aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

<<<Sosyal Tarih Makaleleri

 

CUMHURİYET’TEN ÖNCE DEZAVANTAJLI GRUPLARLA İLGİLİ UYGULAMALARA DAİR BAZI TESPİTLER

Yusuf KÜÇÜKDAĞ[1]

Tarihin hemen her devrinde dezavantajlı olarak kabul edilen engelli insanlar mevcut olmuş; semavî dinler bunlara yönelik pozitif kurallar koyarak toplumdaki diğer bireylerle birlikte yaşamalarına alt yapı oluşturmuştur. Buna rağmen engelliler, toplumların kültür seviyelerine göre farklı muamelelere maruz kalmışlardır.

İslâm âleminde, daha Hz. Peygamber zamanından itibaren dezavantajlılar, ikinci sınıf insan gibi algılanmamış; toplumda iş yapabilecek durumda olanlar, devlet işleriyle eğitim sektöründe istihdam edilmişlerdir. Daha sonra kurulan İslâm devletleri de  özürlülere olumlu yaklaşmışlar, iş yapamayacak durumda olanlar tedavi edilerek topluma kazandırılmaya çalışılmıştır. Orta Çağda tımarhanelerin, yetimhanelerin ve kadın sığınma evlerinin İslâm-Türk devletlerinde kurulmasının temelinde insana ve insan sağlığına verilen değerde aramak gerekir. Bu çalışmada Cumhuriyet’ten önce dezavantajlılarla ilgili kurumsal yapılanmalarla uygulamalar, belgeler ışığında incelenecektir.

I. ANADOLU SELÇUKLULARI İLE OSMANLILAR’DA ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMET VEREN KURUMLAR

Türkler, dezavantajlılar arasında sayılan akıl hastalarını topluma kazandırmak  için İslâmiyet’in kabulünden hemen sonra bimarhaneler yapmışlar; çağına göre oldukça modern usullerle buralarda zihinsel özürlüleri tedavi etme yönüne gitmişlerdir. Türk asıllı Tolun oğlu Ahmed’in 872’de Mısır Fustat’ta yaptırdığı bimarhane, akıl hastaları ile birlikte diğer hastalara hizmet verecek şekilde düzenlenmiştir. Selçuklular döneminde özellikle Anadolu Selçukluları’nda büyük şehirlerin çoğunda bimarhaneler inşa ettirilmiş olup bunların bir kısmı Osmanlı döneminde dârüşşifa ve bimarhane adı altında sağlık kuruluşu olarak kullanılmıştır (Terzioğlu 1992, 163-178).

Anadolu Selçukluları’nın başkenti Konya’da, hem dârüşşifa hem de bimarhane, ayrı binalarda hizmet veriyordu. Her ikisi de Osmanlı döneminde faal olup, dârüşşifada akıl hastaları ile cüzamlılar dışındaki hastalar tedavi ediliyordu (Küçükdağ 2004, 423-442). Bimarhane ise, sokaklarda başıboş gezmemeleri, kendilerine veya başkalarına zarar vermemeleri için akıl hastalarının zorunlu olarak yatırılıp ilaçla tedavi edildikleri sağlık kuruluşu idi (KŞS, no. 51, 54).

Anadolu’nun değişik yerlerinde daha Selçuklular zamanında açılmaya başlayan cüzamhanelerin Osmanlı döneminde büyük şehirlerde yenileri inşa edildiği için sayıları artmıştır (Yıldırım 2005, 185-186). Konya’da I. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan miskinler tekkesi, cüzamhane olarak Osmanlı döneminde Sırçalı Sultan Zâviyesi adıyla hizmet vermeyi sürdürmüştür (Küçükdağ 2004, 243-450).

Cüzam hastalığı, eskiden bulaşıcı kabul edilir, cüzam olanların kesinlikle dışarıda gezmesine izin verilmez, miskinler tekkesi adı verilen sağlık yurdunda zorunlu olarak tecrit edilirlerdi. Cüzamlı olduğu iddia edilenler, doktor nezaretinde tedavi edilip durumu belirlendikten sonra mahkemece cüzamhaneye alınıp alınmayacaklarına karar verilirdi (Küçükdağ 2004, 243-450).

II. OSMANLI DÖNEMİNDE DEZAVANTAJLILARLA İLGİLİ UYGULAMALAR

1. Çocukların Korunmaları

Diğer canlılardan farklı olarak insan yavrusunun sağlıklı yetişmesi için belli bir yaşa ulaşıncaya kadar ebeveynlerce yapılması gereken işler vardır. Anne-baba sağ olduğu ve yuvada işler düzgün gittiği sürece bu, hayatın doğal akışı içinde kendiliğinden sürer gider. Arızî bir durum söz konusu olduğunda Osmanlı Devleti, gerekli önlemleri alırdı. Aşağıda çocukların mağduriyetlerini önlemek için alınan tedbirler incelenecektir.

a. Yetim ve Öksüz Çocukların Korunmasında Titizlik Gösterilmesi

Yetimlerin ihtiyaçlarının karşılanması ve eğitimlerinin verilmesi için baba tarafından akrabası olan en uygun kişi çocuğa vasi tayin edilirdi. Ancak bu işi yapacak kişide birtakım şartlar aranır, ihtiyar ve bunamışlara çocuk teslim edilmezdi. Konya’nın Şeyhahmed Mahallesi sakinlerinden Ahmed Efendi kızı Ayşe, kocası Recep oğlu Halil Çavuş vefat edince küçük oğlu Ahmed’e babasının yakınlarından birinin vasi olarak tayin edilmesini talep etmiş; ancak çocuğun tek vasi adayı durumundaki dedesi Recep’in yetmiş yaşını geçmiş, bunak ve kendi işini bile yapamayacak durumda bulunduğu için annesi olarak vasiliği kabul edeceğini bildirince hakim, 5 Muharrem 1336/21 Ekim 1917 tarihinde Ayşe Hatun’u rüşte ermesine kadar oğluna vasi tayin etmiştir (1916-1921 KŞS, 48-50).

Öksüz kalan bir çocuğun vasiliğini yapacak akrabası bulunmazsa onun malını muhafaza ile eğitiminden oturduğu mahalle komşularının tamamı sorumlu idi. Bu durumda çocukla ilgili işlerin düzenli yürütülmesi için mahalle halkından birisi vasi olarak görevlendirilirdi. 18 Safer 1131/10 Ocak 1719 tarihli KŞS kaydına göre, Konya’nın Sarıhasan Mahallesi’nden Hasan kızı Cennet Hatun, aynı mahalleden olup vefat eden Mevlüd oğlu Ali’nin küçük oğlu Ahmed’in vasiliğini yürütüyordu (KŞS, no.49, 16).

Vasi tayini ile işlem sonra ermezdi. Çocuğa ayrılan nafakanın yerli yerince harcanıp harcanmadığı, eğitimiyle ilgilenip ilgilenmediğini takip etmek için vasinin üzerine mahkemece bir de “nâzır” atanırdı (KŞS, no. 49, 187). Nazır, herhangi bir yanlış uygulama tespit ederse bunu mahkemeye bildirip gerekli önlemin alınmasını sağlardı. Konya’nın Pürçeklü Mahallesi’nden Seyyid Hacı Mehmed ölünce küçük kızı Emine’ye ağabeyi İbrahim vasi tayin edilmiş; fakat kız kardeşinin malını kendi ihtiyaçları için harcadığı nazır tarafından belirlenince vasilikten azledilerek yerine “mütedeyyine ve müstakîme” olan kız kardeşi Şerife tayin edilmiştir (KŞS, no. 49, 84, 110, 183; no.51, 55).

Temel ihtiyaçların karşılanması esas kabul edildiğinden anne veya babanın ölümü durumunda mirasçı olarak çocuğa kalan mal veya paradan günün şartlarına göre zaruri ihtiyaçlarının karşılanması maksadıyla “nafaka” tahsisi yönüne gidilir  ve bu durum, mahkemece tescil edilirdi (KŞS, no. 49, 22; no.46, 21, 110, 128). Şayet anne-babadan nafaka tahsis edecek kadar miras kalmamışsa en yakın akrabasından başlamak üzere müteselsilen nafaka alınarak ihtiyaçlarının karşılanması yönüne gidilirdi. Konya’nın Yanıkcami Mahallesi’nden Hacı Musa kızı Fatma Ana, kocası Ali ölünce, kızları altı yaşında Feride ile dört yaşında Zekiye’nin “aslâ mâlları olmayup nafakaya eşedd ihtiyâc ile muhtâceler olup” çaresiz kalınca, 19 Zilkade 1335/6 Eylül 1917’de mahkemeye başvurarak kızlarının dedesi Kara Mustafa üzerine çocukların ihtiyacını karşılayacak  miktarda nafaka takdir olunmasını talep etmiştir. Kara Mustafa, söylenenin doğru olduğunu kabul edince hakim, iki kız torunu için ayda onbeşerden toplam otuz kuruş nafaka vermesini kararlaştırmıştır (1916-1921 KŞS, 48).

Yetimin ihtiyacını karşılama hususunda sıkıntı yaşanması durumunda dede, nine gibi yakını bulunmazsa amca, hala gibi ikinci derecede akrabasına nafaka verme zorunluluğu getirilirdi. Konya’nın Pürçeklü Mahallesi’nden Abdullah kızı Cemile, kocası İbrahim oğlu Mehmed para veya mal cinsinden hiçbir şey bırakmaksızın ölünce küçük oğulları Musa ve Ömer’e nafaka verecek amcaları İbrahim oğlu Hacı Mahmud’dan başka kimse bulunmadığından nafaka davası açmış; elindeki fetvaya göre anne olarak kendisi iki, amcaları İbrahim’in ise dört akçe nafaka vermesine hakim 20 Zilkade 1135/22 Ağustos 1723 tarihinde karar vermiştir (KŞS, no. 49, 61).

b. Sokağa Terk Edilen Çocukların Korumaya Alınması

Sokağa terk edilen çocuklar hiçbir zaman başıboş kalmaz, onu bulan kişi ebeveyni ortaya çıkıncaya kadar bakımını üstlenirdi. Konya’nın Müşkli Mahallesi sakinlerinden Hacı Abdi kızı Kademli, 4 Zilkade 1114/22 Mart 1703 günü Konya mahkemesine başvuruda bulunarak sokakta bulduğu tahminen bir yaşındaki Saliha’ya nafaka takdir edilmesini talep etmiş; hakim, adı geçen küçük kızın “nafaka ve kisvesine ve sâir havâyic-i zarûriyyesine” harcanmak üzere gündelik onar akçe takdir etmiştir (KŞS, no.40, 114).

Yukarıdakine benzer başka olayları burada sıralamak mümkündür. Konya’nın Çiftemerdiven Mahallesi’nden Abdullah kızı Kahraman, 27 Şaban 1128/16 Ağustos 1716 tarihinde mahkemeye müracaat ederek tahminen iki yaşında olan Şerife’yi Şeyhahmed Hamamı kapısı önünde bulup kaybolmaması için himayesine aldığını ve bundan sonra sağlıklı bir şekilde himaye ve terbiye edebilmesi için ona yeter miktarda nafaka tahsis edilmesini talep ettiğini bildirince hakim, küçük Şerife için her gün onar akçe nafaka takdir etmiştir (KŞS, no. 42, 76). Buna benzer bir başka kayıt 25 Cemaziyelâhir 1125/21 Mayıs 1713 tarihlidir. Konya’nın Aksinne Mahallesi’nden Şaban kızı Fatma, bir yaşında olan Mustafa’yı hamam kapısında bulduğunu, “hacr ve terbiye”sini yani himaye ve eğitimini üzerine aldığını; bunun için nafaka talep ettiğini bildirince hakim, Mustafa’ya günde altışar akçe nafaka farz ve takdir etmiştir (KŞS, no. 46, 159).

c) Ebeveynleri Sağ Olduğu Halde Mağdur Olan Çocuklarla İlgili Alınan Önlemler

Çocuğun mağduriyeti değişik nedenlerle anne ve babası hayatta iken de söz konusu olabilirdi. Bu durumda olanlar kendi kaderlerine terk edilmez, durum mahkemeye bildirilerek hukukî yolla nafakaları sağlanırdı. Konya’nın Ahmeddede Mahallesi’nden Abdülkadir kızı Zübeyde mahkemeye başvuruda bulunarak askere giden kocası Ali Rıza’nın kendilerine hiçbir mal ve para bırakmadığı; birbuçuk yaşındaki oğlu Rasih’in de “aslâ mâlı olmayup nafakaya eşedd ihtiyâc ile muhtâc” olduğu, dedesi Ahmed oğlu Nafiz Usta’dan başka “infâk idicek” kimsesi bulunmadığından kocası askerden gelinceye kadar Nafiz Usta’nın üzerine her ay ihtiyacını karşılayacak miktarda çocuğa nafaka takdir edilmesini talep etmiştir. Hakim, 13 Rebiyülâhir 1337/16 Ocak 1919 tarihinden geçerli olmak üzere Nafiz Usta’nın,oğlu Ali Rıza askerden gelinceye kadar torununa nafaka vermesine karar vermiştir (1916-1921 KŞS, 122-123).

d. Çocukların Genel Ahlâka Aykırı Ortamlardan Uzak Tutulması

İnsan sadece maddî gıda ile beslenen bir yaratık değildir. İyi bir eğitim verilerek topluma yararlı hale getirilmesi de gerekir. Bunun için annesi bile olsa bulunduğu ortamın genel ahlâka uygun olmadığı tespit edilirse çocuk onun elinden alınır; bir başkasının yanına verilirdi. 15 Rebiyülâhir 1141/18 Kasım 1728 tarihli bir KŞS kaydına göre, Konya’nın Muin Mahallesi’nden Yunus oğlu Mustafa, boşandığı karısı Osman kızı Fatma’nın iyi yolda olmadığından başka terbiyesi baba olarak kendi üzerinde bulunan büyük kızı Hatice ile birlikte oturmak istediğini, oysa kızının annesinin evinde kalması durumunda kötü yola düşeceğini, bu nedenle kendi evinde ikamet etmesini talep etmiştir. Mahkemede hazır bulunan Fatma’nın komşuları, iddia edildiği gibi “mezbûre Fatma dellâke olup, olur olmaz yerde gezip mezbûre Fatma’dan ahâli dahi emîn olmamalarıyla fi’l-hakîka kızı merkume Hadice’yi izlâl ihtimâli vardır” diye şahitlik edince hakim, Fatma’nın kızı Hatice’yi bundan sonra evinde iskân ettirmemesine, babası Mustafa’nın yanında kalmasına hükmetmiştir (KŞS, no. 51, 154).

e) Yetimler Babalarının Kadrosuna Atanır, İşsiz Kalmamaları Sağlanırdı

Yetim, iş yapamayacak kadar küçük olduğu için resmî görevli iken vefat eden  babasının kadrosuna atanmaz; ancak mağdur edilmemesi için  onun adına “nâib”i o işi yürütür; belli bir yaşa ulaşınca işin başına kendisi geçerdi. Seyyid Hacı Ahmed Necip Efendi, Konya’da bir Nakşbendî Zâviyesi açmış, şeyhliğine 1252 H/1836 M’de Hafız Mehmed oğlu Seyyid Şeyh Mahmud Âgâh Efendi’yi atamış; ölümünden sonra ise bunun neslinden gelenlerin şeyh olacağını vakfiyesinde belirtmiştir. XX. yüzyıl başlarında bu zâviyenin şeyhlik makamı boşalmış; Şeyh Mahmud Âgâh Efendi’nin torunu İbrahim Sıdkı küçük yaşta olduğu için Âbidin Efendi, “bi’n-niyâbe” şeyhliği devam ettirmiş; ancak İbrahim Sıdkı rüşte erince, 1909’da bu kadroya atanmıştır (Küçükdağ 2005, 376).


 

f. İhtiyaç Durumunda Yetimlere Konut İnşa Edilmesi

Devlet, yetimlerin zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlar; özellikle barınacakları konutun inşasını kamu binası gibi kabul eder; vasinin konut inşası için yaptığı harcamanın gerçek olup olmadığını kadının başkanlığında bilirkişiye tespit ettirirdi. Konya’da Ubeyd Mahallesi’nden Abdullah oğlu Şahin’in küçük oğulları Mehmed ve Ali ile küçük kızı Emine’nin vasisi Derviş İbrahim oğlu Derviş Mustafa, 27 C. evvel 1125/21 Haziran 1713 günü mahkemeye başvuruda  bulunarak küçük çocuklarının babaları Şahin Bey’in sağlığında ev yaptırmaya başladığını, ancak inşaat tamamlanmadan öldüğünü, yetimlerin oturacak bir eve şiddetle ihtiyaçları olduğu için vasileri sıfatıyla kendisinin yarım kalan evi tamamlattığını; ev için yaptığı masrafın mahkemece tespit edilmesini talep etmiştir. Konya Mahkemesi’nden Hacı İbrahim  Efendi oğlu Mevlânâ Mehmed Efendi başkanlığında üstat mimarlardan Abdullah oğlu İvaz ve Agap oğlu Etyen ile bina ve çatı işlerinden anlayan tarafsız bir grup Müslüman inşa edilen eve gitmişler; yapılanlarla vasinin harcamalarını karşılaştırmışlar; beyanın doğru olduğunu tespit ederek durumu sicile kaydettirmişlerdir (KŞS, no.46, 133).

g) Gayrimüslim Çocuklarıyla İlgili Uygulamalar

Osmanlı Devleti’nde vatandaşların kimliğine bakılmaksızın tüm mağdur çocukların sağlıklı bir ortamda yetişmesine dikkat edilir; gayrimüslimlerin çocuklarına da aynen Müslümanlarınkiler gibi muamele edilirdi. Yani babası veya annesi ölen gayrimüslim çocuğuna kendi yakınlarından birisi vasi tayin edilir; veraset yoluyla intikal eden mallarının muhafazası ile diğer işlerinin yürütülmesi sağlanırdı. Konya’nın Âyinedar Mahallesi’nden Evhan veled-i Hacır adlı zimmi ölünce küçük yaştaki oğlu Hacdor’a hakim, çocuğun annesi Esib kızı Sara isimli “Nasraniyye”yi, “emîne ve müstakîme ve vesâyete ehil” olduğunu bir grup Müslüman haber verince 2 Zilkade 1135/4 Ağustos 1723’te vasi tayin etmiştir (KŞS, no. 49, 16).

2. Engellilere Pozitif Ayırımcılık Yapılması

Osmanlı Devleti’nde engellilerin sıkıntıya düşmemeleri için pozitif ayrımcılığa gidilmiş, toplumda onurlu bireyler olarak yaşamları sağlanmıştır. Aşağıda engellilere yönelik pozitif ayırımcılıkla ilgili bazı uygulamalar ortaya konacaktır.


 

a) Yaşlı ve Yaralılarla İlgili Uygulamalar

Doğuştan sağlam olsa bile insanoğlunun belli bir yaştan sonra algılaması düşer, buna bağlı olarak davranışlarında yavaşlama, iş gücünde azalma ortaya çıkar. Bir an gelir, hayatını devam ettirmek için başkalarının desteğine ihtiyaç duyar. Bu nedenle yaşlılara da dezavantajlılar içinde yer vermek gerekir.

Anadolu’da yaşlılara hizmet, dinî bir vecibe olarak kabul edildiği için ailede dede ve nineler saygınlık bakımından ilk sıralarda yer alırlar. Orta yaşlılar ve gençler, onların çevrelerinde fırıl fırıl dönerek bir dediklerini iki etmezler; hemen tüm istekleri ve ihtiyaçlarını vakit geçirmeden yerine getirirler. Bu genel anlayışa rağmen çocuklarının ihmali sonucu anne ve babalar, yaşlılıklarında zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayacak derecede muhtaç hale gelebilirler; bu durumda hukukî yolla ebeveyn, evlâtlarından nafaka isteyebilirlerdi. Konya’nın Kerimdede Mahallesi’nde sakin Ilgın kazası eski savcısı Hüseyin Ağa oğlu Mustafa Kâmil Efendi, 2 Muharrem 1340/5 Eylül 1321 günü Konya Şer’iye Mahkemesi’ne müracaatla, Yalvaç kazası Hükümet Tabibi Behcet Efendi’nin büyük oğlu olduğunu, kendisinin 18 aydır memuriyette bulunmadığından başka emekli maaşı almadığını; hayatını devam ettirecek malının da mevcut olmadığını, maddî durumu iyi olduğu halde oğlunun kendisini yedirip giydirmediğini, bu nedenle Behcet Efendi üzerine aylık ihtiyaçlarını karşılayacak kadar nafaka takdir edilmesini talep etmiştir. Behcet Efendi’nin ekonomik durumunun iyi olduğu tanıkların şahadetiyle belirlenince hakim, Mustafa Kâmil Efendi için oğlu üzerine aylık 1500 kuruş nafaka ve giysi gideri farz ve takdir etmiştir (1916-1921 KŞS, 116-117).

Yaşlı ve özürlüler, normal insanlara göre devlet hizmetinin yerine getirilmesinde ve vergi vermede avantajlı olurlardı. Nitekim uzun süre askerlik görevinde bulunup ihtiyarlığından başka savaşa gidemeyecek kadar yaralı olanlar geri hizmete alınırlar, sefere katılmayanlardan alınan örfî vergilerden muaf tutulurlardı. 16 Şevval 1040/18 Mayıs 1631 tarihli bir Mühimme kaydına göre, Niğbolu’da 40 yıldır timara sahip olan Tursun adlı kişi, daha önce tüm seferlere katılmış iken, “pîr ve ihtiyâr ve mecrûh” yani yaşlı ve yaralı olduğundan savaşlara katılamaz hale gelince timarını başkasına devrederek Niğbolu Kalesi’nin muhafazasında görev almıştır. Merkeze gönderdiği arzuhalle, işinden çıkarılmış diğer  hali vakti yerinde olan timar sahipleri ile birlikte sefere ve hizmete zorlanmamasından başka kendisine “tekâlif-i şâkka” teklif edilmemesini talep etmiş, padişah da onun isteklerini aynen kabul etmiştir (Mühimme, no. 85, hüküm: 455).

Sefere katılamayacak kadar yaşlı ve hasta olan eski idareciler, padiştan izin alarak yerine oğlunu gönderip yükümlülükten kurtulabilirlerdi. Eski Temeşvar Beylerbeyisi olup Vodine kasabasında oturan Ahmed, pîr ve ihtiyâr olduğundan başka “nikris zahmetine ve za‘f-ı basara”  yani damla ve az görme hastalıklarına mübtelâ olduğu, ata binecek gücü bile bulunmadığından sefere kendi yerine Dergâh-ı Muallâ müteferrikalarından oğlu Mehmed’i yirmi cebelü ile göndermek isteyince; vilâyet halkı buna karşı çıkmış; ancak padişah onun ileri sürdüğü mazereti kabul edip 22 Şevval 1020/28 Aralık 1611 tarihli bir emr-i şerif göndererek durumu kendisine ve dolayısıyla vilâyet halkına bildirmiştir (Mühimme, no. 85, hüküm: 474).

b) Zihinsel Engelli Olmamakla Birlikte Dengeleri Kurmakta Zorluk Çekenlere Pozitif Ayırımcılık Yapılması

Zihinsel engelli olmamakla birlikte dengeleri kurmakta zorluk çekenlere devlet iş bulur, mağdur etmek isteyenlere karşı onları korur ve işlerine devam etmelerini sağlardı. II. Bayezid dönemine ait bir kayda göre, Semendire Kalesi’nde hisar eri iken işine son verilen Ahmed, merkezden gönderilen bir hükümle aynı yerde görevlendirilmiş; adı geçenle ilgili olarak yetkililere padişah, evâhir-i Zilkade 906/20 Haziran 1501’de “biraz dîvâne olup mahall-i merhamet olduğu sebebden… kadir olduğu hizmeti itdüresiz, kadir olmadığı hizmeti teklîf itmeyesiz” uyarısında bulunmuştur (906 Tarihli Ahkâm Defteri, 25).

Devlet, muhakemesi noksan kişilere iş ortamı hazırladığından başka onun özel durumunu istismar edenlerce aldatılarak zarara uğramalarını önler, gerekirse hukuk yoluyla haklarının alınmasını sağlardı. Eski veziriazam müteveffa Mehmed Paşa’nın adamlarından Mustafa, “fakîrü’l-hâl…ve aklından dahi bir mikdâr hiffeti” olduğundan Manisa kazasına bağlı Davudlu kasabasında Divane Hacı diye tanınan, esas adı Mustafa olan şaki, onun bu durumundan istifade ederek yerine hile ile timarını tasarruf etmiş; durum merkeze bildirilince, mahkemede yargılanarak şimdiye kadar elde ettiği menfaatler tespit edilip timarın esas sahibi Mehmed Paşa’nın adamlarından Mustafa’ya verilmesi, 22 Rebiyülâhir 1040/28 Kasım 1630’da sancakbeyi vezir İlyas Paşa ile Manisa kadısından istenmiştir (Mühimme, no. 85, hüküm: 48).

 

c) Engellilerin Vergiden Muaf Olmaları

Askerî sınıftan iken görevini yürütemeyecek kadar “ma‘lûl” olanlara görev verilmediği gibi örfî vergilerden de muaf tutulurlardı. Eğer eski işini yürütürse kanun gereği şer’î ve örfî vergiler kendisinden alınırdı.  Sipahi oğlu Yusuf,  sipahilik yapamayacak kadar sakat olduğu için başvurusu üzerine Divan-ı Hümayun’dan evahir-i Zilkalde/20 Temmuz 1501 tarihinde normal işini gücünü yürütenlerden farklı bir şekilde  “azebden ve cerahordan ve sekbândan ve hisar yapmasından ve doğancıdan ve nüzül tahılından ve sürgünden ve kürekciden ve angaryadan fi’l-cümle mecmû‘ avârız ve tekâlif-i dîvâniyyeden mu‘af ve müsellem olalar” şeklinde bir karar çıkmıştır. Ancak hükümde iş yapması durumunda uygulamanın değişeceğine “ra‘iyyet yirin dutup zira‘at ide, kânun üzere öşrin ve rüsûmın ve ol yir içün lâzım olanın vire” denilerek işaret edilmiştir (906 Tarihli Ahkâm Defteri, 25).

Asker olan, ancak geri hizmette çalışan “müsellemler” yani yol işleri ile görevli olanlar, işlerinin başında bulundukları sürece sefere katılmak zorunda idiler. Şayet işinin başında iken gücü yetmeyecek durumda ise yerine bir başkasını gönderebilirlerdi (Akgündüz 1992, 30). Müsellem olan, ancak sefere katılacak gücü bulunmayan Eynebeyi adlı kişinin görevi başında bulunmasından dolayı yerine “bedel” olarak başka birini göndermesi, başvurusu üzerine evahir-i Zilhicce 906/19 Temmuz 1501 tarihli hüccetle kabul edildiği bildirilmiştir (906 Tarihli Ahkâm Defteri, 114).

Pozitif ayırımcılık sadece Müslüman engellilere uygulanmaz; sakat veya hasta zimmîler de bazı vergilerden muaf tutulurlardı. Osmanlı döneminde gayrimüslimlerden alınan cizye, herkesin malî gücü dikkate alınarak belirlenir ve toplanırdı. Ancak sabi, pîr-i fanî ve iş yapma gücüne sahip olmayanlarla felç veya hayatının çoğunluğunu yatalak hasta olarak geçirenlerden cizye alınmazdı (KŞS, no.39, 265-266; no.47, 279; no.48, 281).

d) Görme Engellilere İş Verilmesi

Osmanlı toplumunda daha önce normal iş güç sahibi iken sağlığını kaybedenler, kendi kaderine terk edilmez, hayatını devam ettirmesi için gerekli alt yapı devlet tarafından oluşturulur, hatta mümkün mertebe geçim standardı yükseltilirdi. Eskiden yeniçeri iken “gözleri ma‘lûl” olan Hacı adlı bir kişi, “dergâh-ı mu‘allâ”ya yani padişaha arzuhal gönderince kendisine İstanbul’da Cami-i  Cedid Vakfı’ndan bir “akçacık” yevmiye verilmiş; ancak bunun kendisine yetmediğini tekrar bir arzuhalle bildirmesi üzerine Cami-i Cedid mütevellisinden evail-i Zilhicce 906/20 Temmuz 1501 tarihinde yazılan bir hükümle adı geçene bir akçe daha vermesi istenmiştir (906 Tarihli Ahkâm Defteri, 65).

3. Çaresiz Fakirlerin Himaye Edilmesi

Osmanlı Devleti, demokratik bir yapıya sahip olmamasına rağmen padişahlar, kendilerini “reâyâ ve berâyâ” adı verilen halkın babası olarak görürler, tebaanın sıkıntıya düşmemesi için çaba harcarlardı. Bu nedenle Anadolu insanı devleti baba olarak nitelendirmiş; herhangi bir sıkıntıya düştüğünde onu yanında görmek istemiştir.

Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyıla kadar hemen herkes bir iş yapmak ve üretime katkıda bulunmak zorunda idi. Bununla birlikte coğrafî olumsuzluklar, bazı yerlerde insanların üretmesine engel teşkil ediyor; bunların zarurî ihtiyaçlarını karşılamaları bile mümkün olmuyordu. Hicaz bölgesi, otun bile bitmediği çöl durumunda olduğundan XX. yüzyılın başlarına kadar tarihin hemen her devrinde burada oturanlar fakr u zaruret içinde yaşamışlar; bağlı bulundukları devletin yardımlarıyla hayatlarını sürdürmüşlerdir.

Osmanlı padişahları, dinî gayretleri sonucu Hicaz bölgesine özel bir ilgi göstermişler, burada oturanların sıkıntıya düşmemeleri için diğer tebaaya göre, Hz. Peygamber’e hürmeten Hicaz Arapları’na farklı muamelede bulunmuşlar; “Surre-i Hümâyûn” adı altında hac mevsiminde Hicaz fukarasına külliyetli miktarda para göndererek karşılıksız olarak dağıtmışlardır.

Surre, büyük törenlerle Recep ayında İstanbul’dan çıkarılır (Atalar 1991), Anadolu ve Suriye’den geçen Surre Alayı’na yolda, Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu yerlerden gelen bağış paralarla (Mühimme, no.85, hüküm: 267) Haremeyn vakfı gelirleri (Mühimme, no.85, hüküm: 359) de ilâve edilerek gittikçe artar, topluca Mekke ve Medine’ye götürülürdü. Mühürlü sandıklar törenle açılarak paralar oranın en ileri gelenlerinden en yoksuluna kadar herkese belli oranlarda dağıtılırdı.

4. İlim Adamlarına Hizmette Sınır Konmaması

İlim, kazanılması zor bir konu olup, ancak sabır ve azimle çalışılarak elde edilir. Bu nedenle tarihin hemen her devrinde ilim adamlarının sayısı az olmuştur. Büyük devletler ve devlet adamları bunun için ilim adamlarına sahip çıkıp gerekli değeri vermişlerdir.

Selçuklular ve bunların devamı olan  Osmanlılar, ilim adamlarından yararlandıkları sürece güçlenmişler, devirlerinde dünyanın en güçlü devletleri olmuşlardır. Nitekim Osmanlı devletinin kurucuları, Selçuklu ilim ve fikir adamları olup, daha başından itibaren Duraklama Dönemine kadar padişahlar onlardan yararlanmasını bilmiş, devletlerini yüceltmişlerdir. İlim adamının kolay yetişmediğinin farkında olan Osmanlı Devleti, devamsızlık yapmadığı ve kanunlara aykırı harekette bulunmadığı sürece, ölümüne kadar görevlerine devam ettirmiştir. Bu nedenle Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde ilim adamları hep işlerinin başında iken vefat etmişlerdir. Beylik Döneminde kurucu ekibin başında bulunan Edebalı, devlet adamı ve eğitimci olarak vefatına kadar işinin başında bulunmuştur. Ondan sonra Tursun Fakih eğitim-öğretim işlerine bakmış, bu görevi ölümüne dek sürmüştür. İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin müderrisi Davud-ı Kayserî, İznik’te görevi başında vefat etmiştir (Küçükdağ 2004, 105-134). Yükselme Döneminde uzun süre müderrislik yaptıktan sonra şeyhülislâmlığa getirilen ünlü Türk düşünürü Zenbilli Ali Cemalî Efendi (Ö.1525), ikinci görev olarak Sultan Bayezid Medresesi müderrisliğini de yürütmüştür. Çok yaşlı ve iş göremeyecek kadar hasta olmasına rağmen ölümüne kadar görevlerinden alınmamış; Kanunî, fetva işlerinin aksamaması için ulemadan Şeyh Bahaeddinzade Muhyiddin Mehmed (Ö.1545)’i şeyhülislâm kaymakamı olarak atamıştır (Küçükdağ 1995, 51-81).

Medreselerin bozulmasına paralel olarak ilim adamlarının kalitesinde düşüş yaşanmış, bu yüzden XVII. yüzyılda sonucu idama varan acı olaylar yaşanmıştır (İlgürel 1989, 472). Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde eğitim işleriyle uğraşanlar, iş yapamayacak ve öğrenciyi zaptedemeyecek kadar ihtiyar ve hasta olmaları dışında ölümlerine kadar görevleri başında kalmışlardır. Bununla ilgili ilginç bir örneğin burada aynen verilmesi yararlı olacaktır. Safer 1182/ Haziran 1768 tarihli bir Hurufat kaydına göre, “Kır-ili’inde Yarangömü kasabasında Evsat Mahallesi’nde Hacı Yakub Dede’nin binâ ve kendi ta‘mîr eylediği mektebde yevmî nîm akçe ile mu‘allim-i sıbyân olan Mustafa pîr ve alîl olup ta‘allüm ve sıbyâna bir dürlü iktidârı olmamağla ref‘inden Hâfız İsmail’e nâibi Seyyid Hacı Ahmed arzıyla tevcîh buyruldu.” (VAD, no. 1108, vr.1219).

5. Yatalak Hastaların Bakımları

Türk toplumunda yaşlılıkta hastalananlar, çoğu kez yatalak olurlar, bakıma muhtaç duruma düşerler. Bu durumda oğlu, kızı, gelini gibi yakın çevreleri onların bakımlarını üstlenirler. Osmanlı döneminde de durum pek farklı değildi. Ancak bir başkasının bakımına muhtaç olan hastanın malından mahkemece belirlenecek miktarda nafaka tayin edilir, zarurî ihtiyaçları bununla karşılanır; hasta bakıcısının işi kolaylaştırılmış olurdu. Konya’nın Şems Mahallesi’nden Aziziye Camii imamı müteveffa Sarı Hafızzade Hacı Ahmed’in eşi Hatice, ihtiyar ve yatalak hasta olup kendi işlerini yürütemediği için gelini Habibe Hanım’ın başvurusu üzerine Hakim 19 Şevval 1338/6 Temmuz 1920 tarihinde Hatice’nin malından “nafaka ve kisve-bahâ ve sâir levâzım-ı zarûriyyesine harc ve sarf” için aylık üç bin kuruş takdir etmiştir (1916-1921 KŞS, 137).

SONUÇ

Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dezavantajlılara yönelik birçok kurum oluşturmuş, mağdur insanların buralardan yararlanmalarını sağlamışlardır. Anadolu Selçukluları ile Osmanlılar da insan sağlığına önem vermişler; tesis ettikleri sağlık kuruluşlarında hastaları karşılıksız tedavi etmişlerdir.

Osmanlı toplumu, geleceğin teminatı kabul edilen çocukları ihmal etmemişler; anne ve babası ölenlerle ebeveynlerinden çeşitli nedenlerle ayrı kalanlar, mutlaka sıcak bir kucak bulmuşlar; sokakta başıboş kalmamışlardır.

Osmanlı Devleti, o günkü imkânlar dâhilinde engellilere pozitif ayrımcılık yapmış; iş yapamayacak durumdaki ihtiyarlarla hastaları, anlayışsız bürokratlara ve hilebaz insanlara ezdirmemiştir. İş ortamı olmayan ve çaresiz kalan fakirlere devlet, değişik şekillerde yardım elini uzatmıştır.

İlim adamlarının farkını daha Kuruluş Döneminde fark eden Osmanlı Devleti, onların bilgilerinden hayatlarının sonuna kadar yararlanmasını bilmiş; emekli ederek kenarda köşede boşa vakit geçirmelerini istememiştir.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere Osmanlı arşivlerinden ve  kaynaklarından yararlanarak yapılacak bilimsel çalışmalarla günümüz dezavantajlılarına  ışık tutacak değişik uygulamalar tespit edilerek hayata geçirilebilir.Avrupa Birliği’ne girme aşamasında Türkiye, Batı’ya bu sahada örnek teşkil edecek alt yapı oluşturabilir.

 


 

KAYNAKÇA

 

AKGÜNDÜZ, Ahmed, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, V, İstanbul 1992.

ATALAR, Münir, Osmanlı Devleti’nde Surre-i Hümâyûn ve Surre Alayları, Ankara 1991.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühime, no. 85. 

II. Beyazid Dönemine Ait 906/1501 Tarihli Ahkâm Defteri, (Kısaltma: 906 Tarihli Ahkam Defteri) (Yay. İlhan ŞAHİN-Feridun EMECEN), İstanbul 1994.

ERDOĞAN, Halil, “Katalogda Yer Almayan 1916-1921 Yıllarına Ait Bir Konya Şer’iye Sicilinin Transkripsiyonu”,(Kısaltma: 1916-1921 KŞS), (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya 2005.

İLGÜREL, Mücteba,  “IV. Murad,” Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,”X., İstanbul 1989.

Konya Şer’iye Sicili, (Kısaltma: KŞS),no. 39, 42, 46, 47, 48, 49, 51.

KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, ,II. Bayezid, Yavuz ve Kanuni Devirlerinde Cemâlî Ailesi, İstanbul 1995.

----------- Konya Şehri’nin Fizikî ve Sosyo-Ekonomik Yapısı, Makaleler, I., Konya, 2004.  

------------, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Çizgi Yayınevi, Konya 2005.

TERZİOĞLU, Arslan, “Bîmâristan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, VI., İstanbul 1992.

Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Defter (Kısaltma: VAD), no. 1108, vr.1219.

YILDIRIM, Nuran, “Miskinler Tekkesi” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,XXX., İstanbul 2005



[1] Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi; Sempozyum Sunumu.