aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

Ali Seyyar’ın Makaleleri

 

BAKIMA MUHTAÇ İNSANLARIN YAŞAMA HAKKI
SINIRLANDIRILMALI MIDIR?

Doç. Dr. Ali Seyyar

 

GİRİŞ

Özellikle, başkalarının bakımına ve yardımına sürekli olarak ihtiyaç duyacak duruma gelmiş yaşlı, hasta ve özürlülerin hayat mücadelesi diğer sosyal gruplara nazaran her asırda güç olmuştur.

Tarihin bazı dönemlerinde ve bilhassa bazı katı ve ırkçı ideolojilerin pençesi altında idare edilen ülkelerde bilhassa zihinsel ve ruhsal özürlü ve hastalara yaşama hakkı bile çok görülmüştür.

Tarihte bunun ilk örneklerini Ortaçağın karanlıklarına gömülen skolastik ve geri kalmış batı toplumlarının uygulamalarında görmek mümkündür. Bakıma muhtaç insanların Yaşama Hakkı bugün de tabu olmaktan çıkmış, değişik felsefik ve tıbbi gerekçelerle tartışma konusu haline getirilmektedir. İktisadi alanda yaşanan ve gittikçe kronikleşen ekonomik durgunluk sosyal hayata olumsuz etki yaptığı gibi sosyal hizmetlerde artan kamusal harcamaları frenlemek amacıyla toplum içinde en mağdur durumda olan aciz ve bakıma muhtaç insanların üzerinde de değişik oyunlar tertiplenmektedir.

21. asrın eşiğine gelmiş batı toplumlarının, sosyal maliyetleri makul bir seviyede tutabilmek için özellikle ileri derecede  bakıma muhtaç insanların hayat hakkını kısıtlamak için fikri ön hazırlık yaptığını bu makalede göreceğiz.

 

1.      Tarihte Bakıma Muhtaçların Yaşama Hakkı

Bütün problemlerin kendine ait bir tarihi olduğu gibi bakıma muhtaçların ve onların yaşama hakkı ile ilgili tarihi geçmişi de vardır.

Batı toplumlarının tarihinde, özürlülerin, hastaların ve yaşlıların çoğu zaman ezildiklerine, hakir görüldüklerine ve zulme uğradıklarına şahit olmaktayız. Bunun sebebi de, çoğu kez, toplumların insan sevgisinden uzak sapık düşünme yapısından kaynaklanmaktadır. Haddizatında, bu cehalet ortamını hazırlayanlar da bizzat devleti elinde tutan Ortaçağın Hıristiyan ruhban kesimiydi.

Ortaçağın batı insanı Hıristiyan din adamlarının telkinatlarının etkisi altında kalarak, kendisini çevreleyen tabiatın insanüstü ve bedensiz güçlerle (cin,şeytan) dolu olduğuna ve gözle görülmeyen bu varlıkların insanları istila edip onları tedavisi mümkün olmayan hastalıklara sürükleyebildiklerine inanmaktaydılar (Dreschner; s.398).

Dolayısıyla, bu çağlarda hekimce mahiyeti bilinmeyen akıl ve ruh hastalıkları cinlere atfedilirdi (Sebold; s.15)

Bununla da kalmayıp, zihinsel ve ruhsal yönden özürlü doğan veya bundan sonra da bu gibi hastalıklara yakalanıp özürlü duruma gelen insanlar da majik (sihirli) ve doğaüstü güçlerin etkisi altında oldukları varsayımı ile, “cadı” muamelesi görüyorlardı.

Bunun sonucu olarak, bunların topluma çeşitli tehlikeler ve zararlar verebilecek bir konuma gelmeleri sebebiyle başta kilise olmak üzere devrin siyasi rejimlerin tarafından takip altına alınmaktaydılar (Seyyar, s.42)

Engizisyon mahkemelerinin kurulmasıyla, “cadı”ların yargılanmasına müsaade edilmiş ve bakıma muhtaç özürlülerin bir çoğuna en ağır cezalar verilmiştir (König; s.43)

Bilhassa, fiziki yönden yıpranmış ve çirkin görünen, bedenen deforme olmuş veya deliliğin alametlerini üzerinde taşıdığı gerekçesiyle “cadı” diye vasıflandırılan insanlar kilise ve Pazar meydanlarında diri diri yakılarak öldürülüyorlardı.

Bu açıdan bakıldığında, Rönesans devrinden başlayarak Aydınlanma ve hatta Sanayileşme dönemlerinin başlarına kadar milyonlarca masum insanın “cadılık”tan dolayı yargılanıp öldürüldüklerini söyleyebiliriz (Sebold; s,46-48)

Avrupa’da cadılık davalarından yargılanan insanların yalnız bakıma muhtaç özürlülerden oluştuğunu iddia edemeyiz. Ancak, resmi kayıtlara göre Avrupa’da Ortaçağdan başlayarak 18. Asrın sonlarına kadar tahmini olarak 9 milyon insanın cadılıktan ötürü ölüme çarptırıldığını belirtebiliriz (Sebold; s.46-48)

Bunlardan kaçının özürlü ve hasta olduğunu hesap etmek bir noktada önem arz etmez kanaatindeyiz, çünkü mahkemece haksız yere ölüme mahkum edilenlerin hepsi neticede bakıma muhtaç insandı.

Ancak, geçmişte “cadı” gözüyle bakılan insanları bugünkü tıp bilimi altında incelediğimizde, bunların birçoğunun zihnen, aklen veya ruhen özürlü ve/veya hasta, dolayısıyla yardıma ve bakıma muhtaç insanlardan ibaret olduğunu burada ifade edebiliriz.

Bunun böyle olduğunu, tarihte en çok “cadı” yakma hadisesinden de rahatlıkla anlayabiliriz.

Buna göre, 1973 yılında Almanya’nın Prusya Eyaletinde vuku bulan bir hadiseye göre, iki yaşlı kadın, gözlerinde belirlenen kızarıklığın komşularının hayvanlarını hasta ettiği iddiası ile yakılmışlardır (Döbler,s.296).

Cadı mahkemeleri 18. Asrın sonlarında dönemin hükümdarı tarafından kaldırılırken, Bavyera Kraliyetine bağlı cadı mahkemeleri 1806 yılına kadar resmen faaliyet göstermiştir (Döbler; s.291).

Özürlülerin diri diri yakılmaları sadece karanlık Ortaçağın bir hususiyeti değildi.

Aynı gelenek bu sefer farklı gerekçelerle ve daha farklı metotlarla Alman Nasyonal-Sosyalizmin faşist uygulamalarında görülmüştür.

Hitler Alman’yasında sadece Yahudiler ölüm kamplarında topluca zehirlendikten sonra yakılmışlardır.

Aynı zamanda, Alman ırkına mensup olduğu halde sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip olmayan özürlüler de bu dikta rejiminin kurbanı olmuşlardır. Hitler’in sağlıklı nesil oluşturma hayaline ters düşen (Hitler:s.462) bu gibi özürlü insanlar temerküz kamplarında hekimler tarafından kobay olarak kullanıldıktan sonra bu sefer tek tek açık meydanda değil topluca fırında yakılmışlardır (Textor;s.179).

 

2.      Bakıma Muhtaçların Yaşama Hakkının Bugünkü Boyutu

Şunu itiraf etmek gerekir ki, sosyal devlet yapısına kavuşan batı ülkeleri bugün adeta geçmişin günahını çıkartmak istercesine bakıma muhtaç olan her insana gerek ekonomik gidişatın devam etmesi ile bilhassa ağır derecede özürlü ve genelde yoğun bakım isteyen yaşlı insanları rahatsız eden üzücü gelişmeler de yaşanmaktadır.

Bunlardan en önemlisi, şüphesiz ki  ferden temel haklardan sayılan yaşama hakkının üzerindeki tartışmalardır. Özürlü insanların yaşama hakkını çok gören görüşler de, ilginçtir ki kendilerini Bio-Etikçi (Biyoloji-Etikçisi) olarak takdim eden “bilim adamları” tarafından öne atılmaktadır. Bu görüşlerin öncülüğünü Avusturya’lı tıp etikçisi Peter Singer yapmaktadır. Singer, ahlak ve toplum değerleri bakımından endişe verici bir yaklaşımla, insan ve şahıs kavramlarını birbirinden ayırmaktadır. Ona göre, ağır derecede özürlü insanlar genelde şahsiyetten ve haysiyetten uzak bir hayat yaşamaktadırlar, dolayısıyla yaşama hakkından da mahrum edilmelidirler.

Bir yazıda şöyle demektedir tıp etikçisi:

“Sakat olarak dünyaya gelen bebeklerin ötenazisi (öldürülmesi) burada yeterince müzakere edilmeyecek kadar girifttir. Ancak, meselenin özü tabiki bellidir: Özürlü bir bebeğin öldürülmesi moral açısından bir şahsın öldürülmesi ile kıyaslanamaz. Haddizatında, bu öldürme işlemi çoğu kez bir haksızlık bile teşkil etmez” (Singer; s.188).

Bu görüşlerin perde arkasında aslında maddeci ve faydacı bir dünyanın işaretini görmek mümkündür. Nitekim, Singer bunu açıkça beyan etmektedir:

“Eğer, sakat bir çocuğun öldürülmesi sağlıklı olarak doğacak başka bir çocuğun mutluluğuna daha çok katkı sağlıyorsa, mutluluğun toplam değeri sakat çocuğun öldürülmesinden ötürü daha da artacaktır” (Singer; s.183). Bütün hizmetlerin, öncelikli olarak sağlıklı nesillere götürülmesi gerektiğini savunan bu görüşler ne yazık ki bireyselleşen toplumlarda da revaç görmektedir.

Hatta o kadar ki, bu şekildeki bir sosyal değişime ayak uyduran devletler de bu istikamette yeni politikalar belirlemektedirler.

Bunlardan bir tanesi Çin’dir. 01.07.1995’ten beri yürürlükte olan “Irk Temizliği ve Koruyucu Sağlık Kanunu” özürlü doğabilecek bebeklerin kürtaj yoluyla alınmasını mecburi kılarken bilhassa zihinsel özürlülerin evlenmelerini de yasaklamaktadır (Textor; s.178)

F. Almanya’da ise , bakıma muhtaç insanın ölümüme, isteği doğrultusunda dahi olsa , fiili yardımda bulunmak suç sayılırken, kişinin kendi isteğine dayanan ölüme dolaylı olarak yani pasif yardımda bulunmak (mesela zehir temin etmek gibi) suç teşkil etmekten çıkmıştır. Buna göre, bakıma muhtaç kişi, başkasının fiili yardımına ihtiyaç duymadan misal verdiğimiz üzere zehiri kendi arzusuyla içerek ölümüne bizzat kendisi sebebiyet verdiği için öldürücü maddeyi sağlayan hekim veya bakıca bu dolaylı yardımdan sorumlu tutulmamaktadırlar (Reinisch;s.489).

 

2.1. Avrupa Birliği’ndeki Gelişmeler

Ceza muafiyetinin ötenaziyi teşvik ve ikna için de geçerli olması için Avrupa çapında “insancıl ölüm” adı altında çalışmalar yapılmaktadır. Bununla ilgili olarak, Avrupa Cemaatler Komisyonu 1988 yılında “Koruyucu Tıp” adı altında bir proje geliştirmiştir.

Koruyucu Tıbbın gayesi, insanları, genetik yapının özelliklerinden kaynaklanan ve değişik hastalıklara sebebiyet verecek risklerden korunmak olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla, genetik yapıdan ötürü yeni nesle değişik musibetlerin sirayet etmemesi için her türlü tıbbi tedbirin alınması da uygun ve zaruri görünmektedir (Komission der Eurapaischen Gemeinschaften, 1988).

            Böyle bir projeye irsi istidatın korunmasına yönelik tıbbi müdahaleler programı şeklinde  bakmak mümkün gibi görünse de “temiz ve sağlıklı” bir toplumun oluşması hedeflendiğinden, projenin asıl hedefinin sosyal maliyetleri gittikçe artan, özürlülerin ve yaşlı insanların da içinde yer aldığı aciz insanların sayısını toplum içinde azaltmak da olduğu da gözden kaçmamaktadır (Bleidick 1990, s.516).

Bakıma muhtaç insanların sayısını azaltmak teşebbüsü sadece düşünce boyutuyla kalmamaktadır. Avrupa Parlamentosu’na 1988 yılında “Atipik Çocukların Sayısının Azaltılması” adı altında bir kanun tasarısı sunulmuştur. Bu kanunun 1. maddesinde şu ifadeler yer almaktadır:

“Tedavisi edilemeyen bir özürlülükten dolayı ömür boyu şahsiyetli bir hayat sürdürememesi önceden belirlenen ve 3 gününü doldurmamış bir çocuğun hayatının idamesi için gerekli olan bakımını reddeden bir hekim ne suç işlemiş ne de kanuna aykırı bir harekette bulunmuş olur” (Bleidick, 1994, s.421).

Bir başka ifadeyle, bu tasarı ile özürlü olarak doğan çocukların yaşama hakkı daha doğar doğmaz elinden alınmak istenmektedir.

Avrupa Konseyi’nin 1994 tarihli Bio-Etik tasarısını da bu arada zikretmekte fayda vardır. Bu tasarıya göre, tüpte meydana getirilen embriyonun üzerinde, 14. ,gününü aşmadığı müddetçe deneylerin yapılmasına müsaade edilmektedir. Ayrıca, özürlü ve aciz insanların da tıbbi araştırmalar kapsamına alınmaları öngörülmektedir. Tasarı, tıp dalındaki bilimsel araştırma zaruretinin önemini vurgulayarak, özürlülerin üzerinde tıbbi deneylerin yapılmasını, muhatap ve yakınları tasvip etmeseler dahi, öngörmektedir.

Bu gibi teşebbüslerin yoğun protestolar neticesinde, şimdilik kısmen de olsa, akamete uğradığını görüyoruz.

Avrupa Konseyi, Bio- Etik tasarısını kabul etmezken Avrupa Parlamentosu’na sunulan “Atipik Çocukların Sayısının Azaltılması” ile ilgili kanun tasarısı da bazı değişikliklere tabi tutulmuştur.

 

2.2. Hippokrat Yemini’nin Güncelleştirilmesi Çabaları

Bilimsel tıp tarihi ve Deontotoji (Meslek biliminin ahlakı)’nın kurucusu olarak kabul edilen Hippoktat (M.Ö. 460-377) bilindiği gibi tıp biliminin çeşitli dalları ve patiği kadar hekimler için son derece önemli olan ahlaki yönü ile de uğraşmıştı (Şehsuvaroğlu, s.22).

Hippokrat’ın 2500 yıllık aforizmaları yani örnek ahlaki sözleri olarak algılanan Hippokrat Yemini’ İngiliz Tıp Birliği tarafından değiştirilmek istenmektedir. İngiliz Tıp Birliği bu hususta beş yıldan beri Dünya Tıp Birliği ile işbirliği halindedir.

Söz konusu Hippokrat Yemini’nde yer alan ve değiştirilmesi istenen eski ifade şu şekildedir.:”gerek isteyenlere, gerek kendiliğimden hiç kimseye zehir vermeyeceğim gibi kadınlara da çocuk düşürmek gibi araçlar vermeyeceğim” (Dr. Adıvar’ın 1950’de yaptığı bir tercümeden alınmıştır; Cumhuriyet; 23.12.195).

Bu cümlenin “İnsan hayatının değerini tanıyorum, biliyorum ve saygı duyuyorum. Ancak, yine de insan hayatının yalnızca bakımla uzamasını da yeterli bulmuyorum” şeklinde güncelleştirilmesi yönünde çalışmalar yapılmaktadır (Aksiyon, s.3).

 

 

Sonuç

Temel ahlaki ve insani değerlerin maddeleşen düşüncelerin karşısında gittikçe erezyona uğraması neticesinde toplumun en zayıf kesimleri bundan en fazla zarar görebilmektedir.

Hele hele, post-endüstriyel (sanayi sonrası) ve modern toplumların vazgeçilmez bir ilkesi haline getirilen yüksek performans beklentisinin karşısında bakıma muhtaç insanlar adeta “lüzumsuz” ve “fayda getirmeyen” varlıklar olarak görülmeye başlamıştır.

Bakıma muhtaç insanların yaşama hakkının tartışılabilir olmasının Batı toplumları için yeni bir fenomen olmadığını gördük.

Ortaçağda aciz insanlar diri diri yakılıyordu. Bunu da cehalete ve batıl inançlara bağlayabiliyorduk. Ancak, benzer düşüceler yüz yıl evvel Sosyal-Darvinizm maskesi altında yeniden hayatiyet bulurken bugün bunlar daha masum gibi görünen Bio-Etik tartışmaları çerçevesinde açıklanmaktadır. Bilindiği gibi, Sosyal Darvinizm, tabiatta olduğu gibi toplumlarda da kıyasıya bir varolma mücadelesinin yapıldığını ileri sürer. Bu itibarla, sosyal mücadele bir tekamül şeklinde cereyan ederken bu süreçte doğal ayıklanma yoluyla güçlüler ayakta kalır, zayıflar, acizler ve sisteme ayak uyduramayanlar yok olup giderler.

Bio-Etik ise, toplumun sağlıklı insanlardan oluşması için, gerektiğinde bu şartlara haiz olmayanların modern tıp teknolojisi ve yeni hukuki düzenlemeler “insancıl” yöntemlerle öldürülmesini savunmaktadır.

Bizim kültürümüz ve toplum değerlerimiz açısından bu meseleye baktığımızda, ,insan hayatının, özürlü/hasta/bakıma muhtaç olsun veya olmasın her fert için çok önemli bir yer teşkil ettiğini görüyoruz. Yaratılmış olması sebebiyle, insan, hangi felâket veya hastalıkla karşı karşıya gelmiş olursa olsun ölümü asla hak etmemelidir.

Bir özürlünün, yaşlının ve genel bir ifadeyle bakıma muhtaç bir insanın hayattaki mücadelesi kendisi ve yakınları için zor bile olsa, varlığı, topluma ve devlete sosyal yükler bile getirse kimse, kendisinin isteği bile olsa, hayatına son vermemelidir.

Maddeci dünya görüşüne sahip tıp etikçilerinin “insancıl ölüm” gibi kulağa hoş gelen ifadeler kullanarak yaşama kültürü yerine “öldüren kültürü” benimsemeleri sosyal dayanışma adına sağlıklı bir gidişat olarak görmek mümkün değildir.

Bakıma ve yardıma muhtaçların yaşama hakkını ellerinden alıp öldürme hakkını istemek tıbbın “hayat verici” istikametinden vazgeçmek anlamına geldiği kadar sosyal yardımlaşma geleneğine de ortadan kaldırmayı hedefleyen kötü bir gidişattır.

Bakıma muhtaç özürlülerin, yaşlıların ve çocukların değil hayatlarına son vermek onların toplumla iç içe olmaların ve huzur içinde yaşamalarını temin etmek hem sosyal devletin hem de toplumun vazgeçilmez görevi olmalıdır.

Google

Kaynaklar

Adıvar, A.; Raporlar Bahsi; Cumhuriyet Gazetesi; 23.12.1950.

Aksiyon (Haftalık Dergi) “Hippokratlar Yemini Değiştirilmek İsteniyor”, Sayı:161, 3-9 Ocak 1998.

Bleidick, U., Die Behinderung im Menschenbild un hinderliche Menschenbilder; Zeitschrift für Heilpedagogik; Nr.  41; 199.

Bleidick, U.; Menschenbild und dialogisches Handeln; Die Sonderschule; Nr. 39; 1994.

Döbler, H.; hexenwahn; Münhchen 1988.

Drescher; K.; Kriminalgeschiste des Christentums; Bd. 3; Hamburg; 1990.

Hitler, A.; Mein Kampf; München 1938.

Komission der Europaeicsheh Gemeinschafter, Praediktive Medizin; Analyse des menschlichen genoms; DOK; Nr. 7929/88; Brüssel; 1988.

König; E.; Geschichte der Hexenprozesse; Eltwille a. Rh.; 1989.

Reninsch, G.; Die Neue Pelegeversicherung;; München;1995.

Sebold, H.; Hexen; Binlanch;1993.

Seyyar, A.; F. Almanya’da Bakıma Mutaçların Sosyal Güvenliği, (Yayımlanmamış Doktora Tezi) İstanbul Üniversitesi; İktisat Fakültesi; Sosyal Bilimler Enstitüsü; 1997.

Singer, R.; Praktische Ethik; Stuttgart; 1984.

Şehsuvaroğlu, B. N.; Tıbbi Deontoloji; Geliştirilmiş 2. Basım; İstanbul Üniversitesi; Tıp Fakültesi; İstanbul; 1983.

Textor, M.; Sozialpolitik; Hof; 1997.