Moral Dünyası Dergisi “Zengin Sahabiler”i Kapak Konusu Yaptı

 

20 Nisan 2014

Sosyal Ar- Ge Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Ali Seyyar’ın kaleme aldığı “Zengin Sahabiler” kitabına ilgi her geçen gün artmaktadır. Moral Dünyası Dergisi, Nisan 2014 tarihli 121 sayısında Ali Seyyar hoca ile takva ve zenginlik üzerine enteresan bir röportaj yaptı. Sitemiz, röportajın tam metnini sizlere sunmaktan iftihar eder:

 

Soru: Neden başka bir başlık altında değil de “Zengin Sahabiler” başlığı altında böyle bir çalışma yapmayı seçtiniz?

Seyyar: Sahabilerle ilgili bilimsel çalışmalara ve piyasada mevcut olan eserlere bir baktığımızda genelde onların günlük sosyal hayatlarına dair fazla bilgiler yer verilmediğini gördüm. Sahabe kitaplarında daha çok rivayet ettikleri hadis-i şerifler, Peygamberimize (sav) besledikleri sevgi ve muhabbet, katıldıkları savaşlar, züht ve takva gibi ibadet eksenindeki özel dünyaları, Mekke’de çektikleri sıkıntılı dönemler, müşriklerden gördükleri zulüm ve işkenceler anlatılmaktadır. Bir iktisatçı ve sosyal bilimci olarak ben daha çok sahabilerin beşerî yönlerini merak ettim. Peygamberimizin (sav) vefatından önce ve sonraki dönemlerde ne işle meşgul oluyorlardı, geçimlerini nasıl temin ediyorlardı, Hicretten sonraki yıllarda yaşanan maddî sıkıntılardan nasıl kurtuldular, nasıl refaha eriştiler ve zenginliklerini nasıl yaşadılar? Bütün bu sorulara cevap ararken, İslâm’ın öngördüğü ideal sosyal nizamın modelini de keşfedebiliriz. Sahabilerin yaşadığı döneme hem Asr-ı Saadet diyeceğiz hem de dünyevî saadetin maddî unsurlarını görmeyeceğiz. Böyle tek taraflı bir yaklaşım, İslâm’ın hem dünya görüşünü perdeler, hem de dünya nimetleri ile ilgili algılarımızı itidal ölçülerinden uzaklaştırır. Şu bir gerçek ki Asr-ı Saadet’in en önemli sosyo-konomik özelliklerinden birisi de âdil bir idare sisteminin tesisi ile birlikte bir taraftan hakkaniyet ve ahlâk esaslarını ön planda tutan piyasa ekonomisinin tesis edilmesi, diğer taraftan da herkesin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek seviyede İslâm devletinden maaş almasıdır. Faiz gibi haksız kazancın yer almadığı bu piyasa ekonomisi sayesinde birçok girişimci Müslüman, ticaret yoluyla zenginleşme imkânı bulduğu gibi beytül-mala zorunlu ve maksatlı bir sosyal vergi türü olan zekâtlarını da ödemek suretiyle sosyal görevlerini ifa etmiştirler. Böylece devlet, artan zekât gelirleriyle yoksullara malî transferde bulunarak sosyal adaleti tesis edebilmiş ve toplumsal refahı artırabilmiştir. Zengin sahabiler ise, Peygamberimizin (sav) bu refah dönemine yönelik öngörülü ihtarlarını dikkate alarak, zenginleşme sürecinde sadece zekât vermekle yetinmediler, bunun ötesinde kendi inisiyatifleriyle bol bol sadakada bulundular ve farklı bir imtihan şekli olan zenginliğin hakkını fazlasıyla verebildiler.

Soru: Sahabiler zenginliğin hakkını nasıl verebildiler? Sizce günümüz zenginlerinin Asr-ı-Saadet tablolarından alabilecekleri ne gibi dersleri var?

Seyyar: Bir kere Peygamberimiz (sav), hiçbir sahabisine zengin olmayı yasaklamamış. Bilakis birçok sahabisine kendileri herhangi bir talepte bulunmamalarına karşılık Peygamberimiz (sav), işlerinin bereketli olması için onlara duada bulunmuştur. Peygamberimiz (sav) ashabından sadece zenginliğin yol açabileceği fitnelere karşı çok hassas olmalarını istemiştir. Fitneler, bu bağlamda bireysel imkân ve fırsatlarla toplumsal refahı ve barışı zedeleyen her türlü nefsanî sapmalardır. Zenginlik bağlamında fitnelerin başında maldan zekât vermeme temayülü gelir ki bu cimriliğin bir dış yansımasıdır. Zengin Müslümanların zekât vermesi farz kılınmıştır. Ama Peygamberimiz (sav), zengin sahabilerinden her zaman daha fazla sosyal sorumluluk üstlenmelerini arzu etmiş, yani cömertliğin bir dış yansıması olarak gönüllü sadakalarda yani muhtaçlara iyiliklerde bulunmalarını istemiştir. Onun için zenginlik nimeti ile imtihan olmuş olan bütün sahabiler, Peygamberimizin (sav) Sosyal Sünnetine uyarak, son nefeslerine kadar hep verici olmuşlardır. Günümüzün Müslüman zenginleri, sahabilerin nasıl zengin olduklarını, zenginliklerini nasıl yaşadıklarını öğrenip örnek alırlarsa Peygamberimizin (sav) yolundan gitmiş olurlar ve zenginliklerine Allah katında manevî bir anlam kazandırmış olurlar. Bunun için ilk önce âdeta yeniden iman edercesine tövbe istiğfar ederek, yeni bir diriliş hamlesi başlatmak lazım. Zengin olmak isteyen veya zengin olduğunu düşünen Müslümanlar, işlerine ve sosyal hayatlarına haram karıştırmamalıdırlar. Günlük ibadetlerini asla ihmal etmemelidirler. Malın bir imtihan ve emanet olduğu bilinciyle hareket edip, gurur ve kibire kapılmadan rızkın sadece Allah’tan geldiğini unutmamalıdırlar. Şükretmek sözle değil daha çok vermekten geçtiğini hatırlayarak muhtaçlara ve yoksullara bol bol infakta bulunmalıdırlar. Sosyal sorumluluklarını seve seve yerine getiren cömert Müslümanların rızıklarının, bereket sayesinde daha da artacağı âyet ve hadisler teyit etmektedir.

Soru: Zenginlik ve takva beraber mümkün mü? Yoksa birisi arttığında diğeri mutlaka azalır mı?

Seyyar: Toplumuzda maalesef takva ile zenginlik arasında bir mesafe varmış gibi yanlış bir algıma var. Zannederim yeterince örnek modeller olmadığı için, bazı zenginlerin de sorumsuz ve şımarık bir tavır takınmalarından dolayı böyle bir kanaate varmış olabilirler. Bu tablo da aslında zenginliğin manevî risklerle dolu olduğunu gösterir. Ancak, manevî risklerden uzak kalabilmenin de anahtarı takvadır. Bu bağlamda elbette zenginlik ile takva gayet güzel bir şekilde birlikte hayatiyet bulabilir. Takva, bize dünya işlerinden uzaklaşmayı emretmiyor ki. Sadece dünya ile ilgili lüzumsuz ve ahirete fayda sağlamayan şeylerden sakın diyor. Onun için dinin edep ve ahlâkına riayet eden takva sahibi olanların arasından zenginlerin çıkmasını memnuniyetle karşılamamız lazım. Zenginlik, onların takvalarına bir zarar getirmez bilakis takvanın bir gereği olarak böyle ihlâslı zenginler, daha mütevazi, daha sosyal duyarlı ve daha cömert olur. Bu anlamda zenginlik, iyilik yapmak için güzel bir fırsattır. Allah da iyilikte bulunan takva sahiplerini sever. Ancak takva ehli olmadan zengin olmak isteyen veya zenginleşen insanların durumu farklıdır. Zenginliğin bir emanet ve imtihan olduğunu fark etmeyen gafil insanların zenginliği, Allah katında bir değer teşkil etmez. Kendimizi aldatmayalım. İlk önce zengin olayım daha sonra takvaya sarılayım, şöyle hayır yaparım böyle iyilikte bulunurum gibi sözler tamamen şeytanidir. Zenginlik ve yoksulluktan bağımsız olarak insanda ilk önce aranması gereken meziyet, takva olmalıdır. Takva varsa, her şey güzel demektir. Takva sahibi bir kişi, yoksullukta Allah’a sığınır, kimseye boyun eğmeden sabreder ve hatta bu darlık döneminde bile elinden geldiği kadar iyilikte bulunur, zenginlikte de şükrünü daha büyük iyiliklerde bulunarak ifa eder. Onun için takva sahibi Müslümanlar, zenginlikten kaçmamalıdırlar. Zaten takvanın manevî merkezinde Allah’ın lütfuna nail olma avantajı vardır. Zenginlik de Allah’ın lütuflarından sadece birisidir. Dolayısıyla takva sahipleri için takva-zenginlik arasındaki korelasyon müspettir. Yani takva bilinci arttıkça zenginlik de artabilir, zenginlik arttıkça takva boyutu da daha derinleşebilir. Ancak sırf dünyalık için zenginleşmek isteyenler için bu ilişki tam tersinedir. Zenginlik arttıkça onların imanlarındaki tahribatlar ve dolayısıyla sosyal sapmalar daha da artar.

 

Soru: Zahid mesleği ile sahabilerin zenginliklerini beraber ele aldığınızda tasavvufun bu yönlü bir iç eleştiriye ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz?

Seyyar: Züht, kötülüklerden kaçınarak ibadete yönelmek, kanaatkâr olmak, kalpte dünya ve menfaat kaygısı taşımamak anlamlarına gelir. Tasavvufta da züht kavramı, bu doğrultuda Allah’tan gayri şeylere karşı daha dikkatli ve rikkatli olmaktır. Gerçek zahid, ahireti unutup, dünyaya esir olmaz, elde olan dünyalık mallara taparcasına bağlı kalmaz, fazla mala sahip olduğu için aşırı sevinmez ve elden çıkana da fazla üzülmez. Çünkü veren de alan da Rezzak olan Allah’tır. Onun için zenginleşme sürecinde züht duygusu ve bilinci çok önemlidir. Tasavvuf dünyası da dünya işleriyle meşgul olanlara kişisel gelişim adına çok önemli ve stratejik manevî hedefler göstermektedir. Buna göre helal olmak şartıyla herkes rızkını aramalı, ancak ilâhî imtihanın bir cilvesi olarak bazen rızık artabilir bazen de azalabilir. İş hayatında bazen kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ekonomik kriz dönemlerinde birçok iş adamı sarsılmakta ve hatta iflas durumlarında intihar bile etmektedir. Halbuki züht sahibi zengin iş adamları, böyle olumsuz durumlara da maddeten tedbirli ve manevî yönden hazırlıklıdır. Züht sahibi iş adamları ve zenginler, kader, fıtrat ve ahlâk hazinelerinden kısmet, teslimiyet, tevekkül, sabır, şükür ve gayret gibi mücevheratlardan yararlanır ve kulluk görevinde bir ihmalkârlık göstermez. Züht, bu yönüyle zenginliğe bir engel teşkil etmediği gibi yoksulluk gibi musibet durumlarında da ayakla durabilmek için önemli bir manevî kaynaktır. Ehli Sünnet çizgisinde olan bütün tasavvuf akımları, genelde zühtü böyle anlamışlardır. Onun için tasavvufu eleştirmek bir yana, manevî boyutuyla böyle ferahlatıcı bir bakışı ortaya koyduğu için, tasavvufun sosyal gücüne inanmak gerekir. Tekrarlıyorum: Züht, lafzen her ne kadar “dünyayı terk etmek” anlamına gelse de bu cümlenin gerçek anlamı “dünyayı kalben terk etmektir”, “dünyaya gönül bağlamamaktır”, yani geçici dünyevî işlerin peşinden koşarken ahireti, mahşeri ve Allah’ı unutmamaktır. Sosyal tasavvuf, gayret göstererek helal yoldan az veya çok gelir elde etmeyi benimser. Ama bu arada tembelliği ve bağımlılığı da teşvik etmez, kazanma hırsı ile dünyevileşmeyi de. Züht, bu yönüyle ifrat ve tefrit arasında bir denge unsurudur ve kişinin huzuru için her zaman lazım olan manevî bir hazinedir. Hz. Ali’nin yaklaşımıyla iman, dört direk üzerine oturur. Bunlardan birisi sabırdır. Sabrın şubelerinden birisi de zühttür. “Züht sahibi olana, musibetler kolay ve hafif gelir” der Hz. Ali. Öyle ise Müslüman zenginler de helal yollardan elde ettikleri mallarına bir emanet gözüyle bakmalı, Rızka değil Rezzak’a güvenmeli ve en önemlisi, olası maddî risklere karşı sabır ve züht bilinci ile tâ baştan donanımlı olmalı ve her halükârda ümitlerini hiçbir zaman yitirmemelidirler.

Soru: Züht ile zenginliğin bir arada olabileceğini hatta olması gerektiğini söylüyorsunuz. O Halde “Dünya müminin zindanı, kâfirin ise cennetidir” hadis-i şerifini nasıl anlamamız gerekiyor?

Seyyar: Bir hadisi kutside buna benzer bir açıklama daha var. Orada C. Hak şöyle buyuruyor: “Ben dünyaya dostlarım için acı, bulanık, dar ve sıkıntılı olmasını vahyettim. Tâ ki, Bana kavuşmayı özlesinler. Ben dünyayı dostlarım için bir zindan, düşmanlarım için de bir Cennet olarak yarattım.” Bu beyanları nasıl anlamamız gerektiğini bizzat Peygamberimizin (sav) torunu Hz. Hasan’dan öğrenebiliriz. Hayli zengin bir konuma gelmiş olan Hz. Hasan, bir gün yeni ve temiz elbiselerini giyerek, dost ve hizmetçileriyle birlikte Medine sokaklarının birinden geçerken, omzunda su tulumu taşıyan yaşlı bir Yahudi ile karşılaşır. Bu adam, Hz. Hasan’ı bu ihtişam içinde görünce dayanamaz ve şöyle der: “Ey Resulullah’ın oğlu! Biraz insaf et ve hak ver!” Duydum ki deden şöyle buyurmuş: ‘Dünya müminin zindanı, kafirin ise cennetidir’. Ama şimdi görüyorum ki dünya, nimet ve refah içerisinde olduğunuzdan dolayı siz Müslümanlar için cennettir. Ben Müslüman değilim, ama yoksulum. Benim için ise şu dünya bir cehennem gibi.” Hz. Hüseyin, o yaşlı Yahudi’nin görüşlerine gülümseyerek şöyle cevap verir: “Ey yaşlı adam! Eğer perde gözlerinin önünden kalkmış olsaydı ve Allah-ü Teâla’nın, cennette benim ve bütün müminler için nasıl nimetler yarattığını görmüş olsaydın, o zaman anlardın ki dünya, bu güzelliğine rağmen bizim için zindandır. Yine eğer Allah-ü Teâla’nın, cehennemde senin ve tüm kâfirler için nasıl bir azap ve işkence hazırladığını görmüş olsaydın, o zaman tasdik edecektin ki dünya, bu kadar perişanlığına rağmen senin için yine de geniş bir cennettir.” Bu nedenle hadis-i şerifi bazı kimselerin anladığı gibi dünya hayatını mümin için gerçek bir zindan ve maddî sıkıntıların çekildiği bir yer olarak anlamamak gerekir. Hz. Hasan’ın da ifade ettiği gibi, Müslümanların dünyevî refah seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun cennette elde edecekleri nimetlerin yanında hemen hiç hükmündedir. Zengin sahabiler, zenginliğin süslü şatafatlarına aldanmadıkları gibi Allah’a duydukları sevgi ve hasretin bir sonucu olarak dünyada kendilerini hep garip gibi hissetmişler ve ölümü Allah’a kavuşmanın bir yolu olarak görmüşlerdir.

Soru: Sizce İslam dini zenginliği özendiriyor mu? Yoksa kötülüyor mu?

Seyyar: İslâm dininin, gerek bireysel zenginlik, gerekse toplumsal refaha karşı olumsuz bir yaklaşım sergilediğini hiçbir kaynakta görmedim. Ancak zenginliğin nasıl elde edilmesi ve nasıl kullanılması gerektiği noktasında normatif yani tavsiye ve emir noktasında bazı önemli açılımlarda bulunmaktadır. Peygamberimiz (sav) de insanoğlunun mala yönelik fıtrî bir eğilimin varlığını kabul etmiştir. Ancak bir hadis-i şeriflerinde “Kim onu hak ederek alırsa, kendisi için mübarek kılınır. Kim de onu aç gözlülükle elde ederse, bereketini görmez.” demek suretiyle helal zenginliği tasvip ederken hırsa bağlı zenginliği zararlı görmüştür. Dolayısıyla İslâm dini, helal yoldan rızkı aramayı ve dolayısıyla hak ölçüler dairesinde zengin olmayı teşvik ederken, böyle bir süreçte kişinin gelirlerinin de bereketli olacağı müjdesini vermektedir. Onun için sahabiler, harama bulaşmaktansa helallerle yetinmesini bilmiş ve Allah’ın lütfunun dışında başkalarına muhtaç olmak istememişlerdir. Birçok sahabi de Allah’tan çok halis niyet ve samimî isteklerle zenginliği istemişlerdir. Mesela Hz. Sa’d bin Ubade’nin şu duasına ne demeliyiz? “Allah’ım! Bana izzet bahşet; cömertlik olmadan izzet olmaz, fazla mal olmadan da cömertlik olmaz. Allah’ım! Az mal bana yaramaz, ben de onunla salah bulmam.” Kısacası İslâm dini, inançlı insanların zengin olmasını teşvik ediyor. Çünkü böyle inançlı insanlar, zenginliklerini Allah’ın hoşuna gidecek hayırlı alanlarda sarf edecektir. Haksız kazanç, yolsuzluk, rüşvet gibi haram yollardan zenginleşip sevdiği şeylere kavuşan zenginlerin lüks ve şatafatlı hayatı ise bizleri aldatmasın. Haram yollardan zenginliği elde edenler, Allah’ın helal sınırlarını aştıkları için, er veya geç cezaya çarptırılacaklardır. Allah, nimet sahibi olup da isyan ve inkâr içinde olanlara sadece geçici bir süre için mühlet verdiğini, en sonunda onları cezalandıracağını Kuran Kalem suresinin 44. ve 45. âyetlerinde bildirmektedir: “(Ey Muhammed!) O halde sen bu şerefli sözü (Kuran’ı) yalanlayanları Bana bırak! Biz onları, (inkârlarına karşılık nimetleri ile birlikte) bilemeyecekleri biçimde, farkına varmadıkları bir yerden, yavaş yavaş azaba yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veriyorum! Doğrusu Ben’im düzenim, pek sağlamdır.” Peygamberimiz (sav), bu âyetlere âdeta netlik kazandırmak istercesine günahkâr zenginler hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: “Kul, Allah’a isyana devam ettiği halde, Allah, halen ona sevdiği dünyalık şeyleri veriyorsa, bu ancak Allah tarafından onun için bir istidractır, yani sosyal ve manevî sapmadır.”

Soru: İslam âlimlerinin ve sûfilerin zenginlikten kaçmasını nasıl anlamak lazım?

Seyyar: Maneviyat büyüklerimizin zenginlikten kaçtığı yaklaşımı tam doğru değildir kanaatindeyim. Örneğin İmam-ı Azam Ebû Hanîfe. Bu büyük âlim, ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul olan zengin bir zat idi. Kendisi gündüz öğleye kadar mescitte öğrencilerine ders verir, öğleden sonra da ticarî işleri ile uğraşırdı. Maddî yönden bağımsız ve özgür olduğu için, zamanın halifesinin kadılık teklifinin cazibesine kapılmamış ve reddedebilmiştir. Gerçi zengin olmasaydı da yine başkalarının hatalarına alet olmak istemezdi çünkü İslâm âlimleri için maddiyat ve siyasetten daha önemli olan ilimdir. Çünkü ilimden alınan manevî lezzet, maddiyatın sağladığı her çeşit faydadan daha üstündür. Bunun yanında ilim de bir bereket kaynağıdır. İmam-ı Azam’ın en meşhur talebelerinden olan İmam Ebu Yusuf, aslında yetim ve çıraklıkla annesinin geçimini sağlayan bir gençti. İmam-ı Azam’ın derslerinden aldığı lezzetten dolayı çıraklığını ihmal etmiş ve annesini zor durumda bırakmıştı. Ama o, sebat etti, ilme sarıldı ve zaman geldi memleketin baş kadısı oldu, zenginliğe erişti ve annesine refah içinde baktı. Aynı durum bazı sûfiler için de geçerlidir. Hem âlim, hem mücahit, hem bir sufî olan Abdullah bin Mübarek, ticaret yoluyla çok zengin olmuş örnek bir şahsiyetti. Mesela Ebu Ali el-Mustalî isimli bir sûfî, bir rüya yoluyla bizzat Peygamberimiz (sav) tarafından belirli bir bölgede yaşayan yoksulları korumakla görevlendirilmiştir. Bu zat, yoksullara yardım etmek niyetiyle belirlenen bölgeye gitti ve orada Allah’ın lütfu ile dünyalığı genişledi. O da bu zenginliğin sosyal ve manevî sorumluluğun bilinci içinde yoksulların vekilliğini üstlendi. İslâm toplumlarının sosyo-ekonomik gelişimleri görev dağılımına bağlı bir toplumsal yapıya dayanır. Onun için, helal zenginliğe ne kadar önem verilmiş ise belki de ilim ve irfana daha çok değer verilmiştir. Peygamberimiz (sav) dürüst tüccarları övdüğü gibi âlimleri de Peygamberlerin yolundan giden şahsiyetler olarak takdim etmiştir. Hadis-i şerif’e göre “Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasip elde etmiştir.” İşte ilim ve irfan ehli maneviyat büyüklerimiz de daha dünyada iken ilim sayesinde hem maddî, hem de manevî yönden fazlasıyla nasiplenmişlerdir.

Soru: Sizce Müslümanların zenginleşmesiyle beraber baş gösteren bir sekülerleşme tehlikesi var mı? Zengin sahabilerin hayatları bu yönde koruyucu örnekler teşkil eder mi? Kitabınızda seçtiğiniz isimlerin numune-i imtisal bazı yönlerini bize anlatır mısınız?

Seyyar: Manevî ve ahlâkî yönden tam donanımlı olmadan zenginleşmek, bazı sosyal riskleri ve hastalıkları beraberinde getirir. Dünyevileşme, yani dünyaya gönülden bağlanma ve sevme emareleri ortaya çıkar, ahireti ve mahşerde hesap vermeyi unutturan sekülerleşme inancı yaygınlaşmaya başlar. Rekabet ve kıskançlığın hâkim olduğu ortamda hırs ve doyumsuzluk had safhada olur. Mevcut olanla yetinmeme ve kanaat etmeme durumu söz konusu olduğunda da malın bereketi ve lezzeti de ortadan kalkar. Peygamberimiz (sav) tam da bu noktada Müslümanları uyarmıştır: “Âdemoğlu için iki vadi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur, Allah tövbe edenleri affeder.” Onun için geç kalmadan bu duygulardan uzaklaşıp tövbe istiğfar etmeliyiz ve sahip olduğumuza şükür içinde razı olmalıyız. Sahabiler, kanaatin genişlik ve ferahlık barındırdığını bildikleri için, iktisatlı davranmışlar ve hırs yapmadıkları halde takva ve tevekkül sayesinde rızıklarını bereketlenmiştir. Tasaddukta bulunarak verdiklerini de geride bıraktıklarını da bereketli hâle getirmişlerdir. Örneğin Hz. Abdurrahman bin Avf, aşere-i mübeşşere’den olduğu halde, yani daha dünyada iken Cennetle müjdelendiği halde, zenginliğin manevî risklerinden korkuyordu. Peygamberimizin (sav) vefatından sonra da işlerinin çok iyi gitmesine rağmen, manevî yönden zarar görebilme endişesini hep yaşamıştır. Bir gün bu dertten kurtulabilmek için, Hz. Aişe validemize gider ve şöyle der: “İşlerim hep iyi gidiyor; ahirette bunun hesabını vermekten korkuyorum.” Hz. Aişe validemiz ona şu sözlerle bir kurtuluş yolu gösterir: “Cenab-ı Hakk’ın sana ihsan ettiği imkândan infak et! İmkânına münasip bir şekilde sadaka ver! Böylelikle, ahirette Resulullah’ı (sav) görmekten mahrum kalmazsın.” Hz. Abdurrahman bin Avf, zaten bol bol sadaka dağıtan zengin bir sahabiydi. Buna rağmen “Allah'ım! Nefsimin cimriliğinden beni koru!” diye dua ederdi. Bugünün zengin Müslümanları da zenginliklerine güvenmemelidirler. Ama zenginlikleri sayesinde imrenilecek bir konuma da gelebilirler. Örnek zengin sahabilerin yolundan giderek, cömertliklerini sergileyebilirler ve gelirlerinden belirli bir payını muhtaçlara ayırmak suretiyle Allah’ın sevgili kulları arasında yer alabilirler.