TARİHÎ SÜREÇ İÇİNDE
BAKIMA MUHTAÇLARIN TOPLUMDAKİ YERİ
Batı Toplumlarında
Bakıma Muhtaçların Durumu
Özellikle, başkalarının
bakımına ve yardımına sürekli olarak ihtiyaç duyacak duruma gelmiş yaşlı,
hasta ve özürlülerin hayat mücadelesi, diğer sosyal gruplara nazaran her
asırda güç olmuştur. Tarihin bazı dönemlerinde ve bilhassa bazı katı ve
ırkçı ideolojilerin pençesi altında idare edilen ülkelerde zihinsel ve
ruhsal özürlü ve hastalara yaşama hakkı bile çok görülmüştür. Tarihte bunun
ilk örneklerini Ortaçağın karanlıklarına gömülen skolastik ve geri kalmış
batı toplumlarının uygulamalarında görmek mümkündür. Özellikle yaşı ve
bakıma muhtaç insanların yaşama hakkı, bugün de tabu olmaktan çıkmış,
değişik felsefî ve tıbbî gerekçelerle tartışma konusu hâline
getirilmektedir. İktisadî alanda yaşanan ve gittikçe kronikleşen ekonomik
durgunluk, çoğu zaman sosyal hayatı da olumsuz yönde etkilediği bir
gerçektir. Aslında böyle dönemlerde sosyal hizmetlere daha çok ihtiyaç
duyulmaktadır. Ancak, sağlık ekonomisi ekseninde yürütülen rasyonalist görüş
ve telkinler, sağlık ve sosyal hizmetlerdeki kamusal harcamaları frenlemeye
yönelik olduğu için, bundan en çok sosyo-ekonomik yönden toplumun en alt
kesimlerindeki sosyal gruplar zarar görmektedir. Bunların başında da bakıma
muhtaç kişiler yer almaktadır.
Bütün problemlerin
kendine ait bir tarihi olduğu gibi bakıma muhtaçların ve onların yaşama
hakkı ile ilgili tarihi geçmişi de vardır. Batı toplumlarının tarihinde,
özürlülerin, hastaların ve yaşlıların çoğu zaman ezildiklerine, hakir
görüldüklerine ve zulme uğradıklarına şahit olmaktayız. Bunun sebebi de,
çoğu kez, toplumların insan sevgisinden uzak, sapık düşünme yapısından
kaynaklanmaktadır. Haddizatında, bu cehalet ortamını hazırlayanlar da bizzat
devleti elinde tutan Ortaçağın Hıristiyan ruhban kesimiydi.
Ortaçağın batı insanı,
Hıristiyan din adamlarının telkinatlarının etkisi altında kalarak, kendisini
çevreleyen tabiatın insanüstü ve bedensiz güçlerle (cin, şeytan) dolu
olduğuna ve gözle görülmeyen bu varlıkların, insanları istila edip, onları
tedavisi mümkün olmayan hastalıklara sürükleyebildiklerine inanmaktaydılar.
Dolayısıyla, bu çağlarda hekimce mahiyeti bilinmeyen akıl ve ruh
hastalıkları, cinlere atfedilirdi.
Bununla da kalmayıp,
zihinsel ve ruhsal yönden özürlü doğan veya daha sonraki dönemlerde izahı
zor olan bu gibi hastalıklara yakalanıp, özürlü duruma gelen insanlar da
majik (sihirli) ve doğaüstü güçlerin etkisi altında oldukları varsayımı ile,
“cadı” muamelesi görürlerdi. Bunun sonucu olarak, bunların, topluma çeşitli
tehlikeler ve zararlar verebilecekleri varsayımla başta kilise olmak üzere,
devrin siyasî rejimlerin tarafından tâkip altına alınmaktaydılar. Engizisyon
mahkemelerinin kurulmasıyla, “cadı”ların yargılanmasına müsaade edilmiş ve
bakıma muhtaç kişiler, öldürülmemeleri durumunda özürlülüklerinden dolayı
işkence görmüşlerdir.
Bilhassa, fizikî yönden
çökmüş, bedenen deforma olmuş, yaşlılıktan ötürü yıpranmış, çirkin görünen
ve belki de bunamış olmalarından dolayı “deli” oldukları düşünülen kadınlar,
“cadı” olarak kabul edilmiş, kilise ve(ya) pazar meydanlarında diri diri
yakılmışlardır. Meseleye bu açıdan baktığımızda, Rönesans devrinden
başlayarak, Aydınlanma ve hatta Sanayileşme dönemlerinin başlarına kadar
milyonlarca masum insanın “cadılık”tan dolayı yargılanıp öldürüldüklerini
söyleyebiliriz.
Avrupa’da cadılık
davalarından yargılanan insanların yalnız bakıma muhtaç özürlülerden
oluştuğunu iddia edemeyiz. Ancak, resmî kayıtlara göre Avrupa’da Ortaçağdan
başlayarak, 18. asrın sonlarına kadar tahminî olarak 9 milyon insanın,
cadılıktan ötürü ölüme çarptırıldığını belirtebiliriz.
Bunlardan kaçının özürlü ve(ya) hasta olduğunu hesap
etmek, bir noktada önem arz etmemektedir. Çünkü, mahkemece haksız yere ölüme
mahkum edilenlerin hemen hepsi, son tahlilde bugünün tabiriyle korunmaya
ve(ya) bakıma muhtaç kişilerden oluşmaktaydı. Bir başka deyişle, geçmişte
“cadı” gözüyle bakılan insanları, modern tıp bilimi altında incelediğimizde,
bunların bir çoğunun zihnen, aklen veya ruhen özürlü ve(ya) kronik hasta,
dolayısıyla yardıma ve bakıma muhtaç insanlardan ibaret olduğundan şüphe
yoktur. Bunun böyle olduğunu, tarihte en çok “cadı” yakma hadiselerinden de
rahatlıkla anlayabiliriz. Buna göre, 1793 yılında Almanya’nın Prusya
Eyaletinde vuku bulan bir hadiseye göre, iki yaşlı kadın, gözlerinde
belirlenen kızarıklığın komşularının hayvanlarını hasta ettiği iddiası ile
yakılmışlardır.
Cadı mahkemeleri 18.
asrın sonlarında dönemin hükümdarı tarafından kaldırılırken, Bavyera
Kraliyetine bağlı cadı mahkemeleri, 1806 yılına kadar resmen faaliyet
göstermiştir.
Özürlülerin diri diri yakılmaları, sadece karanlık
Ortaçağın bir hususiyeti değildir. Aynı gelenek, bu sefer farklı
gerekçelerle ve daha farklı metotlarla Alman Nasyonal-Sosyalizmin faşist
uygulamalarında da görülmüştür. Hitler Almanyasında temerküz kampları
denilen ve-fakat aslında ölüm fabrikaları olan hapishanelerde topluca
zehirlendikten sonra yakılanlar arasında sadece Yahudiler yoktu. Aynı
zamanda, Alman ırkına mensup olduğu hâlde sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip
olmayan özürlüler de bu dikta rejiminin kurbanı olmuştur. Hitler’in sağlıklı
nesil oluşturma
hayaline ters düşen akıl ve ruh hastası insanlar, temerküz kamplarında
hekimler tarafından kobay olarak kullanıldıktan sonra (Ortaçağda olduğu gibi
bu sefer tek tek ve açık meydanlarda değil) topluca fırınlarda
yakılmışlardır.
Şunu itiraf etmek gerekir ki, sosyal devlet yapısına
kavuşan ve sosyal hizmetler alanında çok ileri bir noktada olan batı
ülkeleri, bugün âdeta geçmişin günahını çıkartmak istercesine özürlülere ve
bakıma muhtaç kişilere, sosyal güvenlik sistemleri içinde birçok sosyal hak
tanımaktadır.
Ancak, ekonomik gidişatın olumsuz seyri ile birlikte
bilhassa ağır derecede özürlü ve genelde yoğun bakım isteyen yaşlı insanları
rahatsız eden üzücü gelişmeler de olmuyor değil. Bunlardan en önemlisi,
şüphesiz ki ferdin temel haklarından sayılan yaşama hakkının üzerinde
yapılan tartışmalardır. Özürlü ve bakıma muhtaç insanların yaşama hakkını
çok gören görüşler de, ilginçtir ki kendilerini Bio-Etikçi
(Biyoloji-Etikçisi) olarak takdim eden “bilim adamları” tarafından öne
atılmaktadır. Bu görüşlerin öncülüğünü Avustralyalı tıp etikçisi Peter
Singer yapmaktadır. Singer, ahlâk ve toplum değerleri bakımından
endişe verici bir yaklaşımla, insan ve şahıs kavramlarını birbirinden
ayırmaktadır. Ona göre, ağır derecede bakıma muhtaç özürlü insanlar, genelde
şahsiyetten ve haysiyetten uzak bir hayat yaşamaktadır, dolayısıyla yaşama
hakkından da mahrum edilmelidirler. Bir yazısında şöyle demektedir tıp
etikçisi:
“Sakat olarak dünyaya
gelen bebeklerin ötenazisi (öldürülmesi), burada yeterince müzakere
edilmeyecek kadar girifttir. Ancak, meselenin özü tabiî ki bellidir: Özürlü
bir bebeğin öldürülmesi, moral açısından bir şahsın öldürülmesi ile
kıyaslanamaz. Haddizatında, bu öldürme işlemi, çoğu kez bir haksızlık olarak
da telakki edilemez”.
Bu görüşlerin perde arkasında aslında maddeci ve faydacı
bir dünyanın işaretini görmek mümkündür. Nitekim Singer bunu açıkça beyân
etmektedir:
“Eğer, sakat bir çocuğun öldürülmesi, sağlıklı olarak
doğacak başka bir çocuğun mutluluğuna daha çok katkı sağlıyorsa, mutluluğun
toplam değeri, sakat çocuğun öldürülmesinden ötürü daha da artacaktır”.
Bütün hizmetlerin, öncelikli olarak sağlıklı nesillere
götürülmesi gerektiğini savunan Singer, ne yazık ki bireyselleşen
toplumlarda da revaç görmektedir. Hatta o kadar ki, terakki ve tekâmül
anlayışından uzak bir biçimde sosyal değişime uğraya toplumlara ayak uyduran
bazı devletler, sosyal hizmetler alanında tasarruflar elde etmek maksadıyla
bu istikamette yeni politikalar oluşturmaktadırlar.
Bunlardan bir tanesi Çin’dir. 01.07.1995’ten beri
yürürlükte olan “Irk Temizliği ve Koruyucu Sağlık Kanunu”, özürlü
doğabilecek bebeklerin kürtaj yoluyla alınmasını mecburî kılarken, bilhassa
zihinsel özürlülerin evlenmelerini de yasaklamaktadır.
Almanya’da ise, bakıma muhtaç insanın ölümüne, isteği
doğrultusunda dahî olsa , fiilî yardımda bulunmak suç sayılırken, kişinin
kendi isteğine dayanan ölüme dolaylı olarak, yani pasif yardımda bulunmak
(mesela zehir temin etmek gibi) suç teşkil etmekten çıkmıştır. Buna göre,
bakıma muhtaç kişi, başkasının fiili yardımına ihtiyaç duymadan misal
verdiğimiz üzere zehiri kendi arzusuyla içerek, ölümüne bizzat kendisi
sebebiyet verdiği için, öldürücü maddeyi sağlayan hekim veya bakıca, bu
dolaylı yardımdan sorumlu tutulmamaktadırlar.
Ceza muafiyetinin ötenaziyi teşvik ve ikna için de
geçerli olması için Avrupa çapında “insancıl ölüm” adı altında çalışmalar
yapılmaktadır. Bununla ilgili olarak, Avrupa Cemaatler Komisyonu, 1988
yılında “Koruyucu Tıp” adı altında bir proje geliştirmiştir.
Koruyucu Tıbbın gâyesi, insanları, genetik yapının
özelliklerinden kaynaklanan ve değişik hastalıklara sebebiyet verecek
risklerden korunmak olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla, genetik yapıdan
ötürü yeni nesle değişik musibetlerin sirayet etmemesi için, her türlü tıbbî
tedbirin alınması da uygun ve zarurî görünmektedir.
Böyle bir projeye irsî istidadın korunmasına yönelik
tıbbî müdahaleler programı şeklinde bakmak mümkün gibi görünse de, “temiz ve
sağlıklı” bir toplumun oluşması hedeflendiğinden, projenin asıl hedefinin
sosyal maliyetleri gittikçe artan, özürlülerin ve yaşlı insanların da içinde
yer aldığı bakıma muhtaç kişilerin sayısını azaltmak da olduğu da gözden
kaçmamaktadır.
Bakıma muhtaç
insanların sayısını azaltma teşebbüsü, sadece düşünce boyutuyla
kalmamaktadır. Avrupa Parlamentosu’na 1988 yılında “Atipik Çocukların
Sayısının Azaltılması” adı altında bir kanun tasarısı sunulmuştur. Bu
kanunun 1. maddesinde şu ifadeler yer almaktadır: “Tedavisi edilemeyen
bir özürlülükten dolayı ömür boyu şahsiyetli bir hayat sürdürememesi önceden
belirlenen ve üç gününü doldurmamış bir çocuğun hayatının idamesi için
gerekli olan bakımını reddeden bir hekim, ne suç işlemiş, ne de kanuna
aykırı bir harekette bulunmuş olur”. Bir başka ifadeyle, bu tasarı ile
özürlü olarak doğan çocukların yaşama hakkı daha doğar doğmaz elinden
alınmak istenmektedir.
Avrupa Konseyi’nin 1994
tarihli Bio-Etik tasarısını da bu arada zikretmekte fayda vardır. Bu
tasarıya göre, tüpte meydana getirilen embriyonun üzerinde, 14. gününü
aşmadığı müddetçe deneylerin yapılmasına müsaade edilmektedir. Ayrıca,
özürlü ve aciz insanların da tıbbî araştırmalar kapsamına alınmaları
öngörülmektedir. Tasarı, tıp dalındaki bilimsel araştırma zaruretinin
önemini vurgulayarak, özürlülerin üzerinde tıbbî deneylerin yapılmasını,
muhatap ve yakınları tasvip etmeseler dahî, öngörmektedir. Bu gibi
teşebbüslerin yoğun protestolar neticesinde, şimdilik kısmen de olsa,
akamete uğradığını söyleyebiliriz.
Bilimsel tıp tarihi ve
Deontoloji (meslek biliminin ahlakı)’nın kurucusu olarak kabul edilen
Hippoktat (M.Ö. 460-377), bilindiği gibi, tıp biliminin çeşitli dallarının
yanında hekimler için son derece önemli olan tıp ahlakı ile de uğraşmıştı.
Hippokrat’ın 2500
yıllık aforizmaları, yani örnek ahlakî sözleri ve vecizeleri olarak
algılanan Hippokrat Yemini, İngiliz Tıp Birliği tarafından değiştirilmek
istenmektedir. İngiliz Tıp Birliği, bu hususta son bir kaç yıldan beri Dünya
Tıp Birliği ile işbirliği hâlindedir. Söz konusu Hippokrat Yemini’nde yer
alan ve değiştirilmesi istenen eski ifade şu şekildedir:
”Gerek isteyenlere,
gerek kendiliğimden, hiç kimseye zehir vermeyeceğim gibi, kadınlara da çocuk
düşürmek gibi araçlar vermeyeceğim”.
Bu cümlenin “İnsan
hayatının değerini tanıyorum, biliyorum ve saygı duyuyorum. Ancak, yine de
insan hayatının yalnızca bakımla uzamasını da yeterli bulmuyorum” şeklinde
güncelleştirilmesi yönünde çalışmalar yapılmaktadır.
Temel ahlakî ve insanî
değerlerin maddeleşen düşüncelerin karşısında gittikçe erozyona uğraması
neticesinde toplumun en zayıf kesimleri, bundan en fazla zarar
görebilmektedir. Hele hele, post-endüstriyel (sanayi sonrası) ve modern
toplumların vazgeçilmez bir ilkesi hâline getirilen yüksek performans
beklentisinin karşısında bakıma muhtaç insanlar, sosyal duyarlı olmayan bazı
kişilerin zihinlerinde âdeta “lüzumsuz” ve “fayda getirmeyen” varlıklar
olarak görülmeye başlamıştır. Bakıma muhtaç insanların yaşama hakkının
tartışılabilir olmasının, Batı toplumları için yeni bir fenomen olmadığı
açıktır.
Ortaçağda korunmaya
muhtaç aciz insanların diri diri yakılmalarının arkasında cehalet ve batıl
inançlar gizli idi. Bakıma muhtaç insanlar hakkında beslenen benzer
düşünceler, yüz yıl evvel Sosyal-Darvinizm maskesi altında ortaya çıktıktan
sonra bugün daha masum gibi görünen Bio-Etik tartışmaları çerçevesinde
ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, Sosyal
Darvinizm, tabiatta olduğu gibi, toplumlarda da kıyasıya bir varolma
mücadelesinin yapıldığını ileri sürmektedir. Bu itibarla, sosyal mücadele,
bir evrim şeklinde cereyan ederken, bu süreçte doğal ayıklanma yoluyla
güçlüler ayakta kalmakta, zayıflar, acizler ve sisteme ayak uyduramayan
bakıma muhtaçlar ise sosyal hayattan silinip yok olmaktadır.
Bio-Etik ise, toplumun
sağlıklı insanlardan oluşması için, gerektiğinde bu şartlara haiz
olmayanların, modern tıp teknolojisi ve yeni hukukî düzenlemelerle
“insancıl” yöntemlerle “temizlenmesini” (öldürülmesini) savunmaktadır.
Türk kültürü ve
Müslüman toplumların manevî değerleri açısından meseleye bakıldığında,
hasta, özürlü, yaşlı ve(ya) bakıma muhtaç olmasına bakılmaksızın her
bireyin, toplumda saygın bir ortamda şahsiyetli ve insanca yaşaması bir
haktır. Bakıma muhtaç insanlar, Türk sosyal tarihinde olduğu gibi bugün de
(bazı maddî ve kurumsal imkânsızlıklara rağmen) toplum tarafından her zaman
korunmuştur. Yaratılmış olmaları sebebiyle, insan, bakıma muhtaçlığa yol
açan hangi hastalıkla veya sakatlıkla karşı karşıya gelmiş olurlarsa olsun
değil ölümü, ilgisizliği dahî hak etmemelidir.
Bakıma muhtaç kişilerin
hayattaki mücadeleleri zor da olsa, varlığı, topluma ve devlete bazı sosyal
yükler de getirse kimsenin (kişinin isteği bile olsa) hayatına son
verilmemelidir. Maddeci dünya görüşüne sahip tıp etikçilerinin “insancıl
ölüm” gibi bazı kulaklara hoş gelebilen ifadeler, aslında yaşama kültürünü
ortadan kaldıran ve insan sevgisini göz ardı eden zihnî anlamda ölümcül
hastalıklardan başka bir şey değildir.
Bakıma ve yardıma
muhtaçların yaşama hakkını ellerinden alıp öldürme hakkını istemek, tıbbın
“hayat verici” istikametinden vazgeçmek anlamına geldiği kadar sosyal
yardımlaşma geleneğine de ortadan kaldırmayı hedefleyen kötü bir gidişattır.
Bakıma muhtaç özürlülerin, yaşlıların ve çocukların değil hayatlarına son
vermek, onların toplumla iç içe olmalarını ve huzur içinde yaşamalarını
temin etmek, hem sosyal devletin, hem de toplumların vazgeçilmez görevi
olmalıdır. Bakıma muhtaç insanlar, sosyal hayatın bir parçası olmaları
hasebiyle gerek sosyal hizmetler, gerekse sosyal güvenlik boyutuyla koruma
altına alınmalıdırlar. Bakıma muhtaç insanların mutluluğu, bakım güvencesi
çerçevesinde sunulan profesyonel sosyal bakım hizmetleri ile ancak
sağlanabilir.
Türk Toplumunda Bakıma Muhtaçların Yeri
Türklerde, bakıma muhtaç
durumda olan hasta, yaşlı ve özürlülerin korunması ve bakımı, çok eskilere
dayanmaktadır. Geçmişte bakıma muhtaçların, gerek Türk örf ve âdetlerin,
gerekse dinî vecibelerin etkisiyle aileleri veya yakınları tarafından kendi
sosyal muhitlerinde bakılmış oldukları söylenebilir.
Bakım hizmetlerinin daha
çok evde yapılmış olmasına rağmen eski Türklerin, Orta Asya'da bulundukları
süre içinde dahî, şifa yurtları ve korunmaya ve bakıma muhtaçlara yönelik
sosyal binalar ve bunların idamesi için, vakıflar tesis ettikleri
bilinmektedir.
12. ve 13. yüzyılda
Selçuklu döneminde, bimaristan veya darüşşifa adı altında Anadolu'da
yüzlerce hastane ve(ya) rehabilitasyon merkezi kurulmuştur. Hasta-özürlü
rehabilitasyon ve bakım hizmetleri yönünden bimaristanlar, tıp ve psikiyatri
tarihinde önemli bir yer almaktadır. Çünkü, bimaristanlar, kendi
bünyelerinde “miskinler tekkesi” ünitelerine de sahiptiler. Buralarda
özellikle bakıma muhtaç akıl hastaları ile meşgul olunmakta ve kendilerine
özel müzik tedavisi de uygulanmaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğunun
teşekkül dönemi esnasında, her şehrin fethinden sonra, Selçuklu geleneğinin
bir devamı olarak, devlet adamlarının ve zengin hayırseverlerin katkılarıyla
vakıf statüsü altında sosyal bakım hizmetleri sunan kuruluşlar inşa
edilmiştir. Osmanlılar; bir taraftan, Anadolu Selçuklu Türklerinin mirasçısı
olarak, geçmiş yüzyıllarda Selçuklular tarafından kurulan bir çok sağlık ve
sosyal hizmet kuruluşunun vakfiyesini aynen benimseyerek, bunların gelecek
yüzyıllarda da sosyal görevlerini sürdürebilmeleri için, vakıf gelirlerini
artırmışlardır. Diğer taraftan da mevcut kuruluşlara yeni vakıflar yoluyla
daha çok ve daha kapsamlı sosyal tesisler (külliyeler) ilave etmişlerdir.
Ortaçağ Avrupa'sında
“şeytanî” hastalıklara yakalandıkları düşünülen yaşlı ve özürlülerin
yakıldığı bir devirde, Osmanlılar, cüzzamlıları, cüzzamhâne (Leprozoryum)
denilen bakım merkezlerinde koruma altına alırlardı. Bakıma muhtaç
cüzzamlıların geçimlerini ise vakıf gelirleri ile sağlanırdı. Sosyal ve
doğal meşguliyetler terapisi çerçevesinde bazı cüzzamlılar, etrafı duvarla
çevrilmiş ağaçlı bahçelerde tavuk ve keçi besleme imkânına da sahip olurdu.
Sosyal bakım
hizmetlerinin yanında, Osmanlı vakıfları, eğitim, sağlık, spor, kültür,
sanat, din ve sosyal yardım hizmetlerinin ifasında önemli bir yere sahipti.
Vakıflar aracılığı ile, başta yoksullara, sakatlara, yetimlere, dullara,
kimsesizlere, hastalara, güçsüzlere yapılan her türlü yardım,
kurumlaştırılmış bir sosyal sistem içinde cereyan etmekteydi. Bugün belediye
ve kamu kurumlarının üstlendiği sosyal (bakım) hizmetlerinin büyük bir
bölümü, geçmişte Osmanlı vakıf müesseseleri tarafından gerçekleştirilmiştir.
Geçmişte darüşşifa, akıl
hastahanesi, tabhâne (misafirhâne), nekahathâne, aşhâne, hamam, medrese gibi
toplum sağlığı ve eğitimi ile ilgili külliye şeklinde bir çok sosyal tesis
yapılmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi, 1488'de Edirne'de yapılan II.
Bayezid Külliyesidir. Bu külliye, bir çok özellikleri bakımından, değişik
ilim dallarına mensup bilim adamlarının dikkatini çekmektedir. Mimarî ve
şehircilik bakımından merkezî sistemde yeşil bir sahaya inşa edilişi, akıl
hastalarının su ve müzikle tedavisi için, akustiğin sağlanması, tehlikeli
hastaların tecridi, havalandırma sisteminin oluşturulması gibi konular göz
önünde tutulursa, Batı toplumları böyle projeleri ancak 18-19. asırlarda
gerçekleştirebilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun
bir diğer önemli külliyelerinden olan Süleymaniye Darüşşifası (İnşaatı:
1550-1557), diğer hastaneler gibi, 40-50 yataklı ve yaklaşık 30 kişilik
geniş bir personele sahipti. Diğerlerinden farklı olarak, özel bir asabiye
(nöroloji) bölümü de külliye içinde bulunduruluyordu. Şehir içinde inşa
edilmesine rağmen, müstakil ve kendine has küçük bir şehir görünümünü
vermektedir.
17. ve özellikle 18.
yüzyılın sonlarında, Osmanlı İmparatorluğunun duraklama devresi başlamış,
ekonomik yetersizlikler sebebiyle bu dönemlerde sağlık ve bakım
hizmetlerinde yenileşmeye gidilememiştir. Ancak, daha önce kurulan sağlık ve
sosyal hizmet müesseseleri, halka hizmet etmeye devam etmiştir.
Tanzimat’tan önce, Osmanlı sağlık ve bakım hizmetleri, İslâmî ve klâsik bir
karakter taşımaktaydı. Tanzimat’la beraber batılılaşma akımı başlamış ve
sağlık hizmetleri de buna göre, bir değişime uğramıştır. Meselâ, daha
önceden bimarhâne olarak adlandırılan sağlık kuruluşları, Sultan
Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırılan
“Gureba-i Müslimin Hastahânesi”, ilk defa “hastahane” olarak
isimlendirilmiştir. Büyük bir ihtimalle Münih'teki “Allgemeines Krankenhaus”
hastahanesi örnek alınarak yapılan bu modern ve sivil Osmanlı hastahanesi,
fakir ve garip Müslüman hastalara vakfedilmiştir.
Kanaatimizce, Osmanlı Devletinin sonlarına doğru yaşlılara ve bakıma
muhtaçlara kurumsal (yataklı) bakım hizmetleri vermek amacıyla kurulan en
son bakım yurdu, İstanbul'da II. Sultan Abdülhamit Han tarafından 1895
yılında kurulan Darülaceze (Düşkünler Evi) ’dir. Darülacezenin ilk
Nizâmnamesinde açılış amacına yönelik bugünkü dile çevrilmiş ifadelerinde, “kendisini
geçindirecek hâli tâkati olmayan sakatlar ve hastalar, kendilerine şeran
bakmakla mükellef kimseleri yok ise, veya yakınları bulunup da onlar da
kendilerini geçindirmekten aciz ise, bu gibileri barındırmak ve beslemek
için, Darülaceze açılmıştır”, denilmektedir.
Darülacezeye kimlerin
alınmış olduğunu incelersek, bu kurumun, bugünkü anlamda sosyal bakım
hizmetleri sunan bir bakım merkezi niteliğinde olduğunu ifade edebiliriz.
Burada, kadın-erkek ayrımı yapılmadan her kesimden, sebebi ne olursa olsun,
sürekli olarak bakıma muhtaç hâle gelmiş insanların, din ve mezhep farkı
gözetilmeksizin uzman bakıcı kadro tarafından bakılmış olmaları, kurumsal
bakım hizmetlerinin güzel bir örneğidir.
Osmanlı Devletinin çöküşü
ile beraber, sürekli savaşlar, siyasî gerilimler, ekonomik bunalımlar ve
netice itibariyle sosyo-ekonomik gerileme sebebiyle sağlık ve bakım
hizmetleri de yetersiz hâle gelmiştir.
Sağlık, sosyal yardım ve
bakım hizmetleri kapsamına giren konularda zengin ve yüklü bir tarihî
geçmişe sahip olan Selçuklu ve Osmanlı Türkleri, 18 ve 19 yüzyıllara kadar
Avrupa'ya kıyasla çok üstün bir durumda idi. Bunu, bugün için iddia etmek,
elbette çok güçtür. Ancak, sosyal tarihimizin, millî kültürümüzün, örf ve
âdetlerimizin güçlü kaynakları referans olarak alınır ve bu temeller
üzerinde yeniden yapılandırılmaya gidilirse sağlık, sosyal hizmetler ve
sosyal bakım uygulamalarında da ileri bir noktaya çok kolay kavuşmak
mümkündür.
Sonuç itibariyle, Türk
sosyal bakım hizmetleri, tarihî boyutuyla kısaca şu şekilde tahlil
edilebilir:
·
Türk sosyal
tarihinde bakıma muhtaç yaşlı veya özürlülerin değil yakılması, toplumsal
hayattan dahî uzaklaştırıldıklarına dair herhangi bir olay vukuu
bulmamıştır. Tam tersine, erkek veya kadın, Müslüman veya Hıristiyan
(Yahudi) ayrımı yapılmaksızın, bütün insanlara ihtiyaçları doğrultusunda
eşit sağlık ve bakım hizmetleri sunulmuştur.
·
Osmanlı Devletinde
İslâm dini, toplumsal hayatta sosyal içerikli mesajlarıyla etkin bir rol
aldığından dolayı, bundan en çok sosyal risk grupları (özürlüler, yaşlılar,
kronik hastalar) yararlanmışlardır. Özellikle sayıca fazla olduğu anlaşılan
hayırseverler, muhtaçların hem maddî, hem de psiko-sosyal sorunlarıyla
yakından ilgilenmişlerdir. Yardımlar ve hizmetler, vakıflar aracılığı ile
sağlandığı için, sosyal kuruma, bireysel olmaktan çok kurumsal boyutta
sitemleştirilmiştir.
·
Özellikle Osmanlı
dönemine ait bakım merkezlerinin mimarî özellikleri, uygulanan tıbbî ve
psiko-sosyal rehabilitasyon yöntem ve teknikleri, sosyal bakım hizmetlerinde
verimlilik ve etkinlik sağlamaya dönük akıllı uygulamalardır.
·
Değişik sosyo-ekonomik
sebeplerden dolayı kamusal ve kurumsal sosyal bakım hizmetlerinin yetersiz
kaldığı dönemlerde dahî, bakıma muhtaçlar, sivil sosyal dayanışma (güçlü
aile yapısı ve komşuluk ilişkileri) sâyesinde her şeye rağmen sosyal koruma
altına alınabilmişlerdir.
Kaynaklar:
Terzioğlu, Aslan; ”Türklerin Orta Asya ve
Hindistan'da Tesis Ettikleri Hastaneler”; 7. Türk Tarih Kongresi; Ankara;
11-15 Ekim 1976; Türk Tarih Kurumu Basımevi; C. 2; Ank.; 1981.
Güreşsever. Gönül; «İstanbul Tıp Kurultayı"
25-30 Eylül 1977; İst.; 1977; ss. 14-22 486) Şehsuvaroğlu, Bedi N. ve
diğerleri; Türk Tıp Tarihi; Bursa; 1984.
Seyyar, Ali; Bakıma Muhtaçların Sosyal
Güvenliği; Sakarya Üniversitesi Matbaası; Adapazarı; 1999.
Ayvansaray Hüseyin Efendi; Hadikat'ül-Cevami;
İst.; 1779; C.I.
Yediyıldız, Bahaeddin; «Vakıf Müessesesinin
18. Asır Türk Toplumundaki Rolü" Vakıflar Dergisi; Sayı: 19; Ank.;
1982; s. 5.
|