan Zahir, duyduğu mutluluktan âdeta kendinden
geçmiş olarak vücuduyla Peygamberimize iyice yaslanır
Peygamberlerinin o güne kadar hiç kimseye bu denli
mesafesiz davranmadığını bilen etraftaki Müslümanlar,
hayretten büyüyen gözleriyle bu ilginç manzarayı
seyrederler. Kâinatın efendisi, tebessüm ederek yüksek
sesle haykırır: “Bir kölem var. Satıyorum. Onu benden
kim alır?” Zahir, bir yandan yaşadığı sürpriz iltifatın
şokuyla, diğer yandan ise ömrü boyunca bütün bilincini
doldurmuş olan o kompleksin etkisiyle, Peygamberimizin
şakasına biraz hüzün karışımı bir şakayla cevap verir.
“Yemin olsun ki ey Allah’ın Elçisi, beş para etmez bir
sakat köleyi satmaya çalışıyorsun.” İşte
Peygamberimiz’in beklediği bir fırsat doğmuş olur.
Ümmetinin özürlü olsun veya olmasın bütün fertlerini
içtenlikle seven son Peygamber, herkesin içinde ancak
sıkıla sıkıla dolaşabilen Zahir’e sosyal ve manevî
terapisini uygular. Peygamberimiz, mizahı sadece saf
gerçeğe dönüştürmek maksadıyla o anda şakayı keser ve
birden ciddileşiverir. Zahir’i göstererek ve kendilerini
sarmış olan kalabalığa seslenerek, şöyle der: “Hayır, ya
Zahir, and olsun ki Allah ve Allah’ın Rasûlü katında
senin değerin paha biçilmez! Bunun için biz de seni
seviyoruz.”
O andan itibaren Zahir, hiç kimsenin
karşısında en küçük bir sıkıntı hissetmeden, özgüvenine
kavuşmuş olarak rahat ve başı dik olarak yaşar. Diğer
Müslümanlar da, özürlülerle olan beşerî münasebetlerini
yeniden gözden geçirme fırsatı bulurlar. Özürlülerin de
toplum içinde eşit şartlar içinde yer alabilecekleri,
sevilip-sayıldıkları bir sosyal hayatın temeli bu örnek
yaklaşımlarla atılmış olur. İslâm toplumlarında yaşayan
özürlülerin her bakımdan saygın ve avantajlı bir konuma
gelmelerini sağlayan o yüce Peygamber’in şefkatli ve
insanî davranışları, aslında bütün dünya insanları için
bir örnek olmalıdır.
Peygamberimiz, korumaya muhtaç
insanları Allah rızası için sevdi, onlarla samimî olarak
ilgilendi ve dünya toplumlarının da ilgilenmesini teşvik
etti. Üstelik bu ilgilenmenin, Allah katında karşılıksız
kalmayacağını da müjdeledi. Bir keresinde Peygamberimiz,
doğan her gün için sadaka verilmesi gereğinden söz etti.
Sahâbe, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının
bulunmadığını hatırlatınca Peygamberimiz, sadakanın
birçok çeşidinin bulunduğunu belirtti. Maddî boyutu
olmayan sosyal dayanışmaya vurgu yaparak, özürlülerin de
içinde bulunduğu dezavantajlı sosyal gruplara Allah
rızası için destekte ve iyilikte bulunmanın manevî
faydalarından bahsetti. Peygamberimiz bu bağlamda
şunları hatırlattı: “Âmâya (görme özürlüye) rehberlik
etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde
anlatman, ihtiyacı olanın hacetini tedarik etmesi için
bildiğin yere delalet etmen, derman arayan dertliye
yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze (bakıma
muhtaç olana) yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin
meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka
çeşitlerindendir.”
Sosyal
sorumluluklarını Allah rızasını kazanmak ümidiyle yerine
getirdiği oranda insan, manen yücelir. Kendisine tevdi
edilen emanetlere riayet ettiği ve manevî
yükümlülüklerini yerine getirdiği sürece değerli olma
vasfını kazanır. İnsanlar arasında ayrımcılığın
yapılmasını yasaklayan Peygamberimiz, Allah katında
insanların sadece güzel hasletleri ve manevî değerleri
açısından farklı olduklarını beyan eder.
Peygamberimiz’in şu hadis-i şerifleri, bu bakışı âdeta
özetler: “Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza
bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Buna göre manevî
değerlere sahip güzel ahlâklı özürlü bir insan, bunlara
sahip olmayan sağlıklı bir insandan daha üstün ve daha
faziletlidir.
Peygamberimiz, özürlülerin horlanmalarına, alay
edilmelerine ve aşağılanmalarına asla izin vermediği
gibi özürlülerin ruh sağlığı, Yaratıcıya ve hayata
bağlılıkları, kendilerine ve topluma karşı saygılarının
korumaları yönünde her türlü tedbiri almıştı.
Bir keresinde kısa boyluluğu ve ince
bacakları ile farklı bir portre çizen Abdullah ibn-i
Mes’ud, açık bir meydanda diğer sahabilerle birlikte
Peygamberimizin sohbetinde bulunuyordu. Peygamberimiz,
Abdullah ibn-i Mes’ud’dan meyve getirmesini istedi.
Abdullah ibn-i Mes’ud, hemen koştu ve hurma ağacına
tırmanmaya başladı. Herkes onun bu hızlı hareketlerine
bakmaya başladı. Bir ara açılan zayıf, ince bacakları,
dikkatleri çektiğinden dolayı hafif bir gülüşmeye yol
açtı. Orada bulunanlar, onun ince bacaklarına bakarak,
onu küçümser bir tavır takındılar. Bu duruma fevkalade
üzülen yüce Peygamberimiz, onlara şu ikazı yapma gereği
duydu: “Yarın mizanda (âhirette sevap ve günahların
tartıldığı günde) onun ince bacağı, Uhud Dağı’ndan ağır
gelir. Mahşerde sevabı Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecek
biri için, neden böyle gülüyorsunuz?” Peygamberimiz, bu
sözleriyle, insanları çirkinlik-güzellik,
sakatlık-sağlamlık gibi dış görünüşlerine göre
değerlendirmeyi bırakıp, içlerinde taşıdıkları
güzelliklerine ve inançlarına göre değerlendirmek
gerektiğine işaret etmiştir. Kalıptan ziyade, kalbin ve
düşüncenin özürlü olmamasını isteyen Peygamberimiz,
sadece Abdullah ibn-i Mes’ud ile ilgili olarak değil,
bütün insanların arkalarından, özellikle fizikî
kusurlarının ve ayıplarının söylenmesinden ve alay
edilmesinden son derece rahatsızlık duyarlardı ve bunu
gıybet olarak telakki ederlerdi.
Sonuç
Özürlüler, tarih boyunca her toplumda belli oranda her
zaman var olagelmiştir. Peygamberimiz döneminde de belli
oranda özürlüler yaşamıştır. O zamana kadar horlanan
özürlüler, ilk kez İslâm’ın getirdiği insan hakları
sayesinde toplumda eşit bir fert olarak varlıklarını
sürdürebilmişlerdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamberimiz, dezavantajlı olarak adlandırılan
özürlüleri, fizikî yapıları veya doğuştan getirdikleri
farklılıklarına göre bir ayırıma tâbi tutmadığı gibi,
onları sosyal hayatın merkezine yerleştirerek, toplumsal
kaynaşmanın zeminini oluşturmuştur. Kuran-ı Kerim’in
özürlülere dönük pozitif yaklaşımları ile birlikte
Peygamber’imizin özürlülere yönelik insanî ve sosyal
davranışları, özürlülerin sosyal hukuk sistemi içinde
özel olarak korunmalarına yol açmıştır. Asrı saadette ve
daha sonraki dönemlerde İslâm devletleri, özürlüleri hep
sosyal koruma altında özel ilgi göstermişlerdir. Vahiy
kültüründen uzaklaşmış ve sosyal hayatı güçlülerin
lehine oluşturmuş Batı toplumlarında ise özürlüler temel
insanî haklardan mahrum edilmiştir. Batı toplumlarında
özürlülere karşı olumsuz tutum ve davranışlar, insan
haklarının tesisi ile 20. asrın ortalarından sonra
kısmen ortadan kaldırılabilmiştir. Bazı Batı ülkelerinde
özellikle yaşlı özürlülere yönelik (kısmı-şartlı)
ötenazi uygulamalarının varlığı, Batı medeniyetinin
insan merkezli bir dünya anlayışından halen uzak
olduğunu göstermektedir. Vahiy merkezli düşünce
dünyasından uzak olan Batı toplumlarında, zayıf ve
kimsesizlerin temel insan haklarının korunması mümkün
değildir. Garibanlara, özürlülere ve kimsesizlere karşı
hoşgörü, anlayış, şefkat ve merhametli yaklaşımın,
“Severim Yaratılanı, Yaratan’dan Ötürü” anlayışı
çerçevesinde ancak sergilenebileceğini dünden bugüne
İslâm toplulukları ispatlamıştır.
Öjenik, aslında kalıtımın önemini ön plâna koyan,
insanın genetik yapısını geliştirmeyi ve insan
topluluklarını iyileştirmeyi hedefleyen, ancak
ırkçı ve sosyal darvinist bir yön almasıyla
birlikte sonradan saygınlığını kaybetmiş olan
bir bilim dalıdır.