aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

<<<Sosyal Tarih Makaleleri

BUHARA’DA BAŞLAYIP, İSTANBUL’DA BİTEN BİR MERHAMET GELENEĞİ…

İHTİYAÇGÂHLARDAN, SADAKA TAŞLARINA

 Necmeddin Şahiner

 

Biz, ne necib, ne yüksek duygulu bir milletmişiz. Şu sosyal adaletin tarihte, para ve ayni yardımlar, yemek de dağıtan imaretler yanında fakire böylece hizmet edildiğini gözlerim yaşararak hatırlarım. Bizler bu hizmetlerimizle milletimizi bu güne kadar getirmişiz. Eğer umumi idaremiz, tarihte bilgisizlikleriyle, bilerek ve bilmeyerek geçmiş asırda fenalık yapan politikacılara kalsaydı, çoktan dünya yüzünden silinmiş olurduk.

 

Osmanlı’nın toplumsal dinamiklerinden biriydi sadaka taşları. Öylesine narin düşünülmüş bir yardım vasıtası idi ki, o taşa uzatılan bir elin oraya yardım koymak için mi yoksa yardım almak için mi girdiğini bilemezdiniz. Süheyl Ünver Hocanın yıllar önce yayınlanmış bir makalesinden hareketle bu toplumsal duyarlılıktan, sadaka taşlarından açtık bahsi…

 

Tarih Dergisi’nin otuz sene evvelki sayılarından birinde “Sadaka Taşları” serlevhalı bir makale gördüm. Makale, merhum Doktor Süheyl Ünver Beye ait. Osmanlı’nın son nesillerinin evladı olan Ünver’i, ince ve kibar bir İstanbul beyefendisi olarak 1975 yazında tanımış ve Cerrahpaşa Tıp Tarihi bölümündeki odasında defalarca ziyaret etmiştim.

 

Bir şefkat âbidesi: Sivas Kale Camii sadaka taşı

Bilemediğimiz nice nice hayırlı fazilet kandillerimiz gibi, sadaka taşları da unutulan, geçmişin muazzam levhalarıdır. Bu nurlu levhalar, İstanbul’dan Üsküdar’a, Antep’ten Sivas’a kadar Anadolu’nun bağrına yayılmıştır.

Koca mimar başı Sinan’ın eserlerinden olan Sivas Kale Caminin hemen yanı başında bulunan yitik taşı, birer fazilet ve merhamet nurudur.

Altmış santim yüksekliğinde ve kırk santimetrekare kalınlığında yedi köşeli prizma şeklinde olan bu sadaka taşının ortasında da, konulacak akçelerin yeri olarak itina ile yapılmış güzel bir oyuğu bulunmaktadır.

 

Süheyl Ünver’in Makalesinden

Süheyl Ünver, adı geçen makalesinde şu bilgilere yer veriyor: Benim alicenab, İstanbul’un eski zaman efendisi üstadım ressam ve hattat Murtaza Erker, uzun seneler Üsküdar’daki İmrahor Caddesinde oturmuşlardır. Bana Mevlevihane’nin karşı sırasında bir sadaka taşını haber verdiler. Mehmet Türkmenoğlu dostumuzla birlikte resimlerini almışlar. Şöyle tarif ediyorlardı: “Sadaka taşı, iki metre boyunda mermer bir sütun. Üstünde bir çukur var. Geçen asırda yolu buraya düşenlerden hal ve vakti yerinde olanlar, mermerin üstündeki çukura birer miktar para bırakırmış.”

 

“Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oradaki parayı alır. O günkü ihtiyacı 100 kuruş mu? 100 para mı? Onu ayırır, kalanını, kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı, çukuruna kor ve meçhul sadakacıya içinin memnunluğunu kalbinden ulaştırır ve dönermiş.”

 

Miskinler Tekkesi

Bu bilgilere ve resme ne kadar sevindim bilemezsiniz. Kendilerine vaktiyle Karacaahmed’de, Bağdat yolu üzerinde Miskinler Tekkesi denen, Yavuz Sultan Selim zamanında yapılan, İkinci Sultan Mahmud zamanında onarılan binada, ufak boylu yedi köşeli bir sütun gördüğümü naklettim. Zamanında resimlerini de almıştım.

 

Bundan bir asır öncesine kadar, yüzlerce yıl ilk menzil şehri olan Üsküdar’dan yürüyerek, ayla veya tahtırevanla yola çıkanlar, mutlaka Miskinler Tekkesi’nin önünden geçerdi. Cüzamlılarla temas edilmeme ihtiyadı olduğundan, gidiş ve dönüşte yol selameti için bu taşların üzerindeki çukurlara birer miktar bozuk para bırakılırmış. Kapıda nöbet bekleyen hastalardan biri mırıldanarak dua eder, akşamları da paraları toplayıp, aralarında taksim ederlermiş.

 

Kocamustafapaşa’daki porfir sütun

Demek ki bir rivayete dayanmak üzere, üç yerde sadaka taşı olduğunu anlıyoruz. İhtimal vermek zoru ile, bir dördüncüsünün de, asırlardır her fakirlerin Penahı olan Kocamustafapaşa’da olabileceğine hüküm vermek durumundayım.

 

Semtten Çınar’a dönerken köşebaşında bir bakkal dükkanı vardır. Bu dükkanın kapısı yanında, yere eğri olarak gömülmüş bir porfir sütun gördüm. Otuz-kırk santimi meydanda olan bu taşın aynı evsafta olacağını tahmin ediyorum.

 

Gaziantep bölgesi

Gaziantep’in Tabakhane semtindeki çok yaşlı Antepliler ve buranın eşrafından Bilal Zengin şunları anlatmıştı: “Ben bu sadaka taşlarını semtimizin esnaf-ı salihinden ve mübarek insanlarından dinlemiştim. Ayrıca bu taşları ben de hatırlamaktayım. Sadaka taşları yüz yirmi santim uzunluğunda ancak vardı. Beyaz ve yuvarlak bir sütundu.”

 

“Sadaka taşlarından birisi, Tabakhane Yokuşunda, yani resmi ismiyle Mezbaha Caddesindeki köprünün yakınlarında, şimdiki trafo merkezinin önünde dururdu. Taşın hemen arkasında da, Küçük Tabakhane Camii vardı. Bu taş, tek parti döneminde yerinden sökülerek oradan geçen lağımın üzerine atılmıştı. Şimdi burayı kazsanız, sadaka taşını bulursunuz.”

 

“Gördüğüm bir diğer sadaka taşı ise, Sinler Mezarlığının yanındaydı. Bu taşın olduğu yer, sonradan oraya inşa edilen Münif Paşa Okulu’nun bahçesinde kaldı.”

 

Bir hatıra

Geçenlerde vefat eden, karısı ile kendi adına okullar yaptıran Mehmet Gençten’in 1985’lerde ölen babasının lakabı “Müezzin Mustafa” idi. Kendisine bu unvanın verilmesine sebep ise, adımın küçükken Sinler semtindeki sadaka taşının üzerine çıkıp ezan okuması imiş. Müezzinler minarelerden ezan okumaya başladıklarında “Müezzin Mustafa” da hemen bu sadaka taşının üzerine çıkıp başlarmış ezana.

 

Bir de babam camide imam olduğundan zaman zaman anam ve bacım camii temizlemeye gelirlerdi. O zamanlarda Tabakhane Camiinin önündeki sadaka taşını çok iyi hatırlıyorum.

 

Dünyanın dört bucağına duyurmak

Süheyl Ünver, makalesindeki satırlarına şöyle devam ediyor: “Düşünüyorum: Biz, ne necib, ne yüksek duygulu bir milletmişiz. Şu sosyal adaletin tarihte, para ve ayni yardımlar, yemek de dağıtan imaretler yanında fakire böylece hizmet edildiğini gözlerim yaşararak hatırlarım.

 

Bizler bu hizmetlerimizle milletimizi bu güne kadar getirmişiz. Eğer umumi idaremiz, tarihte bilgisizlikleriyle, bilerek ve bilmeyerek geçmiş asırda fenalık yapan politikacılara kalsaydı, çoktan dünya yüzünden silinmiş olurduk. Bu gibi umumi ve hususi vakıflarımızdan başka, halkımızın orta hallilerinin ve hatta fakirlerin, kendilerinden daha çok fakirlere muavenet ellerini uzatmaları, hizmetlerini tarihlerimize intikal ettiremediğimiz için, milli hasletlerimiz ve meziyetlerimizden bu hala devam eden şifahilik ihmalimiz yüzünden dünyanın dört bucağına duyuramamışız.”

 

İhtiyaçgâhlar

Geçenlerde mezkur bahisleri bir dostumuzla konuşurken, bu vesile ile, Antepli işadamlarından Sadullah Tayşi Beyle tanıştım. Bana, Buhara’daki İhtiyaçgâhlardan söz ederek bu güzel geleneğin yiğit Alperenler sayesinde nerelere yayıldığını anlattı.

 

Yazımızı, Koca Yunus’un şu dizeleriyle bağlayalım:

 

Bir hastaya vardın ise

Bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele

Hak şarabın içmiş gibi